4 Ağustos 2019 Pazar

Jusqu'ici tout va bien




 Bir başka insanla tanışmanın birden fazla yönü var bugünlerde. Eğer kategorileştirmek istersek bunları; ki hepimizin istemeden yaptığı bir şey olarak düşünüyorum bunu, sanırım ben üç kategoriye ayırabilirim. İsteyerek, tesadüfen ve.. Üçüncüye daha bir isim ama koyamadım şimdilik o yola Tolga diyeceğim.
Birinci kategorimiz(kategori yazarken zorlanıyorum nedense);
 İsteyerek-
Umutsuzluk ve çaresizlikle dört uzuvla sarıldığın telefonlar, bilgisayarlar, belki arkadaşlarla olan akşam gezisinden önce ne olur ne olmaz diyip sipariş verdiğin dürümde soğan istememek umudu, oturağı masasına uzak olan bar taburesinden karşındaki masada duran iki ensenin arasından sana bakan birilerini aramak, zaten yapmayı bildiğin bir şey için yardım istemek ve belki de mevzu bahsi hiç olmayan bir fotoğraf çekimi için kameraman aradığını söylemek. Liste uzun gördüğün gibi. Neden uzun? Çünkü çok insan var. Hayır sadece çok insan olduğu için değil, çok insan olduğu halde, çok yalnız olduğun için.
İkinci kategorimiz(alıştım yazmaya)
 Tesadüfen-
Belki de en tatlı tanışma, en merak uyandıranı. Hayatın sen dün akşam bulaşıkları yıkarken senin için hazırlamış olduğu planlar, yaptığın en ufak hareket, aldığın en saçma karardan doğan çarklar bütünü. Hani vardır, ya beş dakika önce çıksaydın evden ya da rüzgardan dolayı koltuğuna dökülen kül tablasını temizlemeyi yarına bıraksaydın? Tüm bu sorular, büyük suskunluktan sonra gelir tabi. Her tesadüf içinde denize karşı bir bankta oturuyormuş sessizliği bırakır arkasında. Ne demiş Beydeba; kader konuşunca, insan susar.
Üçüncü kategorimiz(yok alışamamışım)
Tolga-
 Ben diye başlamak istiyorum. Ben insanların en doğru şekilde tanışmasının film, kitap ya da şarkı önerileri yoluyla olduğuna inanan biriyim. Sosyalleşmek adına çıkılan yolda dahil olduğunuz bir etkinlik grubunda sohbet esnasında bahsettiğiniz filmi duyunca gözleri parlayan o insanı bir anda farketmek gibi. Hem istek hemde tesadüf barındıran. Bu yirmili yaşlarda katıldığınız punk topluluğunun içinde kaldırım köşesinde sarhoşluktan farketmeden söylediğiniz bir şarkının nakaratına doğru giriş yapan biri de olabilir, sahaflardan birinde gezerken elinde Ferdinand Celine'in kitabını görüp, bak bu Ahmet Arif bunu da seversin dediğiniz biri de. Çünkü biz birşey okurken, izlerken, dinlerken sanatçıyla ortak bir hayata bürünüyoruz. Üretileni göğüs kafesimizde büyütüyoruz her geçen dakika. Anlayarak başladığımız bu yolculukta, sanatçının bizi anladığını düşünerek son buluyor özümseme yolculuğumuz. Derler ya bana en yakın arkadaşınızı söyleyin size kim olduğunuzu söyleyeyim diye hani. Siktir ordan. Bana yemek masasındayken bile dizlerinize koyup okuduğunuz kitapları söyleyin, ne zaman kalbiniz buruk olsa sizi huzura kavuşturan filmi önerin ya da gecenin henüz sabaha kavuşamamış karanlığında sokağa çıkıp kulaklıklarınızdan ruhunuza dokunan şarkıları dinletin. Ben o zaman anlarım sizi ancak. Mesela ev arkadaşınız Kadir'in ailesinden yemek için istediği parayla ot alıyor olması ya da çocukluk arkadaşınız Zeynep'in iki en yakın arkadaşla yatıyor olması benim için çok bir şey ifade etmez. Ne kadar zor bir hayatının olduğu, ne tür travmalar yaşamış olduğun, kaç kere aldattığın veya aldatıldığın... Hiçbiri beni seninle tanışırken etkilemez. Önemli olan (tıpkı filmlerde olduğu gibi), tüm bunlar olurken arka fonda hangi şarkının çaldığıdır. Çünkü zaten travmatik olan hayattır. Gerçek trajedi, aslında komedinin ta kendisidir. Hangi kelimeleri seçtiğindir mühim olan anlatırken unutulmaz kabuslarını. Ancak kitaplar öğretir insana acılarını kılıç olarak değil de, başkalarının yaralarını sarmak için kullanmayı.

Neyse konudan çok ayrıldım, şöyle bir toplayıvereyim bu anekdotun sonunu.
yok toplayamadım.
kategorikategorikategorikategorikategorikategorikategorikateogirkateogirkatagorikategori

------------------------------------------------------------
Suratında bir tokat patlamasıyla başladı her şey.

''Your turn GI, bang bang bang!''

 Alnından akan ter damlaları henüz çenesine varamadan buharlaşacak kadar kızarmış ve sıcaktı sol yanağı. Önünde duran Colt Python'a bakarken Nietczhe'nin ''Uzun süre uçuruma bakarsan, uçurumda sana bakar'' sözü aklına geldi. Acaba bu .357 kalibre mermi kullanan metal canavarda ona bakıyor muydu? Bakıyorsa ne düşünüyordu?

Bir tokat daha.

 ''Uyan, gel kendine gel, uyan''

Gözlerini açtığında annesini gördü, o kadar ağırdı ki herşey, zaman, alnındaki annesinin eli, burnunun içindeki plastik. Bembeyaz bir rüyadan ötekine. Çarşaflar, duvarlar, suratındaki sargılar. Her şey beyaza, midesi kadar bulanmıştı. Sinirliydi tabi, yediği tokatın yanaklarındaki yanığı haricinde pekte bir şey hissetmiyordu. Konuşmak istedi, ya bunlar bana çok kötü vurdular demek istedi, yapamadı. Çenesi kitlenmiş, titremekten yorulmuştu. Birkaç dakika sonra gözlerindeki buğulanma kalkınca, solunda duran ufak aynaya uzattı elini. Olamazdı, kendisi de oda kadar beyazdı.

Bir tokat daha.

 ''Eşkiya mısınız oğlum siz? Okuldan kaç, tuvalette sigara iç, diğer öğrencilerle kavga et, öğretmenlere saygısızlık..''

 Utangaçlığın bir rengi olsaydı bu kırmızı değil, mor hiç değil, koyu yeşil olurdu diye düşündü. Önünde durduğu tahta kadar koyu yeşil. Aldatılan bir kadının, kafa dağıtmak için arkadaşlarıyla çıkıp kendini bir başına eski sevgilisinin evinin önünde kusarken bulduğu koyu yeşil. Kaçırdığı son dakika penaltısından sonra, küfürden ağır sırtı sıvazlanan bodrumspor forveti koyu yeşili. Belki de bu yüzden mezarlıklardaki tüm ağaçlar koyu yeşildi. Tüm insanlık, utanmak için gelmiştik sanki dünyaya. El uzatıp karşılıksız kaldığımız anlardan, asla geri dönmem diyip ilk fırsatta hadi geri dönmeyi bırak, heyecanlanmamız. Tabi o bunları düşünürken, karşısındaki babasından yaşlı adam ona utanmaz diye bağırmaya devam ediyordu. Önemli olan soru yaşlı adamın söylediği değil, haklı olup olmadığıydı. Yürüyebilmenin değerini her gün dokuz beş çalışan bir postacı mı biliyordu yoksa bacaksız doğan on yaşında bir çocuk mu? Çok saçma dedi içinden, o halde hiç kitabı olmayan bir adam mı bilecekti kitapların değerini? O değer bilmek değildir, elde etme isteğiyle yanıp tutuşmaktır. Hangisi daha iyiydi henüz bunu bilecek yaşta değildi, ancak erkek arkadaşının kendisinin değerini bildiğini söyleyen kızlara ne kadarmışsın diye sormayı severdi.

Son bir tokat daha.

''Sakın gelme, sakın. Daha var bana, devam edeceksin, duyuyor musun beni? İşe yaramaz herif, aldatıcam seni gittiğinde''

Saçma buluyordu işin gerçeği tüm bu fantazileri. Tamam belki birkaç tokat vücudunda kan akışını hızlandırıp ereksiyonuna yardımcı oluyordu ama konuşmayı oldum olası sevmezdi. Erotizm ve pornografi arasındaki fark inceydi. Birkaç saat önce sevdiğini söylerken kaçan gözlerin, tüm varlığıyla küfür ediyor olması garipti. Cinsellik adı altında dolaylı intikamdı bu, onun üzerimden tüm topluma, baskılara, yakıştırılmış davranışlara ve modelleyerek öğrenme yetisine.O alınmıyordu tabi, evet diyordu sadece. Söz konusu erotizm olunca, Marquis de sade'den tüy kalemleri tek başına canlandırabilirdi yatakta, ama pornografinin ona yıllarca öğrettiği tek şey evet demekti. Mutluluğa basit yoldan erişmenin tek yoluydu. Ancak o zor seviyordu. Düşündü, sonuçta baya bir vakti vardı düşünmek için daha. Pekte zor sevdiği söylenemezdi. Kapalı kutular ardına saklamış insanlar sessizdi, kısa nefesler alıp verirdi ve en kötüsü de karanlık olurdu. O duymayı, derin nefesleri ve görmeyi severdi. Küfür de olsa, erotik nefes sanılmış astım krizi de veya beyaz ışıkta tel tel görülen sırt kılları da. Atladığı suyun dibinde ne var bilmek isterdi.

-----------------------------------------------------------------

 birinci hikaye; Silah zoruyla oynadığı rus ruletini kazandı, hemde ard arda üç defa. Birkaç gün sonra idam taburu tarafından öldürüldü.

ikinci hikaye; Başarılı geçen bir burun ameliyatından sonra hayatının en uzun bir buçuk haftasını yaşadı, yeri geldi sinirleri bozuldu ağladı, ağzı kurudu, yutkunamadı. Plastikler alındıktan sonra tekrar nefes almanın keyfini dört ay sürebildi. Bir bar çıkışında olan kavgayı ayırmak için girdiğinde, kör yumruk tekrar burnunu kırdı.

 üçüncü hikaye; Davranışlarını devam ettirdiği için dönem sonunda okuldan atıldı, açık liseye kayıt oldu. Otomobil kokuları satan bir mağazada kasiyer olarak çalışıyor.

dördüncü hikaye; Aldatıldı.

----------------------------------------------------------------

All them witches'ın Our mother electricity albümünde Elk blood heart şarkısını dinliyorum. Saat sekiz kırkyedi. Birkaç gündür, belki bir hafta olmuştur, akşam dokuz sularında uyuyup gece iki üç gibi uyanıyorum. Daha fazla vaktim oluyor kendime gelip, güne alışmak için. Bu aralar günlere alışmak zor oluyor. Bugün pazar mesela, ama bunu yazabilmek için önce düşünmem gerekti. Alışverişe çıktım birkaç saat önce, abur cubur falan almaya işte, öyle bir film gecesi yapayım dedim, listemden birşeyler izliyeyim. Neyse aldım üç beş birşey, daha önce denemediğim kakao kaplı yuvarlak şekerlemeler, tuzlu krakerler, içecek vesaire. Öyle dedim hazır gelmişken dondurmada alayım, kalsın dolapta pek sevmem aslında ama insan istiyor bazen. Ben öyle iki üç parça birşey almak için gelmiştim, girerken sepet almamıştım elime, baya kucağım dolu bir şekilde girdim sıraya. Kasa da farkettim her şeyden iki tane aldığımı.
 Bu aralar günlere alışmak zor oluyor.

----------------------------------------------------------------

''Atlıyor muyuz?''
hayırhayırhayırhayırhayırhayır
''Atlıyoruz tabi, atlamayanın mınakoyım''
''Bir''
Bu kadar mı zor istemiyorum demek? Korkmuyorum atlamaktan, ama canım istemiyor şu an demek. Neden bahane veriyorsun ki? Korksan ne olacak? Kime neyi kanıtlamaya çalışıyorsun?
Bilemiyorum, korkmaktan mı daha çok korkuyorum yoksa bir korkak olarak gözükmekten mi. Bazı geceler geliyorum buraya, anlamak için.
Atlamak için değil tabi.
Yok, anlamak. Acaba ben insanları etkilemek için mi yaşıyorum?
Yaşıyorum değil, ölüyorum olacaktı galiba o. Bakın, en güzel ben ölüyorum.
''İki''
Bir profesör vardı ya, derste eline yüz dolar alıp buruşturan, yere atıp üstüne basan ardından bu parayı kimler kabul eder diyen
Evet, tüm sınıf el kaldırmıştı alabilmek için.
Hah işte, ben o para olmayı seviyorum sanırım. Ne kadar kırılsamda, korksamda, yaralansamda insanların yine de beni kabul etmesi hoşuma gidiyor.
Sen çok yanlış anlamışsın ama.
Neyi?
İnsanlar o parayı istemiyor ki, o parayla elde edebileceği şeyler istiyor. Yoksa kim tutar ki sırf kirli olduğu için sevdiği yüz doları cebinde. Bir an önce harcamak, tüketmek istiyor tüm öğrenciler. Unutmak o paraya dokunduklarını, başkasının üzerine bastığı, değer vermediği bir şey için efor sarf ettikleri gerçeğini.
Sen hiç eline bir on lira alıp, kim bilir kimler neler yapmıştır tam bu kağıt parçası için diye düşündün mü? Kimler dokunmuştur, belki üç ay bir kavanozda kalmıştır yaz tatili için biriktirilmiştir, karnı aç olan biri yerde bulmuştur, tamam kabul edelim kimse on lirayı rulo yapıp kokain çekmez ama belki birileri bu on lirayla alınan paketten içmiştir ilk sigarasını, güzel bir akşam yemeğinden sonra çıkılan yürüyüşte pamuk şeker ısmarlamıştır bu on lira güler yüzlü bir kadına.
Hayalperestsin.
''Üç''
Neden atlamadın?
Cebimde on lira var.

-----------------------------------------------------------

Bir çığlık atıyorum rüyamda, sesim çıkmıyor ama camlar çatlıyor, pencereler patlıyor. Böyle slow motion cinsinden, bana doğru patlıyor, sanki çığlığı içime doğru atmışım.

 Yazdığım bir kitap vardı, böyle bir deftere. Baya emek harcamıştım, senelerce üstünde çalışmıştım. Boktandı, gerçekten. Yirmi yaşımda bir sevgilim oldu, tam sevgili de sayılmaz ama iki aylık bir tek gece gibi. Sanki her evine gittiğimde sarhoştuk, daha o gün tanışmıştık ve depresyondaydık. O denli sevişmeler olurdu anlayacağınız. Yabani, yabancı, göz kontağı az olan. İşin garip yanı hiç evden çıkmazdık. Neyse, ben bu defteri ona götürmüştüm, zaten onda kalıyorum, yazmaya devam ederim dedim sıkıldıkça. Sonunda tabi dışarı çıktık. Bu ikinci dışarı çıkışımızdı o geçen zamanda. İki ay önce gittiğimiz bara gittik ve orada ayrıldık. Çok klasik bir ayrılık olduğu için nedenlerini yazmayacağım zaten anlamışsınızdır zaten konumuz o değil. Aylar sonra, sarhoş bir şekilde, arkadaşıyla birlikte kapıma dayandı. Yani dayanmış, ben o sıralar başka bir evdeyim. Aradı beni, güney afrika aksanıyla türkçe konuşan bir çocuk bana diyor ki 'Abi, burada iki kız var evinmiş burası, aşağı inecekmişsin' Dedim ben evde değilim. Çocuk anca ''inecekmişsin'' diyor. Ver dedim, konuşmayacakmış dedi. İyi dedim ne hali varsa görsün, evde değilim ama. Bakmayın, beklesinler geliyorum der beş dakikaya da giderdim, ama istemedim. Şimdi sarhoş, belli arkadan sesi geliyor, ağlayacak, kusacak sonra o kusmukla bana sarılmaya çalışacak. Zaten gözümde bir değeri yok dedim bari daha düşmesin ben bu olayı unutayım. Unuttum da. Peki diyeceksiniz unuttuysan niye buraya yazıyorsun.
 Kitabı yazdığım defteri getirmiş meğerse.
Yıllar sonra aklıma o defter geldiğinde nerede diye ararken düşündüm bunu. Kitabı en son ona götürmüştüm, aldığımı hatırlamıyordum. Ondan sonra o kitaba yazdığımı da. Kapıma dayandıktan birkaç gün sonra temelli gitmişti Eskişehir'den. Yaz bu kitabı, devam et diye getirmişti. Bir kadını aylar sonra kapıma dayandıracak bir kitaptı galiba. En kötüsü de, hiçbir cümlesini hatırlamıyor olmam.

 Belki de en önem vermediğiniz, en saçma ilişkilerimden dediğiniz insanlar bile, giderken sizden en sevdikleri yanınızı alıp gidiyorlar. Birlikte izlemeyi sevdiğiniz filmi, önerdiğiniz bir şarkıyı, sigarayı nasıl tuttuğunuzu, seçtiğiniz bazı kelimeleri, sabah ondan erken uyanıp kahvaltılığın yanında bir de dondurma almanızı. Siz zamanla geçti sanıyorsunuz, unuttum diyorsunuz. Kim bilebilir ki, belki nasıl harcadım ben bu kadar parayı on beş günde dediğiniz zaman sıraladığınız yemekler, içilen biralar, alınan kıyafetler değildir paranızın olmayış nedeni. Belki de çalmıştır birileri. Ya da unutmuşsunuzdur bir masada o hiç çıkarmadığınız güneş gözlüğünü. İster israf diyin, ister dikkatsizlik. Ama ben kader diyeceğim. Paranın çalınmasına da, gözlüğü unutmaya da, o kitabı bir daha hiç hatırlamayacağıma da. Çünkü ancak böyle yatıştırabiliyorum kendime olan sinirimi. Belki diyorum, belki böylesi daha hayırlı oldu.

nah oldu.

----------------------------------------------- Gökdelenden düşen adamın hikayesini duymuş muydunuz?
Her katı geçtiğinde kendi kendini teselli ediyormuş;

''Buraya kadar her şey yolundaydı... buraya kadar her şey yolundaydı... buraya kadar her şey yolundaydı...''

Nasıl düştüğünüzün önemi yoktur ki.
Önemli olan yere nasıl çarptığınızdır.