23 Temmuz 2015 Perşembe

Şafağa karşı, boylu boyuna uzanmış kurgular


''Lan lavuk, baksana bi' şuraya!''

Aslında Niyazi Abi güzel adamdır. Bakmayın böyle kabadayı jargonuyla konuştuğuna. Mahallenin hala bunamamış yaşlılar anlatır;

''Böyle sakallı sakallı adamların resimlerini asardı evine, ecevitçiydi. Gelir mahallenin kahvesine, tabi biz o zamanlar hamallık yapıyorduk, anlatırdı haklarımızı, zenginlere boyun eğmeyin derdi. Böyle taştan putlar yapardı, büyük büyük. Satardı onları. Ekmeğini kazanamazdı yine gariban ne yapsada. Ne olduysa o Asuman yüzünden oldu.''

Sanatçı ruhlu güzel abimizdi Niyazi Abi. Eh, o vakitlerde nerede sanatçıya kız. Edebiyat öğretmeni Asuman ablayı sevmiş, kaçırmış, yıldırım nikahıyla evlenmişti. Eve tek giren para, Asuman Abla'nın olunca, başta aşktan meşkten olsa gerek iki üç yıl göremedi sefilliği. Aşık adamdı Niyazi abi. Çok aşık adamdı. Sonra zor zamanlar başladı, Asuman Abla'nın tayini çıktı, almadı yanına sevgili heykel traş abimizi. Yarı yolda bırakıp, gitti. Giden bilmez geri de kalanın neler çektiğini derler. Tahmin edemez. Ama geri de kalanlar bilir gidenleri. Düşünür. Yemek yemezler, su içmezler, düşünürler. Bir karamsarlık çöktü taştan heykellere. Sonra Niyazi Abiye. Kah dedi o benim aşkımı kaybetti, kah dedi benden adam olmaz. İntiharı düşündü, urgan alacak parası bile yoktu cebinde. Her sanatçı, delirir kaybedince duygularını. Ama kızgınlık olarak değil. Duygularıdır çünkü tek varlığı, umudu. Çok büyük hata etti güzel abimiz. Tüm duygularını söktü ciğerinden, yükledi çelimsiz bir kadının sırtına. Taşıyamadı kadıncağız, atmadı da sırtından. Aldı gitti. Hızlı gittiği içindir belki de, döküldü sağa sola. Çok uzaklardaki sağlara sollara. Çoğu sağa döküldüğünden herhal gidip toplamadı Niyazi Abi hiçbirini.

İşsizlik kol geziyor o sıralar sokaklarda. Açlıktan ölmeye yakın iş aramaya koyuldu bizim güzel abimiz. Beyne ihtiyacı yoktu memleketin. Kas gerekiyordu, ağır işleri kaldırabilecek. Terini paraya çevirebilecek insanlar arıyorlardı. E taşı sıksan ter akıyordu, kan akıyordu ülke de. Sizin anlayacağınız yapamadı bizim sanatçı ruhlu, sanatçı vücutlu abimiz başka işlerde. Ev sahibi dayandı kapıya, sonra Niyazi Abi dayandı. Koydu başını şöyle, eski(!) evinin soğuk duvarına, bir sigara yaktı. Yanında malzemeleri, bohçası. Zeki Müren yanılıyordu. Hoş değildi yıldızların altında sevişmek. Özellikle Niyazi Abi'nin düşünceleriyle sevişmesinden halliceyse. Oscar Wilde der ki ''Milletler parasızlıktan değil, ahlaksızlıktan çöker.''

Niyazi abimiz ahlaksızlıktan değil, parasızlıktan çöktü. Çökünce de ahlaksızlığa doğru uzattı sağ elini. Sol eliyle dövmezdi kimseyi. Sol eliyle haraç almazdı. Dayak yedi bol bol önce. Ona kızdı, sinirlendi, bağırdı. Asuman'a olan, hayata olan nefretini döktü her yabancıya. Bir bıçak buldu, gezdi lüks evlerin önünde. Ondan para aldı, bundan para aldı. Uzadı sakalları. Sertleşti suratı. Heykel gibi adam oldu sonunda. İçi bomboş, dışı sert mi sert bir adam oldu bizim güzel, yumuşak kalpli abimiz. Kimimiz ağlayarak döker içindekileri, kimimiz anlatarak yabancı vücutlara.O kanla döktü. Kanaya kanaya unuttu Asuman ablayı. Biraz abarttı polisler herhalde, hele ki duyunca eskiden sanatçı olduğunu. Niyazi abi kendini de unuttu. Devir değişmişti. Ecevitçiler yoktu sonuçta artık. Vurdular da vurdular abimize. Bir türlü eğemediler ama boynunu.

Yaşlanınca çekildi mahallesine. Mahallenin deyimiyle ''anarşik''lerdendi. Kültürlü bir caniydi. Ağzı laf yapıyordu elbet. Gençleri topladı, evsiz, yurtsuz tinercileri. Abilik yaptı, bıraktırdı o illetleri. Ah Niyazi Abi, az mı Robin Hoodçuluk oynadı şu sokaklarda. ''Dünyanın adaletini önce sikeceğim, sonra düzelteceğim'' diye az mı bağırdı. Ne olurdu sanki gitmeseydi Asuman Abla? Ki o diyorki ''İyi oldu gittiği. Okumuştuk zaten çoğu kitabı, yapmıştık heykelleri, yakmıştık resimleri. Hayata bir kere geliyorsun 'mınakoyım. Ben bu çocuklara ne öğretiyorum? Yerde gazete parçası bulsanız bile alıp okuyacaksınız!. Sende öyle yapacaksın. Yerde bir fırsat mı var, başka bir hayat mı? Alıp korkmadan yaşayacaksın.''

''Buyur, Niyazi Dayı.''
''Ne oldu lan senin kitap? Ben sana demedim mi geciktirmeyeceksin bu işleri diye!''
''Abi ben daha hazır değilim, o kadar şeyi yaşamaya güç bulamıyorum daha kendimde''
''Sikerim lan senin hazırlığını, gücünü. Ölüp gideceğim zaten şu kodumun kaldırımlarında, bari yastığımın altında senin kitabınla öleyim lan kerata. Az mı yedin içtin bebekken elimizden''
''Eyvallah Dayı. Söz yakında çıkartacağım. Bir toplayayım şu durumla..''
''Sen yazdın değil mi beni o kitaba? O kadar şey yarattık biri kalmadı adımızı hatırlatacak. Bari sende olsun bir şeyler!''
''Yazdım dayı.''
''Şuayip yazdın değil mi?''

Garip adamdı Niyazi Dayı. Hatırlanmak istiyordu. Ama ondan Şuayip diye bahsetmemi istiyordu. Belki Asuman alır okur, acır ona diye korkuyordu. Geri gelir, bir şeyler söylemeden bakar öylece diye korkuyordu. O baktıkça Niyazi Abi, güzel abimiz hortlar mezarından, diri diri yontar bu taştan adamı diye korkuyordu. Ah, Niyazi Dayı. Mahallemizin kabadayısı. Ne de çok korkusu vardı. Ne de çok aşıktı hala.

''Evet dayı, öyle yazdım.''
Paltosunun cebinden sararmış bir kağıt parçası çıkardı, elimi tuttu, avcumun içine sıkıca yerleştirdi ve iki eliyle kapattı yumruğumu.
''Bak bunu al, eve gidince oku. Böyle yazsın Şuayip'in mezarında.''
''Başüstüne dayı, yazarım oraya.''
''Hah şöyle. Hadi şimdi siktir git, dükkanın önünü kapatıyorsun. Eğer onu gösterirsen birine, seni buradan, aşağı camiye kadar döverim anam avradım olsun. Hadi hızlı hızlı.''
Dayanamıyor, gülüyorum. Başımı eğip bir selam verdikten sonra koyuluyorum yoluma.
''Sende dayı, sende kendine iyi bak.''
Bazı insanların seçtiği kelimelerin ne olduğunun bir önemi yoktur. Yazarlar iyi bilir bunu. Aslında kelimelerin ne kadar farklı şeyleri çağrıştırdığını çok güzel algılarlar. Soğuk bir sonbahar hüznü, kıştan hallice bir utangaçlık.
''Helal be, aslan oğlum benim. Hadi, çabuk git yaz onu oraya. Gece rahat uyuyamam yoksa. Lütfen kimse görmesin, beni böyle kabadayı bilirler, rezil oldum olacağım kadar, bir daha yaşatma bana o acıları. Kal sağlıcakla evlat.''

Aslında Niyazi Abi güzel adamdır. Bakmayın böyle kabadayı jargonuyla konuştuğuna. Mahallenin genç Niyazi'si dedikleri bilir aslında, ne yapsa da unutamadığını hala Asuman'ı. Ne kadar korksa da, geri dönmesini istediğini. Ve hala umudunun tükenmediğini.

''Eğer bir gün tutunacak dalın kalmazsa, ben hala kırdığın yerdeyim.''

Neymiş sevgili okurlar, sayın efendiler;
Unutulanlar, unutanları hiçbir zaman unutmazlarmış.

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Son bir şarkı daha



Ve sonra ekran kararır...



En alçantrak sonlardan, sonsuzluğa.
                                                   
                                                             Ölümcek kadına.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

''Saylanmaz''


 ''Ben -en azından- yüz yüze bir elvedayı hak etmeyecek kadar ne yaptım sana?''

Çok şey. Gidiyorsun şimdi, bakıyorum bende. Ardından ama sana değil. Geçmişe. Sırtında bir aynayla, uzaklaşıyorsun kurak topraklarımdan. Barınacak yer olmayan, soğuk rüzgarların estiği bir akşamüstümden uzaklaşıyorsun. Kaç sene oldu? Çok sene. Her kelimenin ya çok, ya da hiç'le başladığı bir gemiydi. Biz az'ları almadık gemimize. Geleceğe taşımadık pişmanlıkları seninle. Güldük. Çok güldük. Ağladık. Çok ayrı, çok uzak yaşadık çoğu şeyi birbirimizden, ama hiç yakınlığımızı kaybetmedik. Hatırlarsın. En son ben ölüyordum, koşuyordum sona doğru. Sonra yoruldum, dinlenmek istedim. Sonra tekrar koşmak için. Hayat dedikleri yol çok uzun. Ve bizler, şarkılara atlayıp, torpido gözündeki üç fişek, bagajında dört şişeyle basıyorduk gaza. Bakıyorum şimdi, şarkılarımın dikiz aynasına. Ve seni görüyorum. Eski birkaç sevgilim hep derdi ki ;

''Düşünme hak edip, hak etmediğini. İlişki bu. Adaletli olmak zorunda değil.''

Ben en azından yüz yüze bir elvedayı hak ediyordum sanki. Belki ben etmesem de, sabahladığımız geceler, içilen onca alkol, atılan kahkahalar ve düşen gözyaşları. Onlar ediyordu. Yalınayak gezdiğimiz kumsal, dostlarla konuşulan anılar. Ulan hiçbiri değilse de, annem bir vedayı hak ediyordu. Belki de haklı eski sevgililerimin anısı.

''Sen hiçbir şeyi hak etmiyorsun artık, Tolga!''

Dört duvarım var benim. Biri hafifçe yeşillenmiş, birinin sıvası dökülmüş. Diğer ikisi senin anın dolu. Geceleri gördüğüm yüzün, sana söyleyemediğim kelimeler, canını yaktığım günler, arsız sevişmelerimiz, tutkulu dokunuşlarımız. Bil ki gidişin değil canımı yakan. Kendini suçlama. Birimizin artık gitmesi, diğerini yeni bir hayata itmesi gerekiyordu. Yaşadık. Son kullanılma tarihimiz vardı. Geldik, geçiyorduk. Geçtik. Bayatladık biraz, kelimelerimiz iyice küflendi. Tutkularımız pas tuttu. İşlemeye çalıştık, yorulduk. Başaramadık eski günleri yakalamayı.

''Hep şu telefonda söyleyemediğimiz akşamüstü mesajları yüzünden hayat böyle.''

Dalgalar yükseliyor boğazımda, sevgili. Sonlar değil, o sonun nasıl gerçekleştiğidir can yakan. Unutacağım ben bunu, sırf zedelenmesin diye. Sarhoş gecelerimde, hatırlamamak için böyle bittiğini. Onca tebessüme bir duvar çekmemek için. Akşamüstü çekilen kısa bir mesajla kaçtığını, anlatmamak için kumsala. Annem bile bir mektup yazmıştı.

''Now that I've lost everything to you
You say you wanna start something new
And it's breakin' my heart you're leavin'
Baby, I'm grievin'
But if you wanna leave, take good care
I hope you have a lot of nice things to wear
But then a lot of nice things turn bad out there''