28 Kasım 2016 Pazartesi

Ouroboros



Gözlerimin bulanık görmeye başladığı saatler. Gece, şu sokağın başında, elindeki şarap şişesine sıkı sıkı sarılmış, parmakları soğuktan kenetlenmiş şarapçı kadar yaşlı. Her an evin vajinalarının birinden bir güneş fırlayıp, suratında büyük bir tebessümle saplayabilir bıçağı vicdanımıza. Hatırlatabilir bize, saatin ne kadar geç olduğunu. Oysa hak etmiyor muyduk saten çarşafa sarılmış yakışıklı adamların veya güzel kadınların omuzlarından perdenin bittiği yere kısık gözlerle bakıp saatin henüz çok erken olduğunu duymayı aynı güneşten. Haketmiyorduk. Çünkü o saten çarşafa sarılı olan yakışıklı adamlar veya güzel kadınlar bizdik. Ve yalnız olmayı tercih ediyorduk. Maruz kalmıyorduk tabiki de.  Maruzluk bir tek tanrıya mahsustu. O yalnız kalmak zorundaydı. Gökte. Göklerin ötesinde. Her şeyin yaratıcısı, her şeye hükmeden yukarı da tek başına kalmak zorundaydı. Biz değildik. Bizimki tercih meselesiydi. Fakat ikimizin de ortak noktaları vardı.

 Biz de onun kadar yalan söylüyorduk tercih ve maruz konusunda.

 Bizde onun kadar iltifatlara ve ilgiye muhtaçtık. Ve bizde onun gibi, sevildiğimizi ne kadar duyarsak duyalım bir türlü yetmiyordu, çünkü kendimizi bir türlü sevemiyorduk. Hayallerimizde hep başkaları vardı. Kurduğumuz hayallerin başrolü biz olsakta hep en iyi yardımcı erkek/kadın ödülüne aday gösterilecek birileri vardı ve biz ne istersek onu yapıyordu.
 Siz hiç mastürbasyon yapan birinin kendini mastürbasyon yaparken hayal edip mastürbasyon yaptığını gördünüz mü? Bende görmedim. Ama duydum. Ve kendisi yakın bir arkadaşım. Ama konumuz şimdilik o değil. Konumuz bu trajikomik olayın, geceleri uyurken kurduğunuz hayallere ne denli benzemesi.
 Bu hikayenin başrolü yirmili yaşlarının ortasında, eline aldığı ilk kitap, kulağına taktığı ilk kulaklıktan sonra günde ortalamanın üzerinde sigara ve alkol tükettiği için önüne çıkan herkese yaşlı hissettiğini söyleyen; ailevi sorunları olan, cinsel istismara uğramış, akli dengesini on altı yaşında okul çantasında unutmuş kadınların vazgeçilmez aşkı olan çirkin karizmalı adamlar değil. Veya tek bir kadının yokluğuna bağlı kalmış adamların karşısına en güçsüz anlarında çıkan, aşkı sait faik şiirlerinde ki gibi yaşayan, o her an dediğimiz anlarda çekip gitmeye gücü yetecek kadar güçlü kadınlar değil. Tabi soruyorum kendime, Bu herifler, bu kadınlar olmadan nasıl yazılır bir hikaye? Çünkü alıştık değil mi? Sürekli kaybeden birinin olmasına, bu kaybedene acımaya, ama uzaktan acımaya. Olabildiği kadar uzaktan.
 Hatta mümkünse kazananın arkasından, omuzlarından acımaya.

 Kazananın yanında olmak gerekiyordu çünkü. Nasıl olsa kazanmak bir bağımlılıktı. Ne öğrettiler? Hele bir ilk paranı kazan, nasılda tatlı gelecek sonrası. Vergileri, borçları, size kim olmanızı söyleyen sosyal medyayı, kimin nasıl görünmesini seçen modayı ana yemek niyetine geçirdikten sonra kapitalist düzeni tatlı niyetine yedirdiler. Siktiğimin... Neyse. Konumuz bu da değil. Konumuz kaybetmenin aslında kazanmaktan daha güçlü bir uyuşturucu olduğu. Daha bağlayıcı hisleri olduğu. Bunu ufak bir örnekle anlatacağım:

 Sevgiliniz var. Ve siz sevgiliniz olmayan bir başka adam veya kadınla birliktesiniz. Sevgiliniz sizinle mutlu, siz de öyle. O oldukça güzel, yakışıklı. Sizi değerli hissettiriyor. Fakat siz karşınızdaki diğer bireyin ilgisine kapılıyor ve onu arzuluyorsunuz o an. O an dediğimiz andan itibaren yaptığınız aksiyon oldukça güzel hissettiriyor. Sevgilinize ne kadar bağlı kalsanızda, orgazm sırasında oxytocin salgılayarak karşınızda hiç tanımadığınız o bireye bile bağlanabiliyorsunuz. Bağlanma isteği, arzusu duyabiliyorsunuz.
Bir de şöyle düşünelim:
 Sevgiliniz sizden ayrıldı. Mutluydunuz. O oldukça güzel, yakışıklıydı. Sizi değerli hissettiriyordu. Fakat sizi terk etti. Ve şimdi aynı ölçüde mutsuz ve değersiz hissediyorsunuz. Karşınızda yine aynı sevgiliniz olmayan bir başka adam veya kadın var. O an geliyor. Arzulamıyorsunuz. O anla inatlaşıp o andan itibaren yaptığınız aksiyon zerre zevk vermiyor. Çünkü siz artık sevgilinizden çok, sevgilinizin yokluğuna bağlımlısınız. Vücudunuz o rakı bardağı sesi kadar kısa bir süre de yeteri kadar bağlılık hormonu salgılamış, daha fazlasını yapamıyor, istemiyor. Sevgiliniz varlığıyla başaramadığını, yokluğuyla başarıyor. Haberi olmadan bir zafer elde ediyor. Sizse o an anlıyorsunuz, kazanmaktan çok kaybetmeye bağlandığınızı. Sizi, sike sike bağımlı yaptıklarını kaybetmeye. Çocuk yurdunda ağzına zorla sigara sokulan ve arkasından iç diye tezahurat yapılan o çocuk gibi. İnsanların zaferlerinizi kutlamasından çok, acılarınıza sempati yapmasını tercih edecek hale gelmişsiniz. Orospular sikilmişliklerinin acısını, başkalarını düzerek çıkartırmış diye bir söz vardır. Ama konumuz bu değil.

 Konumuz sizlerin; Tanr'ının ve bizim ''Yalnızlığa maruz kalmadım,ben tercih ediyorum'' dememiz gibi, kaybetmeye maruz bırakılıyorum yalanını söylemeniz. Sizi suçlamıyorum. Anlamını bilmediğiniz kelimeler barındıran şarkı sözlerini suçluyorum. Günü bitirip eve gitmeyi düşleyen psikologları, size asla onlar gibi olamayacağınız insanları gösterip, uygun bir fiyata en azından onlar gibi gibi olabileceğinizi düşündüren reklamları, viralleri. Farklı yaşam şekillerine özendiren, kendini bulmana yardımcı oluyoruz dedikten sonra sana çizdikleri maskeyi suratına yapıştıran herkesi. Ha bir de sulu birayı, buzlu bardağı olmayan ve açtığı müzikten ötürü sizi bağırarak ''Bize gidelim mi?'' demeye zorlayan barları. Ama konumuz bu da değil tabiki.

Konumuz sensin.
Neden böyle olduğu?
Neden hala böyle olmaya devam ettiği?
.
.
Bir bardak daha?
.
Şerefe!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder