9 Temmuz 2018 Pazartesi

Orbitofrontal Cortex


Otel odalarında kapalı devre porno yayını yapan televizyonlar gibi bir gün daha başlıyor

Kapalı bir devrede düzensizlik daima arttığına göre parmaklarımızı göğüslerimize sokup, köpeklerimizin kafeslerini açmamızın, düzenli düzensizliğin saadet zincirini kırıp, köpeklerimizi tekrardan bilmedikleri arabaların peşine, kayıp otobanlara salmamızın vakti geldi!
Neden mi?

Birkaç saat önce kapımı çalan kadının ağzından çıkan sigara dumanı okşarken suratımın diri diri gömdüğüm mimiklerini, belinden soğuk terler akan bir telaşla dikmeye çalışıyorum dudaklarımı. Hazır değilim. Hazır değilim diyorum kendime. Berberin cam kenarına yakın koltuğunda daha henüz saç traşım bitmemişken hoşlandığım kızla göz göze gelmem gibi, hazır değilim. O gün saçlarımı kestirmekten vazgeçtiğim kadar vazgeçtim kelimelerden. Çünkü biliyorum. Ne söylesem bana doğru ona yalan. Fraksiyonlarına ayrılmış sol kroşe kadar sert geri dönecek seçtiğim, gece yatmadan önce kurduğum cümleler. On bir senedir kendim kesiyorum saçlarımı. On bir sene daha susabilirim. Ama biliyorum ki bekleyecek. O camın önünde ben kendi saçlarımı kesmekten bıkana, makasım kırılına kadar bekleyecek.

-------------------------------------------------------------
A rich man opens the paper one day, he sees the world is full of misery. He says, “I have money, I can help.” So he gives away all of his money.But it’s not enough. The people are still suffering.One day the man sees another article, he decides he was foolish to think just giving money was enough.So he goes to the doctor and says, “Doctor, i want to donate a kidney.”The doctors do the surgery, it’s a complete success.After, he knows he should feel good, but he doesn’t, for people are still suffering.
So he goes back to the doctor.
He says, “Doctor, this time I want to give it all.”The doctor says, “What does that mean, give it all?”He says, “This time I want to donate my liver, but not just my liver. I want to donate my heart, but not just my heart. I want to donate my corneas, but not just my corneas. I want to give it all away. Everything I am, all that I have.”
The doctor says, “A kidney is one thing but you can’t give away your whole body piece by piece, that’s suicide.” And he sends the man home.
But the man cannot live knowing that people are suffering and he could help. So he gives the one thing he has left, his life.

------------------------------------------------------------------


Susmak. Tek bir eksiğim vardı bu hayatta aynaya baktığımda. Ben susamıyordum. Konuşmaktan nasır tutmuştu dilim, kurumuştu. Her kurudunda ıslatmak için içtim, içtikçe daha çok kuruttum. Ah dedim, ah kessem bu dili. Ya da.. Ya da bir çığlık atsam, sağır olsa insanoğlu. Kopsa film, kör olsa tanrı. Duymasalar beni. Duymasalar sesimin boğuk ve buhranlı yankılarını.

''Eskiden mesajlaştığımız telefonları hatırlar mısın?'' dedim. Öğretmenler odasına azar işiteceğini bile bile girip, olmaması gereken bir yerde olmanın verdiği heyecanla mermerin üzerindeki grilikleri sayan bir çocuk gibi yere bakıyordum.

''Evet'' dedi. ''Ard arda yolladığın mesajların titreşiminden uyuyamazdım geceleri.''
''İşte bende onu diyorum. Çok fazla kahve içiyorsun, ellerin hiç durmuyor. Sanki, o zamanlardaki telefonunu derine kazımışsın gibi.''

Ben susmayı hiç beceremedim.

''Kahve ve sigara dönemi çocuklarıyız biz. Bizden öncekiler pasta ve kahveydi. Ailelerimizin buluşma noktaları, kaçamakları olan pastaneler. Şimdiler ise bira ve sigara çocukları. Bir türlü ısınamadım biraya.''
''Bende'' kelimesi yanaklarımdan çarpa çarpa çıkıp, onun kulaklarına gider gitmez, kahkahayla yırttı havada zift gibi yapış yapış olmuş hüznü.
''Nedenmiş o?''
Gülmemesi gereken bir kadını güldürmek ya günah ya da tuzaktır.
''Sarıyı hiç sevmedim. Biliyorsun. Bana hep ölümü hatırlattı. Hastalığı. Azrailin dişlerinin sarısı, mermi sarısı, iltihaplı ilik sarısı.''

Patlamış, şişmiş, morarmış ve hatta kesilmiş ruhları onarmayı iyi bilirim. Eksik ruhların terzisi olsamda, dudaklarımı dikmeyi hiç başaramadım. Çoraptan fırlayan baş parmak gibi, her daim bir delik buldu çıkacak o en söylenmemesi gereken söz.

Ayağa kalktı, balkona doğru yavaş adımlarla ilerledi. Sokağa bakan penceremde durdu. Başını eğdikten sonra saçları daha gözlerini kapatmadan gülümsedi. Saçları bitiş noktasına ulaştığında sordu; ''Senin en sevdiğin şair Poe değil miydi? Hani şu ölümüne aşık olan? Evet galiba oydu. Sanırım beni aldattığın beş kadının dördünün sarışın olmasının en felsefik açıklaması''

''Dorothy.. Yapma..''

Hırçın ve kin bulamış gözlerini hadım etti. Sessizce oturdu geri koltuğuna.

''Neden benden nefret ediyorsun bu kadar, Dorothy? Ne yaptım ben sana?''
''Hiçbir şey. Hiçbir şey yapmadın. Ben izledim. Seneler boyu.'' Sesi duvarlardan sekip kulaklarıma bir babanın evladına vurduğu tokat gibi sıcak ve sertleşmeye başlıyordu. ''Verdiğin sözleri dinledim, nasıl yerine getirmeyişini, attığın yalanları, son dediğin ilkleri, ilk dediğin sonları ve daha fazlasını. Odadaki sigara dumanı ne zaman fazla gelse ciğerlerine, kendini ferahlatmak için odayı yarım saat açmanın yeteceğini düşünür gibi yollamaya çalıştın beni hayatından. Her yeni ilişkinde, beni çıkartabileceğini düşündün aklının en derin dehlizinden. Ne zaman mutlu ve kalabalık hissetsen, benimle doldurduğun her alyuvarını, bileklerinden akıtmaya çalıştın.'' Derin bir nefes aldı. Daha sigarası kül tablasında acı çekişirken bir diğerini yaktı telaşla. İki elinin arasına aldığı başını çevirdi balkona sonra. Gözlerime dahi bakmadan sordu.
''On dört yaşında ilk yazdığın yazıyı hatırlıyor musun? Sana yaratmanın verdiği gücü, parmakların kararmıştı yazmaktan gece sabaha uzanana dek. Hiç bitmesin istemiştin, ve ilk defa bilincin yerine geldiği andan itibaren bütün hissettiğin yalnızlığın ve arkadaşlığa olan sussuzluğun dinmişti. Söyle şimdi bana, kaç sene geçti o günden beri? Kaç kelime ve sayfa. En büyük hatan hep uzun cümleler kurmak olmuştu.'' Tebessüm eden sesiyle; ''Nokta koymayı hiç beceremezdin, yeni cümleye geçmeyi. Sürekli bir benzetme, başka bir benzetmeyle devam ederdi. Sadece yazılarında değil, her ilişkinde ne kadar uzun o kadar iyi dedin, tabi en uzun ilişkin hiç iki ayı geçmezdi.''

Insanlar tanıştıkları zaman hep birbirlerine en uzun ilişkilerini sorardı. Kiminki daha uzunsa saygı kazanırdı bir bakımdan. Sonuçta ilişki ve aşk emekti. Sahip olmak, ait olmaktı. Sorumluluktu. Paylaşmaktı. Arkadaşlık, dostluktu. Anlamını yitirmiş sevgi sıfatları, aşınmış günlük konuşmalar ve aynı dersi beşinci kere aldıktan sonra tekrardan çalışmanın verdiği bıkkınlık hissiydi uzun ilişki. Her akşam kulaklık takıp, ezbere bildiğin parkın, ezbere bildiğin bankında oturup denizi düşlemekti. Bu denli, insanlar hep daha uzun ilişkiler kurabilmek için doğru olanı, doğru zamanda ve mekanda ararlardı. Oysa ben her daim en uzun cümlelerimi yanlış yerlerde ve yanlış zamanlarda kurmuştum. Bu da sadece o anlardan biriydi.

''Biliyorsun Dorothy, bu dediklerin adını bile unuttuğumuz kumsallara gömdüğümüz içi kurtarılmayı bekleyen dileklerimizle dolup taşan, şişesinden ucuz şaraplar kadar eskide kaldı ve ben artık kurtarılmak yerine o kumsalı döven dalgalara inat yedi yaşında istanbul boğazında özgürlüğü için kulaç atan Karl Detroit gibi mücadele vermek istiyorum gidebilmek için hayalini kurduğumuz o uzaklara.''

Ben susmayı hiç beceremedim.

Kabullenişi, tebessümü ve gözyaşları. Keşke bir ressam olsaydım dedirtti bana o an. Olsaydım da gösterebilseydim herkese. Bir galeri açsaydım, ya da yanımda gezdirip bağırsaydım insanoğluna görmeleri için senelerdir aradığı hayatın anlamını bulduktan sonra başlarına ne geleceğini.

''Nokta koymayı unuttun yine.'' dedi. Eli oturduğu koltuğun sırt kısmıyla onun sırtı arasındaki yastığın arkasına uzandı. Saçları kadar siyah bir glock çıkardı oradan. Kırk üç model, dokuz milimetre. Tek mermisiyle ortalama bir erkeğin her tendomunu parçalayacak cinsten. Sol baldırımdaki yaranın sahibi.
''Bu sana son yardımım'' dedikten sonra kafasına doğrulttuğu tabancayı ateşledi. Sarı mermi sağ yanağından girip, dilini ve sol yanağını parçaladıktan sonra biraz önce açtığı balkonun kapısından özgürlüğüne kavuştu. Aramızdaki masada duran kül tablasına oluk oluk akan kana aldırmadan bakıyordum sadece bense Dorothy'e. Elimden hiçbir şey gelmiyordu, hiçbir mimik gösteremiyordum. Gözlerimi açmış, bakıyordum sadece. ''Izin ver'' diye bağırdı. Sanırım. Ağzındaki kandan ve parçalanmış dilinden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Gözyaşları da cabası. ''Izin ver bari gideyim, yapma bunu bana'' diye bağırdıktan sonra bir kaç defa daha çekti tetiği. İlk mermi sağ kaşını parçaladı, ikincisi ise kulağını. Eli çok fazla titriyordu. Ve artık kan kaybından ötürü iyice halsizleşmiş kolunu kaldıramıyordu birde. Acı çekiyordu, çok fazla acı çekiyordu. Fakat bu kadar etkiye, tepki verecek dahi gücü kalmamıştı. Susuyordum bense. İlk defa. Belki de konuşmam ve hatta birşeyler yapmam, bağırmam, çığlık atmam gereken yerde susuyordum.

''Lüvftfen'' dedi. Göz kapakları daha fazla tutamıyordu kaşlarından gelen kan nehrini. Silahı son havliyle masaya koyup bana doğru itti. İnlemeleri sessizleşmeye, bulanıklaşmaya başlamıştı. Yuttuğu kana midesi dayanamayınca kafasının düştüğü masaya kusmaya başladı. Ağlıyordu, inliyordu ve kanla karışık türk kahvesi kusuyordu. Belki de son gücüyle bana silahı atmış olmasa, bir defa daha çekebilirdi tetiği. Fakat artık hiç gücü kalmamıştı. İnlemeler yerini hırıltıya, gözyaşları ise kana bırakmıştı.Göz pınarlarından akan kanı durduramadığı göz kapakları, açıktı gözleri.Yaşıyordu hala. Her şeyi hissedebiliyordu ama hiçbir hareket gösteremiyordu. O an, masada son dakikalarını yaşayan Dorothy'le aramızda pek bir fark olmadığını anladım. Bende hiçbir hareket gösteremiyor ve konuşamıyordum.

----------------------------------------------------------

A man has a fox, a rabbit and a cabbage, and he wants to get across the river, but his boat can only carry one of them at a time. The problem is if the man leaves the fox and the rabbit alone, the fox is gonna eat the rabbit and the same for the rabbit and the cabbage. So how does the man get across the river without losing any of them?

------------------------------------------------------------

Koltuğum titriyordu. Birer saniye aralayla tam üç kere titredi. Biri sağ yanağa, biri kaşa diğeri ise kulağa. Hayır hayır, telefonum. Titreyen telefonumdu. Biri annem, biri benden her gün dışarı çıkmam için yalvaran arkadaşım ve diğeri ise tanımadığım bir numaraydı.

''Alo''
''Alo güzel oğlum, nasılsın? Napıyorsun bir arayayım sesini duyayım dedim''

Dorothy'nin son nefesi havadaki hüzün ziftine karışalı birkaç dakika olmuştu. Gözlerimi hala onun üzerinden alamamıştım. Susuyordum ve en garip yanı, senelerdir kafamın içinde susturamadığım iç sesim dahi susuyordu.

''Oğlum bir şey desene, sesim mi gelmiyor? Alo?''
''Alo, iyiyim anne. Yeni uyandım, daha kendime gelemedim''
''Tamam ben sonra ararım seni. İlaçlarını alıyorsun değil mi?''
''Alıyorum anne.''

----------------------------------------------------------------

Kemerlerini sıkı bağla Dorothy, çünkü Kansas yok olmak üzere!

----------------------------------------------------------------
Otel odalarında kapalı devre porno yayını yapan televizyonlar gibi bir gün daha son buluyor.

Odamın Tanrı'ya bakan penceresinde izliyorum sokağı, kalabalığı ve yalnızlığı. Evimin uzak köşelerinden birinde Mac Demarco çalıyor, sigaram parmaklarımı yakıyor. Ben gözlerimi kırpamıyorum. Ne kadar acı versede kuruluğu, kırparsam Dorothy'i görmekten ve daha kötüsü, onu bir daha asla ziyaret edemeyeceğim bir mezara gömmekten korkuyorum. Son bir yaş tanesinin içinde, kirpiklerimden en kırığında izliyor oda benimle gün batımını ve Tanrı'yı. 
''Lütfen'' diyor. Duyuyorum. ''Göz kırpma, izlemek istiyorum'' Rüzgardan saklanırken, gözlerime kaçan saçlarıma aldırmadan kırpmıyorum bende. Kirpiklerimde hayatsızlığımın aşkı, izliyoruz son bir defa daha güneşin bize vedasını. Kısık ve titreyen bir sesle ''Yarınlara'' diyorum..

-------------------------------------------------------------------

''
yarın, bugünü yaşanabilir hale getiriyordu. kendimizi bir binanın tepesinde hep beraber boşluğa bırakmayışımızın tek nedeni yarındı! lotonun çıkma ihtimali, aşık olunucak insanla tanışma ihtimali, sonsuz mutluluk ihtimalini içinde barındıran o sihirli sözcük: yarın. gelecek iyi bir sermayeydi. yaşadığınız sürece bitmeyen anapara gibi. gelecek zamanda çekilmiş fiiller kulağa çok tatlı bir melodi yayıyordu.''