27 Nisan 2016 Çarşamba

Ölüm bizi ayırana dek

''The darkness enfolds, the shadows shroud; Yet only your heart is what cries aloud. From this forest, like a bleating foal, The trees will see one more phantom soul. Though a shroud you may now don, Your sad ghost must still carry on.''

Ufak titreşimler hissediyorum. Arılar varmış gibi kalbimin içinde. Sabahın ayazı vurmuş evimin duvarlarına, bense sıcacık bir battaniyenin altında uyanmaya çalışıyormuşum gibi. Alışkınım bu hisse. Yedi kere daha geldi başıma. İlki 11 yaşındaydı. Yan koltukta annem kitap okurken uyuyakalmış, bense o vakitlerde adını bile hatırlamadığım devlet onaylı bir kitabın sayfalarına daireler çiziyordum. Bir elimde kalem, bir elimde pergel. Bir an. Bir an o kadar sıkılmıştım ki, gitmek istedim. Kaçmak, uzaklaşmak. Fakat çaresiz ve de güçsüz görüyordum kendimi demir kapıları kırıp çıkmak, sokağın karanlığıyla ve insanların sapsarı dişleri, kan kırmızı gözleriyle savaşmaya. Bir tavşan deliği gerekiyordu bana. Belki saklandığım masanın altında, belki odamın çimen yeşili duvarında. Belki.. Belki kolumda. 11 yaşındaydım, elimdeki pergelle bir tavşan deliği açtığımda koluma. Sığamadım sandım başta. Bembeyaz duvarlar, bembeyaz insanlar vardı gözlerimi açtığımda baş ucumda. Geldim mi dedim, uyandı dediler. Koştu sarıldı kim varsa boynuma. Geldim dedim. Burası kolumun, damarlarımın içi olmalı. Rüyalarımdaki sevgiler, ilgiler yağıyordu üzerime. Sonra. Sonra tekrardan döndüm o alçak, çimen yeşili duvarlara. Hayır diye haykırdım, hani gitmiştim, giden geri döner mi diye bağırdım..Oysa duymadı kimse. Bir ben, bir de babamın malzeme çantasından düşürdüğü paslanmış pense. Tekrar dedim, demirden dikişleri sökmek istedim bir bir demir penseyle. Açıldı çimenden mahsenimin kapısı, babam girdi içeri. Dedi ki pense burada mı, düşürmüşüm galiba sökerken çivilerinden tahtayı. Söylemezdim hiç yalan, al dedim, titriyordu ellerim, uzattım yine de.

 İkincisini kovaladı üçüncüsü. Hiç durmadan devam ediyordu kaçışlarım. Penceremden atlıyor, koşturuyordum denizlere, gözlerimi kumsalda açıyor, yürüyordum başım öne eğik eve. Uzanırdım yatağımda sessizce, kurardım planlarımı bir bir keyfimce. En büyük neşe kaynağım olmuştu intihar planlarım uykusuz ve karanlık gecelerimde.
 Hatırlamasam da şimdilerde, beşinci, altıncı, yedinci. Hiçbiri kaçıramadı beni bu dipsiz ve derin çukurdan. Birileri sürekli çekip kurtarıyordu beni, huzurlu mezarımdan. İlk başta ilgi çekmeye çalıştığımı düşünmeyenler, üstüme geliyordu her gün. Sanki her yerde karşıma çıkıyordu, kaçış yok gibiydi psikologlardan, doktorlardan ve de umursuyormuş gibi yapan o sahte suratlı kadınlardan. Yaşam dolu gözleri bulandırıyordu midemi, göremiyorlardı içimdeki çukurun dibini. Ellerimden tutup oturuyorlardı uçurumun kenarına, ne zaman ileri doğru itsem kendimi, yakamda bitiveriyordu elleri.
 Sevgi diyordum, aşk diyordum, izin vermeyecekse mutluluğa, ne anlamı kalır ki hissetmenin bu köhne boşlukta?
 Sarılmak varken içindeki her organa, ne gerek vardı ki yaldızlı yalanlarla süslenmiş tenlere dokunmaya?
 Tutmak varken aşkının kalbini avuçlarında, ne lüzmu vardı başını binbir parfümle kapatılmış ter kokusunun içine basmaya?

''I will rip off my wings, and grow my own,
Why waste my energy and time trying to fly up,
When I can just glide down?''

Fakat hiçbir anlamı yoktu artık bunların. Başarmıştım sonunda. Yerçekiminin eskittiği bedenim orada uzanıyordu. Bense ayağa kalmış, bakıyordum beni uyandırmaya çalışan doktorlara. Gülümsüyordum bir yandan çabalarına, korku duyuyordum bir yandan da başarma olasılıklarına. Dikilirken öylece orada, bir siluet belirdi koşuşturup duran hemşirenin arkasında. Üzerinde uzun, siyah bir cübbe, eski, pek tozlanmış bir kitap elinde. Bakıyordu bana, gözleri yoktu. Bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, fakat dudakları da yoktu. Bembeyaz boş bir surat, sivri mi sivri. Bir şeyler dememi bekliyor gibiydi aynı zamanda. Beni gece yarısı bir çıkmaz sokağa sıkıştıran birkaç kırma sokak köpeğiyle karşılaşmış gibi sallanıyordu, kasılıyordu bacaklarım. Çöktüm arkamdaki tabureye, elimle dokundum arıların uçtuğu kalbime.

 ''Geldim mi?'' dedim sessizce, eğikti başım öne. Sanmıyordum bir daha bakabileceğimi, beni izleyen gözsüzlüğüne. Bir hareketlenme sezdim tam önümde. Kaldırdım başımı, baktım hafifçe. Salladı o da başını, bir anda upuzun saçları oluverdi. Simsiyah, dümdüz saçlar. Parıl parıl parlıyordu odanın ucuz florasan ışığında. Ovaladı göz yuvalarını, damarları parmak uçlarına kadar belli olan kar beyazı elleriyle. Odamın çimeninden gözleri göründü, kırptı birkaç kere. Kirpikleri battı sanki o an, arıların bir türlü ulaşamadığı yere. Dudakları yeni vişne yemiş bir kız çocuğunun dudakları gibi kankırmızı, burnuysa öyle bir biçimdeki sanki bir mezar taşı. Ben izlerken tüm bu olanı, doğrulmuş boynum, göz göze getirmiş beni habercimle.
 ''Yok'' dedi. Pürüzsüz sesinde ki alaycılık kimya dersinde öğretilen yağın suyun üzerinde yüzmesi gibiydi.''Bak görmüyor musun? Hala uğraşıyorlar, tırnaklarını saplamış, tutuyorsun sende yaşama, hayata.'' Gülümsedi, yürüdü sonra. Geldi oturdu yanımdaki masanın kenarına. Gözlerini benimkilerden söküp fırlattı bedenimle uğraşan doktorlara. ''Senelerdir anlamadım, neden istemiyorlar kabullenmek, neden dayanıyorlar onca yoksulluğa, açlığa, savaşa.''
 Ellerime bakıyordum bense, hangi tırnaklar onlar tutunan hayata? Söyleyin, gösterin, kırayım gözümü bile kırpmadan bir anda. Dediklerini duydum sonra, bir tebessüm kondu dudaklarıma.
 ''Bunlar'' dedim. ''Bunlar benim defterime yazdığım sözler. Nereden biliyorsun bunları?''
Beklemedi cevaplamak için bir saniye. Eğdi başını yana, bana doğru. ''Ben senin ölümünüm Afgan. Seninle birlikte yaşadım, yanında benden bir haber onca şey yaptın yaşadın. Hepsini gördüm, hepsini izledim. Uyurmuş gibi yapmanı, pencerenin altında ağlamanı, içtiğin hapları, seviştiğin kadınları ve kendine dokunduğun anları.''
 Bir anda düşününce, kızardı yanaklarım. Utandım. Yalnızken yaptığım delilikleri, duşta söylediğim şarkıları, yüksek sesli şarkılarda ettiğim dansları, yakın arkadaşlarımı düşünürken kendime dokunma anlarımı, başı boynuma gömülü kadınlar, adamlar ağlarken, ne denli gülmemek için kendimi zor tuttuğum zamanları ve dahasını.. Düşünüverdim hepsini bir anda. Konuştum ve de kendi ölümünden çekinen bir ses tonuyla.
 ''Biraz rahatsız edici düşünmek nelere tanıklık ettiğini. Tüm o anlarda, en derin yalnızlıklarımda bile bilmek yanımda olduğunu.''
''Gerçeği söylemek gerekirse'' dedi, çıplak ve kemikli ayaklarını sallandırıyordu masadan aşağı, ''İstemesem yapmazdım. Zorunda değildim. Ama farklıydın diğer ölümlülerimden, sanki..'' Sustu, kederli bir susuştu bu.  Ölmek için geceleri planlar yaptığımı beni seven gözlere söylemeye karar vermişken, bu susuş buzdağına çarpardım. Sonra eritirdi onlar, inatla son kelimemi tekrarlayarak.
''Sanki?''
Salladı başını, etrafına baktı biraz. Yalnız olduğumuzdan emin mi olmaya çalışıyordu? Belki de kendi içinde ikna olmaya uğraşıyordu. Dayanamadı sonunda her ne yapıyorsa, sol elini kaldırıp parmaklarına baktı ve söyledi;
''Sanki.. Ya anlasana işte, mermer kafa. Dostumdun, arkadaşımdın. Bilmiyorum belki daha ötesi. Düşüncelerimiz o kadar birdi ki..''
Derin bir nefes aldı ölümüm. Belki de benim hayatta almadığım kadar derin. O kadar derin ki nefes aldı ki perdeler, hatta perdelerin ardına gizlenen pencerelere çarpan dallar ürperdi.
''Korkusuzdun. Sonrasında ne olacağını merak etmiyordun, düşünmüyordun bile. Hatırlıyor musun o uçurumun kenarına gittiğimiz..'' duraksadı yine. Elini şöyle bir havaya kaldırdı salladı, hata yaptığını anlamış gibi, ''gittiğin günü. Nasıl da esiyordu rüzgarlar, itmeye çalışıyordu seni? Oysa yazdı ve yaprak bile kıpırtamıyordu koskoca adada?''
 Oydu. Bu denli istememi ölümümü. Çünkü o da beni istiyordu. Gerçekti, gördüğüm o siluet geceleri.
Yalnızken, yalnız hissetmektense, kalabalığın içinde yalnız hissetmem. Cevaplayamadığım onca sorunun cevabı karşımdaydı. Geceleri benimle beraber planlar kurardı, gündüzleri benimle birlikte o da dinlerdi aynı müziği, takardı kulaklığı. Birlikte atmıştık o halde en güzel kahkalarımızı, birlikte dökmüştük en acı gözyaşlarımızı. Sevdiği için bekledi yanımda, zorunda değildi diğerleri gibi. Ve gitmedi, çekip gitmedi. Bir daha yapmayacağıma dair içtiğim her yeminde, belki sinirlendi. Ama yine de terk etmedi beni. Başarısız olduğum her seferde, hayal kırıklıklarıyla doldu belki kalbi. Fakat inandı, bekledi beni. O benim bir türlü kavuşamadığım ilk aşkımdı.

''Come to my arms and let me seduce you.
Surrender your soul, and I will reduce you
To simple sensation and fleshly delight. 

So fly to my side and embrace the night.'
'


Konuştuk saatlerce, sanki görüşmemiş gibi asırlarca sene. Anlattı bana nasıl gördüğünü beni, hangi yönlerimi sevdiğini. Hayranlaştı bakışları kabullenişimi gördükçe onun gelişini. Biraz alay ettik anılarımla, gülüştük boylu boyuna uzanan bedenimin ve hala saatler geçmesine rağmen uğraşan doktorların yanında. İğrenir gibi bakıyordu onlara, düşmana duyulan saygıdan eser yoktu, hatta nefret vardı, alıp veremediklerini bir şey varmış gibi aralarında. Fakat biz konuşmaya, gülmeye, alay etmeye devam ediyorduk umarsızca. Huzurluydum, düşünmüyordum artık hiçbir şeyi, sorular soruyordum art arda. Ta ki o sorum gelene, yüzlerimizdeki tebessüm silinene kadar. Emindim cevaptan, biraz olsa düşünmeliymişim oysa sorarken.
''Peki, gelelim can alıcı soruya.''
Başıyla onayladı, bacaklarını kenardan atlatarak bana döndü, bağdaş kuruyordu üzerinde masanın. Gülüyordum bense bu duruma, ölümüm karşımda öyle bir davranıyordu ki sanırsın genç bir kız 90'lardan kalma.
''Şimdi ne olacak? Yani sonsuza kadar bu odada kalacak değiliz herhalde? Nereye götüreceksin beni, nereleri gezeceğiz? Aklımda şey var, mısıra hiç gitmedim mesela, hep merak etmişimdir piramitlerin içini, ya da..''
Sözümü kesildi, suratındaki tebessüm misali. Ağırlaştı oda, görünce ölümümü üzgün bu denli. Ciğerlerime doluverdi, tapılası yüzünün kederi. Saniyeler geçmek bilmedi, cevabı gelmeye yüz çevirdi sanki! Hadi diyordu atmayan kalbim, söylesene bir şeyler hadi! Ayırmayacaklar değil mi bizi? Varsa yakarım cenneti, dondurur çıplak ayaklarla gezerim cehennemi. Bulana kadar ta ki seni, durmam bu dünyada, yıkarım piramitleri, delerim everesti. Çünkü seviyorum seni, hep sevdiğim gibi.  Bağırıyordu gözlerim, fakat sessizlik odaya hakimdi. Okunuyordu suratından kederi.

''Buradan sonra..'' dedi. Olsaydı, koparacak gibiydi ses tellerini. ''Buradan sonra, sevgilim. Alıp götürecekler seni. Sadece bu araf, bu araf getirebilir bir araya bizi. Ölüm ve hayat arasında, ip ince bir çizgi. Aşağısı Azrail'in elleri, yukarısı Tanrı'ya olan inancın şefkatle atan yüreği. Fakat burası, sevgilim, burası son notası şarkıların, son nefesinden bir adım önce insanlığın, başladığı yer o anlatılan beyaz ışığın ve.. Ve her buluşma noktası her gelişi başka bir veda olan aşkımın.''

''Weak and restless, regret comes to play.
 Falter, watching her pain.

Helpless, i do not rest,
By her side, i wake in a sleepless dream.''

El ele tutuştuk, dokundu dudakları dudaklarıma. Elleri soğuk fakat bir o kadar şefkatliydi, sardı kolları kadife bedenimi. Ürkek hareketlerle sokuldu boynuma, yasladı kafasını. İzledik doktorları, birbirlerini ne denli kutlayışlarını. Atmaya başlayacaktı birazdan kalbim, biliyorduk. Başarmışlardı. Fısıldadı kulağıma, unutma her zaman yanındayım, yaşadığın her saniye, duyamadığın, göremediğin kadar yanında. Öptü ardından kafasını çevirip boynumdan. Konuştum bende, ilk defa bu bu denli güçlü ve kendinden emin bir sesle.

''Geri döneceğim sevgilim, her sene, kasım ayında kucaklayacağım seni ve bizi. Saracağım karanlığını ölümlü kollarımla. Sana olan sevgim kadar pürüzsüz planlar kuracağım her seferinde. Ölmeyeceğim, yaşayacağım her saniyesini hayatın seninle. Her kasım ayında, geri döneceğim ama. Öpmek için bir daha, duymak için sesini ve tekrardan dirilmek için hayata. İşte bu yüzden sevgilim, bu yüzden katlanacağım zehr-i hayata. Bu yüzden savaşacağım zorbanın zulmüyle, parasızlığın kederiyle, insanlığın tüm kahpeliğiyle.''

Öptüm saçlarından, ve son bir defa çektim ciğerime kokusunu.

Ellerini koydu başıma, okşadı saçlarımı ince uzun tırnaklarıyla. Kafasını kaldırıp baktı, çenemin altından burnumdan yukarıya.
''Sana inanıyorum.'' dedi o da. ''Sonsuza dek, inanmaya devam edeceğim sevgili ölümlüm.''

Gözlerimi açtığımda başımdaydı okuldan, sokaktan tanıdığım dostlarım. Beyaz önlüklü hemşire gülümsedi, bir şeyler söyledi. Her bir göz ağlamaklıydı, gözlerimle buluşamadı fakat hiçbiri. Çevirdim kafamı solumda duran masaya ve tabureye.

Oradaydı, hissediyordum artık onu. Gözlerimden bir yaş süzüldü tuzlu mu tuzlu. Dalgalandı ardından masanın üzerindeki şişenin içinde duran su. Dudaklarım kıvrıldı yukarı doğru hafifçe,

''Geldim mi?'' sordum yıllar sonra bir kez daha. Dostlarımın attığı sessiz ve tuzlu kahkahalar boğuldu kulaklarımda. Ben masaya bakıyordum, masa da bana.

''Tell her to gather three lilies of white,
Yesterday holds memories in time. 
To place at my headstone, beneath the moon's light,
Then she'll be a true love of mine. 

                                             For ever she'll be the one true love of mine.''







 Ne yaşanırsa yaşansın, her daim yanımızda kalanlara. İnancını, sevgisini sonsuza dek şakaklarımızda hissettirene.
 Sevgiye ve güvene,
  Aşka ve saygıya her muhtaç bedene.

                                                           ~Hikayedeki kötü adam.





24 Nisan 2016 Pazar

Güzelliklerden payını almayanlara



Pro illis qui non vivant!


---------------------------------------------------------------------------------------------------

 'Çünkü günlerden pazartesi olması umrumuzda değildi. Ne kolumuza bağlı bir saat ne de adresini bildiğimiz sıcak bir yatak vardı şehrin kahpe sokaklarında. Havanın soğukluğunu ucuz şaraplarımızın ısıttığı kahkahalarla yenip, daha ne kadar çirkinleşebileceğimizi öğrenmeye çalışıyorduk. Leş gibi sigaralar içip, sapsarı dişlerimizle gülümsüyor, acı biberden şişmiş dudaklarımızla küfürler savuruyorduk dört bir köşeye. Dinlediğimiz bir müzik türü yoktu. Çalan her şarkının nakaratını biliyor, devamında kafa sallıyorduk. Kollarımızda belli bir örgüte, tarza ait takılar, dövmeler yoktu. Her örgüte ve tarza üyeydik çünkü. Herkesin tadını kaçırıyor, önümüze gelenden sigara istiyorduk. Pahalı sigaralar, ucuz sigaralar, sarma sigaralar... Boğazımızda birikmiş balgamı arttırıyordu hepsi sadece. Ve bizde tükürmek için insanların suratlarına, sıraya giriyorduk. Titanik filminden tükürmeyi, iyi bir adam olmak uğruna acıdan kıvranarak ta insanların ne denli iğrenç ve acınası olduklarını öğrenmiştik. Bizi kimse durduramazdı artık. Güçlüydük. Bizim kadar bizden, geceleri yatağımızın altında ve açmaya korktuğunuz gardırobumuzda saklanıyordu.

 İnsanlar güzel bir ilkbahar sabahına uyanırken, attıkları mesajlarla zorla kendilerini sevmeye ikna ettikleri iyi giyinimli adamlar ve kadınlarla buluşmaya giderken, bizler henüz daha yeni sızmaya başlamış, gideceğimiz buluşmada hangi kişiliğimizi giyeceğimizi tartışıyor olurduk kendimizle. Her biri birbirinden yalan gerçeklerimizi gördükçe insanların gözlerinde ki ışıkta, daha fazla şehvetlenirdik. Cinsel açlığımız da ruhsal açlığımız kadar derin ve dipsizdi. Gözlerine yakıştığımız her güzel kadını ve adamı tabiri caizse sikmek, pahalı kıyafetlerinin değersizce yatağın kenarından halıya bir paspas parçası gibi düşmesini izlemek istiyorduk. Bizim için zile basıp kaçmak, sokağın ortasında devamını bilmediğimiz bir şarkıyı bağıra bağıra söylemeye başlamak ve sırf suratını çok beğenip kıskandığımız için çıkardığımız kana bulanmış yumruklar arasında hiç bir fark yoktu. Bir insanın gözyaşlarının, leş gibi ucuz şaraplarımız kadar acı fakat değersiz ve sahte olduğunu biliyorduk. Kazımıştık kafamıza. Sonra da kafamızı. Aynanın karşısında o gözyaşlarını döke döke kazımıştık hatta. Olayın ne kadar iyi göründüğünle bir alakası yoktu çünkü. Olayın ne kadar iyi hissettiğinle bir alakası vardı, ne kadar tam bilmesekte. Hiçbir şeyi bilmiyor ama her şey hakkında yalan söylüyorduk. Söylediğimiz yalanların ne kadar tutup tumayacağı önemli değildi. Henüz yazılmamış bir kitabı anlatmaya başladığımızda illa ki biri çıkıp o kitabı okuduğunu söyleyecekti, daha söylenmemiş bir şarkıyı mırıldanmaya başladığımızda her zaman birileri bize eşlik etmişti.
Ne olursa olsun, sürünün içinde daima bir koyun kurt olduğunu iddia etmeye çalışacaktı çünkü. Kurdun yanına geçip, kurdu ve sürüyü kandırmaya çalışacaktı beyaz ve kirlenmemiş tüyleriyle. Ve kurtta kabul edecekti. İnandığına ikna edecekti. Hatta bir dostça bir akşam yemeğine çağıracaktı kurt olduğunu iddia eden koyunu.

 Ve sevgili dostlar, okurlar;
Koyun asla menüye bakmayacaktı, görmeyecekti adının kurtlar sofrasının yemek listesinde geçtiğini.

---------------------------------------------------------------------------------------------------

Peki neden mi böyle olduk? Neden mi bu olmayı tercih ettik? Hepimizin ayrı bir hikayesi var çünkü. Vazgeçmişsiniz, umursamamayı, kaçmayı seçmişsiniz diyebilirsiniz. Küfür de edebilirsiniz, hakarette. Bunların sadece sizler için önemli olduğunu asla göremeyeceksiniz. İşin aslı şudur ki; Bizler böyle olabilmek için mücadele etmişleriz. Vazgeçmek, umursamamak, kaçmak için yorulmuşlarız. Ve en sonunda başarmışlar. Başaramayanlara ne mi oluyor? Üstlerinde indirimlerden aldıkları kıyafetleri, sabah sekiz otuza kurulu saatleri, iki biradan sonra mekana bıraktıkları bahşişleriyle orada, sizin aranızda yaşıyor. Hayat diyor, devam ediyor bir şekilde, ileri de nasıl olsa bir şeyler olur diyor. Bekliyor. Kısa ve çelimsiz, umursamaz hayatını bekleyerek geçiriyor. Önemli biri olma hayaliyle yanıp tutuşurken, yolda gözlerinin buluştuğu insanlara umut güdüyor. Dostlarına sarılmaya çalışırken, ben kendime yeterim yalanıyla kapatıyor gözlerini. Ve dönüp duruyor yatakta, uykuyu bekleyene kadar parlayan telefon ekranında parmaklarını gezdiriyor.

Kimimiz aldatıldı, kandırıldı, sevdi karşılığını alamadı, yeminler içti düzgün bir adam olacağına tutamadı yeminini, yenildi zorbanın zulmüne, yarenin ihanetine, uykunun gidip bir daha dönmemesine, ilgisizliğe, sevgisizliğe.. Kimimizse doğuştan böyleydi. İlk başta bilmiyordu, fark etti, red etti, biraz kabullendi, gözlerini sahilde açtı, tekrar red etti. Hayır dedi, ben böyle biri olamam. Ağladı kadehlere, yazdı, kustu sayfalara, dostlara. Kadehler kırıldı, sayfalar yandı, dostlar kayboldu. Tekrar kabullendi. Gözlerini bilmediği bir şehirde açtı, bilmediği, tanımadığı bir kadının/adamın omuzlarında. Anladı. Ağlamadı. Kırıldı kalbi kadehler gibi, yandı sayfalarla içi ve kayboldu sokaklarda, hayatın soluğunda.. Dostları yine gelmedi. Bu son dedi Cem karaca, bu son olsun. O dinledi. Herkesi dinledi, herkese kafa salladı, hak verdi. O kadar verdi ki, delirdi. Kalktı ayağa, vurdu masaya. Yaktı sigarasını. Baktı aynaya. Kırdı aynayı. Döndü arkasını ve bağırdı.

'Çirkin olan ben değilim, sizlersiniz. Hadi biraz daha makyaj yapın, biraz daha fazla para verin kıyafetlerinize. Hiçbir zaman benim kadar güzel olamayacaksınız. Çünkü sizi yeri geldiğinde unuttuğunuz Tanrı'nız çizdi, beni sizin unutkanlığınız. Umursamaz olan, vazgeçmiş olan ve kaçan ben değilim. Siz masalarınızın, telefonlarınızın ardında saklanırken dünyadan, egolarınızın gölgesinde filizlenmeye çalışırken, ben koştum çırılçıplak gün ışığında resimlerini çektiğiniz manzaralarda, ve açtım girmekten korktuğunuz karanlık sokaklarda, deldim binbir üç kağıtla ördüğünüz sıvası dökük duvarları. Sırf bakabilmek için gözlerinize, bakıp bağırabilmek için burada olduğumu. Tanrının gökyüzüne çıkmaktan değil, oradan düşmekle alakalı olduğunu. Hayatın herkesin güzel olduğu ekranlarda değil, kırık bir aynanın verdiği kesikte yaşandığını. Bakmadınız ama, bakmıyorsunuz, bakamıyorsunuz suratıma. Çünkü siz, siz yarattınız beni. Sizin egonuz, umursamazlığınız, ilgisizliğiniz yarattı beni. Ve şimdi savaşamıyorsunuz benimle. Çünkü benimle savaşmak, sevişmekten ağır. Çünkü çıplaklıktan daha çok utandırıyor gözlerim sizi.

------------------------------------------------------------------------------------------------------

Neden bilmem bize derman olacakların bizden kaçması?

------------------------------------------------------------------------------------------------------

'İçim acıyor oğlum ya. Çok acıyor ama. Dişlerimi falan sıkıyorum. Nefes almakta zorluk çekiyorum. Hafiften de midem bulanmaya başladı. Bu kafanın ardından bir rahatlama gelmesi gerekmiyor mu?'
'Al şundan çek biraz, gelir birazdan.'

-------------------------------------------------------------------------------------------------------

Cebimdeki son parayı birkaç saat önce masaya vurup 'Bu benim son param, daha güzel nasıl değerlendirebiliriz ki?' diye bağırdığımı hatırlıyorum. Şu anda ağzımda karıncalar varmış gibi. Böyle bir ucuna ağırlık bağlamışlar sanki.

------------------------------------------------------------------------------------------------------

Şimdi yalnızlık yan odadan gelen ses. Haluk levent'in şarkısını bağıra bağıra söyleyen iki sarhoş adamın sesi. İçmekle, yarına saklamak arasında gidip geldiğin bir şişe şarap ve gelmeyen uyku.
Şimdi hayat...

Şimdi hayat kendin sardığın sigarayı içmek, Ulus Baker'in sözlerine sızmadan önce kadeh kaldırmak gibi.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------

Neyse ki akış, dünyada kodlanabilen tek şeydir de. Unutmayalım ki, fikirler akışlardır: Herakleitos 'aynı nehre bir kez daha giremeyiz' demesinin ardından ekliyordu: 'üstümüze başka başka sular geldikçe, hem biziz, hem değiliz.' Sorunun bir zaman sorunu olmasından çok, bir akış sorunu olduğu besbellidir. Yine unutmayalım ki, arzular akışlardır; davranışlar akışlardır; zaman ve olaylar akıp geçerler.