Aslında biz böyle adamlar değildik. Üzmezdik kimseyi demeyeceğim. Üzerdik. Ben kadınları, bu kendini, şu sevdiklerini. Aslında şunu sevende pek olmazdı ama yine vardı onun adına üzülen.
Benim sorunum kendimleydi. Kendimden korkar, kaçarken kadınlara çarpardım. Düşerdi ellerinden kitapları, alırdım bir tane koşmaya devam ederdim. Koşarken okudum ben hep. Öyle dalar giderdim ki kitaplara, umrumda olmazdı düşürdüğüm kadınlar. Kah Ferdinand Celine'in şehirleri olurdum, kah Oğuz Atay'ın bozuk toplum yapısına mahkum düşmüş demiryolu hikayecisi. Çöller aşar, dudaklarım çatlar, okyanusla karşılaşınca birkaç kere boğulmaya çalışır alkolde, sonra arkamı döner koşmaya devam ederdim. Başlardım bu sefer. Düşürdüğüm kadınlara selam vermeye. Hayatlarına, dudaklarına uğramaya. Düşürdüklerimi kaldırıp, af dilemeye. Kitaplarını ve kalplerini geri vermeye. Kimisi küfür ediyordu tabi arkamdan, kimisi şiirler okuyordu. Zaten hiçbir zaman tam anlamıyla kötü bir adam olamadım. Kötü oldum, adam oldum. İkisini bir arada olamadım. Kötü olsam, adam değilsin lan sen dediler, adam olsam senin içinde iyi biri var insanlar bunu göremiyor dediler. Oysa içimde olan tek şey Sabahattin Ali'nin şeytanıydı. Belki de dünden kalma yarım simit. Zayıfladım koştukça, elimde hep bir sigara olduğu için hiç sağlıklı olamadım. Sokak çalgıcıları eşlik etti bana, çingeneler takıldı peşime. Koştuk hep beraber. Vazgeçti onlar. Ben durmadım. Ardıma bile bakmamaya başladım. Unutmuştum neyden kaçtığımı. Sadece koşmak istiyordum. Daha fazla. Mutluydum. Kaçarken. Hiçbir yere ait olmadığımı insanlarda biliyordu, büyük sorumluluklar yükleyen gözlerle bakmıyorlardı bana. Biliyorlardı işte. Tolga diyorlardı. Ne bekliyordun ki?
Bak bu adam çok daha farklı. O kendinden kaçmıyor. Kendini bir perdeye kilitlemiş. Kadınlar geliyor, insanlar ölüyor, için için yiyor kendini. Ne zaman uzaklaşmak istese kendinden, kim olduğundan, o perdeye bakıyor. Ne olduğunu görebilmek için. Hatırlamak, uzaklaşmak için ardından. O perde öyle herhangi bir perde değil. En beyazından perde, en yeşilinden çam, en kutsalından tahta. Bütün korkusunu, gerilimini, şüphelerini ve sorularını. İnsanoğlunun tüm mantığını bırakıyor askılığa, üzerinden çıkarıp. Asıyor perdenin yanına. İzliyor kendini. Neler yaptığını, yapacağını. Kafamıza taktığımız o ufak dertler var ya, ayıplarımız, günahlarımız, olur mu lan öyle şeylerimiz. Bırak bu ayakları diyor, kesiyor bileklerinden. Bırakıyor bir kutuya. İçinde halat olan bir kutuya. Oyuncular çıkıyor ortaya. Düşünmüyor o. Yeteri kadar sarhoş olabilmek için alkol bulmaktan başka. Ne için yeteri? Daha fazla unutmak için. Bilirsiniz çocuklar. Her zaman daha fazlası vardır. O daha fazla insan olduğunu unutmak için içiyor. Bir arkadaşım vardı, ne zaman hap atsak kendini panther sanardı. Bir ayağını duvara dayar, içine kapanırdı. Korkardı. Kadınlardan, toplumdan ve gelecek günlerden. Ama aynı zamanda, ayağı hep duvardaydı. Atlamak için, parçalamak için. Beklemedikleri anda, kaçıp gitmek için belki de. Neyse, neden bunu anlattım bilmiyorum ama.. Bu adam öyle değildi. Bu adam sadece insan olduğunu unutmak istiyordu. Ne olduğu, nasıl olduğu önemli değildi. İnsani dertlerden, yalnızlıktan, soğukluktan. Kurtulmak istiyordu. Bazen şişelerce şarapla, bazen alayla, bazen halayla. Yapacak gücü olduğu sürece, her yol mübahtı. Bu yüzden sevilmezdi belki de bu adam. Her yol mübahtı. İnandığı, istediği şey için. Ela gözlü dilberi, bu yüzden sevmezdi belki de onu. Belli sıfatlar sunmayacağım size. Korkusuzdu demeyeceğim. Çok fazlaydı. Her şeyden çok fazla vardı bu adamda. Daha fazlasını isteyemeyeceğiniz kadar. Sanki bir sonraki gün daha fazla sevemeyecekmiş gibi sever, bir sonraki gün daha fazla içemeyecekmiş gibi içerdi. Çok fazlaydı. Başkasına yer yoktu belki de ufak beyaz perdesinde. Çok fazlaydı. O kadar çok kişiye yer varken, kimse cesaret edemezdi göğsündeki mezara girmeye. Bir şeyler yapardı çünkü o. Kimsenin inanmayacağı şeyler. Ama alışmıştı artık iğrendiği insanlık ona. Biliyorlardı onu da. Berkin diyorlardı. Ne bekliyordun ki?
Şu adam peki? Görüyor musun? Orada bak? Bardayız seninle. Gülüyoruz. Gözlerine bakıyorum, konuşuyorum. Alıntı yapıyorum aslında, ama sen bilmiyorsun. Etkileniyorsun. Şimdi, ayır anksiyetik gözlerini benden. Bak arkana. Şu köşede, kolona yakın kısımda. Önünde birası, çerez yerine bir paket sigara bir de. Etrafına bakıyor, kafasını öne eğip bira şişesinin ambalajını yoluyor. Şu adam kim biliyor musun? Hiç kimse. Şimdi bana bak. Konuşuyorum hala. Bu sefer sevdiğin bir yazardan alıntı yapıyorum. Baktım çünkü. Paylaştığın kitap fotoğraflarına baktım. Okuduğunu umarak alıntı yapıyorum. Çalıştım hepsine. Anlıyorsun, gülümsüyorsun. Etkileniyorsun. Şimdi bak arkana tekrardan. Aynı köşeye. Aynı adama. Adamlar ve kadınlar var yanında. Bir sürü. Nasılda konuşuyor hepsiyle? Gülüyorlar. Etkileniyorlar. Şu adam kim biliyor musun? Herkes. Gelecek kaygısı için ağlayan ergin, bizi sistem böyle yaptı dedikten sonra bira şişesinin taş masaya vuran anarşist. Şu adam kim biliyor musun? Kurt Cobain'in sesi o adam. Çatallaşmış, zorlamış kendini ama sonunda rahatlamış. Salmış. Her şeyi. İplerini değil sadece. Sakalını değil. Kendini. Bir boşluktan aşağı. Ve o hepimizin kaybolduğu hissizlik, yalnızlık, kabus dolu uzayda o adam huzuru bulmuş. Özlediği zamansa dertleri dinlemiş, hak vermiş. Sonra geri çekilmiş boşluğuna. Esrar, alkol. Adını sen söyle. Arabası, atıymış o adamın. Boşluğundan, dünyaya. Dünyadan, boşluğuna. Bak bana şimdi. Konuşuyorum biraz, ama çoğunlukla susuyorum. Güzel bir müzik çalıyor sokakta, onu dinliyorum. Sende duyuyorsun. Sözlerini bildiğim bir şarkı bu. Gözlerine bakıyorum. Bir.. iki.. üç.. Beklediğim nakarat geliyor.. Gülümsüyorum. Daha ne kadar etkilenebilirsin? Şimdi dur. Bak arkana. Bu sefer şu adama değil. Yanında olan kadınlara. Nasıl bakıyorlar dikkat ettin mi? Vücuduna, gözlerine. Konuşmasına. Masanın çevresine doluşmuş onlarca esmer adamdan daha anlamlı kelimelerine ve sarı saçlarına. Rahatlığına. Umursamazlığına. Sevmeye başlıyorlar yavaş yavaş. Rahatlığını, gözlerini, umursamazlığını. Sevdikten sonra onları üzecek şeyin bunlar olduklarını bilmiyorlar. O gözler, o rahatlık, o umursamazlık. Eh işte. Kadınlar böyle. Onu suçlayacaklar sonra. Bakma öyle, evet. Kabullenemezler çünkü. Umursanmadıklarını kabullenemezler. Kim kabullenir? Ama biliyor insanlar onu.. Aslında.. Bilmiyorlar. Benden ve bu adamdan başkası bilmiyor şu adamı. Furkan diyorlar. Furkan işte. Çok iyi çocuk. Bakma bana öyle. Böyle diyorlar tabi ki. Herkesle yeteri kadar konuştuğu, yanında durduğu için. Dünya'ya pek fazla uğramadığı için. Furkan işte. Ne bekliyordun ki?