Gelmedi. Bugün çok bekledim oysa kendisini. Ve kendisi sanırım ayrı bir akşamüstünün bekçisiydi. Düdüğünü asmış boynuna kim bilir hangi düşümün içine düşmüştü? Kırıldım açıkçası hiçbir vuslatın yapıştıramayacağı cinsten. Şimdi akıllarımız da bir soru; olgular mı olayları yaratır, yoksa olaylar mı olguları?
Neyse, hiç olmadı siz yokmuşsunuz gibi kendi kendime yazarım. Sizinle daha önce tanışmamış gibi kendi kendimi aldatır, şehvetlenirim buna. Bir şarkı daha dinler ve kendi gözlerimi görürüm anlamsızca baktığım duvarda. Daha önce gittiğim yerlere giderim, bakmak için hala orda mıyım diye, yalnız mıyım uğramış mıyım o banklara tekrardan diye. Baharı beklerim ve hep başka bir baharın kursağında kalmış sözlerimi yerine getiririm. Prefabrik yalanlarım, arkasına saklandığım masallarımla kaçarım kendimden, benden uzak dur derim aynaya. Ben tehlikeliyim.
Tamam, duygu sorunsalını bir şekilde yadsırım, ancak ruhumun bekası ne olacak?
Aşk asimile olmaktı. Aynı sokaklarda kendini kaybetmekti. Git gide unutmaktı her şeyin ne kadar aynı ve monoton olduğunu. Dün yüzüne bile bakmadığın insanların, gözlerine bakıp gülümsemekti. Sana saçma gelen her kelimeyi bir anda sahiplenmekti. Oysa, bir buçuk sene boyunca aynı sabaha uyandın. Uykuya dalmandan bile hızlı bir şekilde pencerenin ardındaki simaların değişmesini nasıl açıklayabilirsin? Açıklayamadığın için böyle ya zaten.
Ben aşık olmadığımı açıkça söyleyebilirim sizlere. Ben sevdim. Güzel sevdim. Fakat onu sevmek kendi başına bir soykırımdı. Kırdı geçti ne kadar kemik varsa dilimde. Kökünü kazıdı ne kadar notam kaldıysa şu hayatta.
---------------------------------------------------------------------------------------------------
Lunaparkları sever misiniz?
Bavulumla birlikte ilk adım attığımda bir lunapark karşıladı bizi. Durmadım bende, ikinci adımımda kapısında beliriverdim. Girişteki kulübede bekçi bir amca vardı. İnsan lunapark diyince neşeli bir yer gelse de aklına, amcanın yüz hatları balerinin eteği kadar paslanmıştı. Bir bilet dedim, şöyle bir süzdü beni. Elinde bavulu, takım kıyafetiyle birlikte karşında dikilen bir adam. Suratına gelen gülümsemeyle birlikte kıtırdadı dudak kenarlarında kemikleşmiş mimikleri. Biletimi aldım, içeri girdim. Her yer ne kadar da çocuk!
Kendimi aradım bir süre, evet belki bu gülüş ben olabilirim. Ya da.. Ya da şu atlı karıncanın üzerinde tüm masumiyeti görkemli bir şekilde sunan çocuğun gülüşü. Hayır.. Hayır. Gözlerini kaçırıyor benden. Eyvah dedim, çocukluğumu ikinci bavulumda unutmuşum. Kim bilir hangi tren garında bekliyordur beni, çoktan öldüğümü bilmeden. Belki de.. Belki de ihtiyacı olan bir kadın almıştır benim çocukluğumu. Saçlarını örüp, annesinin onun saçları gibi ördüğü kazağı giyip çıkmıştır dışarı. Altında kısa bir etek. Üstü başı alkol olana kadar girmemiştir belki eve. Kahkahalar eşliğinde. Gece tanımadığı bir evde kendisini iki koltuğun arasındaki boşlukta hıçkırarak ağlayarak bulmuştur belki de.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
I want you to get angry!
Neden ingilizce? Çünkü öyle daha cool!
Sabaha karşı yorgan altı filmlerinden öğrendik hep bu raconları.
Otuzbeş ekrana sığmış hayatlara, hikayelere, kurgulara sığdırmaya çalıştık kendimizi.
Değişmek adına, kırmadık boynumuzdaki zincirleri.
Irine Welsh'e bakacak yüzümüz olmasa da okuduk her cümlesini.
Altını çizdik bir bir renkli kalemle.
Hayatını seç. Aileni. Arkadaşlarını. Bulaşık makineni, televizyonunu, cd çalarını, konserve açacağını. İyi bir sağlık, diş sigortan. Seç hepsini.
Seçtik bizde.
Çünkü zordu hayatsızlığı seçmek.
İlkokulda kötü notlar alınca, öğretmenlerin söyleyeceğini bile bile ailesine yalan söyleyen çocuklardık biz.
Geceleri deprem olduğunda, bütün mahalle inerdi ya aşağı, en yakındaki parkta ateşler yakılırdı, sabaha kadar beklerdi olgunlar. Biz kliması hafif hafif açık arabalarda uzanırdık çocukken, ve çıkan kaosu hayran hayran izlerdik.
Ölüm tanımazlık
Mermi yesek öleceğimize inanmamaktan hep bunlar.
Göğüs kafesinin sol altından bıçak yiyip, hala hayatta kalmaktan.
Bir kaç defa intihara teşebbüs edip, ölmediğini görmekten.
Deliler gibi sevip, bırakıldıktan sonra hiçbir şey olmamışcasına hayatına devam etmekten.
Bütün sevdiklerini kaybedip, otuz beş ekrana sığmaya çalışmaktan.
Ölene kadar ölümsüzüm lafından hep.
Keşke o cümlenin altını o kadar bastırarak çizmeseydik.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------
Oturmuşuz bizim çocuklarla, piyasa yapıyoruz kafamızca. İyi ve entelektüel vakit geçiyoruz anlayacağın. Zaten elimizden alınmış sıfatı söylenince kafada olumlu şeyler canlandıran her şey. Entelektüel vakit dediysem de yanlış anlamayın, onun bunun hakkında bilip bilmedik ne varsa yedirmeye çalışıyoruz birbirimize. Hissetmek istediğimiz ne kadar his varsa, birbirimize anlata anlata hissettiğimize inanmaya çalışıyoruz ki, ne kadar duygusal adamlar olduğumuzu söylemeye yüzümüz olsun. Sunay Akın bile anlatsa yine ilgi çekici bir şekilde dinlemezsin moruk, öyle bir hikaye bu o yüzden okuma boşuna bence. Ama hala buradaysan anlatayım ben sana. Çünkü o günlerde yaptığımız her şey ilgi çekiciydi. E bu ilgi denen meretin bir yere çekilmesi gerekiyordu. Sonuçta medcezirdi yaşadığımız hayat. Gitli ve gelliydi. İlgi bazen bize geliyor, ne kadar sözümüz varsa kendimize, neler yaşadıysak geçmişte, o yalnız gecelerde hangi duvara baktıysak elimizdeki sigara parmak uçlarımızı yakana dek, sahildeki ayak izleri gibi silerdi. Gittiğinde bize yine bir boş sahil. Doldururduk gene ayak izlerimizle üşenmeden. Gezinir dururduk sahipsiz köpekler gibi. Gün gelir, kendi kumlarımızda kaybolurduk, bazı bazı oturur bi' üçlü sarar dalgaların diğer kayalara, taşlara ne de güzel çarptığını izler dururduk. O günde öyle bir gündü. Hepimizin dermanı bulunmaya tövbe etmiş dertleri vardı. Biri çıkıp bugün atım kayboldu dese, sualsizce içerdik atına. Taş bir masamız vardı, tamam mı? Bu masa da ne yaşadıysan, yaşamak istediysen, hayatının yedigenini o çizmiş gibi davranırdın. Ailen mi kardeş? Biraz özler, biraz lanet ederdin öyle aileye. Onlar televizyonlarının karşısında çay içerken, sen devinimlerinle yakınırdı. Kız arkadaş mı kardeş? Tüm insanlık unuturdu sevmeyi. Nobel barış ödülüne layık sevdin sen çünkü. O telefonunda ne denli yalnız bir insan olduğunu kabullenmemek adına ona gelen mesajları okurken, sen iki gün önce ona deseler sözde kanının son damlasına kadar kavga edeceğin lafları, umarsızca, salya ve bira eşliğinde kusuyordun masaya. Sözde dediğime bakma, kavga etmeyeceğinden değil. Edersin çünkü, en boktan sebepler için kırarsın burnunu bir fırsat verseler. Fakat senin kanının bir son damlası yok. Kansızsın zaten sen. Ne bir değerin, ne bir hissiyatın var. İnsanlara sarıldığında canı sıkılan birisin. Bilmiyorsun ki asıl can sıkıcı şey kendin. Kabullenmiyorsun işte bir türlü. Bu yüzden ne varsa hayatın senin karşına çıkardığı, hepsi pek bir can sıkıcı geliyor. Oysa sordun bunun cevabını alabilmek için. Sordun. Benim neyim eksik dedin. Onlar benim sahip olduğum şeylerden bu kadar keyif alıyorken ben neden yapamıyorum? Çünkü sen yapamıyorsun. Öyle şeylerin seni artık etkilemediğinden falan değil. Sen seninle yapamıyorsun. Kadınlara git derken, giderken beni de götür diyemiyorsun. Çünkü seni kimse götüremez. Çocukken parka bile götürülmeyen bir çocuktun sen, hem seni kim nereye götürsün? Bir tek sen götürürsün. Alır insanları o kurguvari hikayelerinin gerçek olduğu diyarlara, entelektüel görünmen için dizayn edilmiş evlere, kime ait olduğu unutulmuşsa bile sırf güzel durduğu için oraya konulan şişelerin önüne. Bu senin fanusun. Nefes al içinde. Arada camlarına vur kendini. Biraz etrafında dön, Yorulunca olduğun yerde dönüp durmaktan de ki ben çok şey yaşadım, çok yol gittim, dağları çölleri aştım. Yoksa yorulmazdım. Hayat bana ağır geliyor. Dinlen biraz. Topla gücünü akıttığın gözyaşlarından. Kalk ayağa, başla tekrar dönmeye. Yorulana kadar. Başın dünyadan hızlı dönene kadar. Çünkü o dönmeyecek. Bari bir şeyler olsun hayatında senin için dönüp duran. Kırk dört kilometre, altı saat yaya yürüyerek gidebileceğin yerlerdeki insanların seni ne denli umursadığını düşün. Sabah yalnız uyanacağını bile bile, geceleri onlara sarılmadan uyuma. Çünkü bir tek kendi şizofrenik sancılarına sarıldığında sıkılmıyor canın. Bıkmıyorsun bir türlü. Ne kadar derdin varsa, sıkı sıkı geçirmişsin parmaklarını. İzin vermiyorsun ki uçup gitsinler. Onlarda uçup giderse ne yapacağını bilmiyorsun. Salmışsın uçurtmayı havaya, diyorsun bak ne güzel uçuyor. İpini de urgandan yapmış, dolamışsın boynuna. Hem izin vermiyorsun ki özgürce kapılsın rüzgara, hemde eğer giderse, beni de alıp gitsin diye ne kadar ellerinden kayıp gidecek şey varsa urgana bağlayıp, boynuna dolamışsın sende olan uçlarını.
Neyse, ne diyordum ben?
Ha işte, öyle bir masaydı bu. Hepimiz birbirimizin ne bok olduğunu, kendimizde o bokun farklı bir renk tonuna bürünmüş hali olduğunu biliyor, ama sesimizi çıkartmıyorduk. Biz bir bağırsak, kör olacaktı yedi milyar insan, sağır olacaktı Tanrı, kopacaktı film. Yani en azından bizim için böyleydi. O yüzden bağırmak yerine bir sigara daha yakıp, dün gece kiminle nerede olduğumuzu hatırlamaya çalışıyorduk. Boşluklar vardı geçmişimizde. Unuttuğumuz anlar. Çoğu zaman kimyasallardan, çoğu zaman o anları yaşayacak insanlar olmadığımızdan, beyni boşa takıp, zamanın süzülmesini beklerdik. Ki doldurabilelim buraları. İstediğimiz şeylerle. Sen ne yaptın iki-üç sene diye sorduklarında, verecek etkileyici bir cevabımız olsun. İnsanlar hiçlikten korkuyor, piçliği çekici buluyordu o sıralarda çünkü. Bizde tek bir harf oyunuyla ilgiliyi üzerimizde toplamayı başarıyorduk. ''Ya o da bir şey mi?'' diye başladığımız hikayelerle, tüm ailesini idam taburuna kaybetmiş suriyeli bir çocukla acı yarıştıracak haldeydik. Pablo Escobar gelse, biz daha çok uyuşturucu kaçırmıştık annemizin yazları dolaba kaldırdığı için buruş buruş kalmış deri ceketlerimizin ufak iç ceplerinde. Saygı duyduğumuz bir takım insan topluluğu vardı. Bunların yüzdesel açıdan büyük bir kısmını intihar etmiş, babası tarafından tecavüze uğramış, uyuşturucudan ölmüş sanatçılar oluşturuyordu. Onları da saygıyla anarken, küfür etmekten çekinmiyorduk. Çekingen kişilik tipinin ağzında ıslak bir süngerle elektrikli sandalyede beklediği zamanlardı. Çekindiğimiz pek bir şey yoktu uzun lafın kısası. Yapmaktan korktuğumuz bir eylem, yazmaya tereddüt ettiğimiz her şeyi bağırıyorduk zaten. Sokaklar, ve o sokaklara bakan evler boştu ama biz yine de bağırıyorduk. Kimse duymasa da evvel zaman önce küstüğümüz Tanrı dinliyordu ya, o bize yeterdi.
Ulan bak bir türlü konuya gelemiyorum. Konu basit aslında. Oturduk, sohbet ettik, buraya yazacak kadar beni etkileyen bir şey olmuştu. Şimdi tam hatırlayamıyorum ama olmuştu işte. Sonra kalkıp gittikten sonra, ve bir sonraki birkaç oturup kalkmamızda bunu konuşmuştuk. O denli duygusalda bir olaydı ama, gelmiyor işte kafama. Kafam demişken, iyice açıldım ben. Bırakayım artık yazmayı da biraz bunaltıcı şarkılar eşliğinde, gündüzleri umrumda bile olmayan dertlerimi düşüneyim. Alkol pahalı, tekellerde kapandı. Hava da soğuk zaten. Kim uğraşacak bir şişe daha alıp gelmeyle?
---------------------------------------------------------------------------------------------------