26 Kasım 2017 Pazar

Lebenslangerschicksalsschatz


''Koş lan koş!''
Nefesim iki eline almış birer jilet, faça ata ata çıkıyor ciğerlerimden. Ayak tabanlarımda hissettiğim ıslaklığın patlamış nasırlarımdan akmış kan olduğunu varsayıyorum. Kaç saattir kaçıyoruz hatırlamıyorum bile. Ardıma dönüp bakamıyorum, bir sola sapıyoruz, bir sağa. Bahçe duvarlarından atlayıp, apartman boşluklarından geçiyoruz. O, uzun siyah saçlarıyla önümden koşuyor.

You are a scar deep in my heart,
Even after thousand years,
One word from you,
Will be enough to kill me from blood loss.

----------------------------------------------------------------

Bugün kendime ikibinbeşyüzseksenaltı kilometre uzaktım. Biraz önce sordum kendime, acaba kitlemiş miydim kendi kapılarımı ayrılmadan önce, kalbimin altını ya açık unuttuysam, ruhumun fişini çekmiş miydim?

----------------------------------------------------------------

Daha fazla yapamıyorum, bacaklarım devam etmiyor. Dur diye bağırdım, dur atlattık galiba. Yavaşladı biraz, bana dönüp baktı sağ omzunun üzerinden, ben çoktan yıkılmıştım yere. Ne kadar hızlıysan, o kadar sert düşersin denir. Ben inanmazdım. Derdim ki, eğer elinden geldiği kadar hızlı koşarsan, düştüğünde en azından dersin ki, ben elimden geleni yaptım. Olmadı. Artık kaçtığım her neyse, yüzleşmek zorundayım. Ve o zorunluluk huzur verir biliyor musunuz? Siz hiç, ölü birisinin suratına baktınız mı? Hepsinin gözlerinde anlamsız bir huzur vardır. Kabullenmedir bu. Zorunda kalmadıkça kim kabullenir ki ölüm kadar korkunç bir şeyi? Tabi, mıcırlı yolda sürüklenmiş ve kan revan içindeki dizlerim aynı şeyi söylemiyordu.
''Neyi atlattık oğlum?''

Sahi, ne koşturuyordu bizi?

--------------------------------------------------------------

Bugün kendime binsekizyüzyirmidört saat geç kaldım. Biraz önce sordum kendime, acaba geç değil de erken miydi? Hani hatırlar mısınız eve o kadar geç kalmışsınızdır ki, birazdan ailenizin ferdi uyanacak ve işe gidecektir, o yüzden aslında eve girmek için daha erkendir.

---------------------------------------------------------------

Arkama baktım, oturduğum yerden. Bir elim diz kapağımın üzerinde, kanamayı durduruyor, diğer elimle ise güç bela dengede duruyordum. Karanlık sokağın ucu bucağı yoktu. Parlayan gümüşten bir ışık bile yoktu sonunda. Dönüp O'na baktım, uzun siyah saçlarının altından karanlıkta belli olmayan siyah bir el havlusu çekiverdi, alnındaki teri sildi, bana döndü. Gözlerindeki bakışı hatırlıyordum. İkinci sınıfta otuz dakika boyunca 3'ü 2'ye bölemediğimde öğretmenimin bütün sınıfı dışarı çıkartmadan önce bana attığı bakıştı. Bir tokat. Enseme. Dene diye bağırmıştı öğretmenim. Yapamamıştım. Ardından bir tane daha. Ağlamaya, yapamıyorum demeye başlamıştım. Ardından bir tokat daha gelmişti. Sinirlenmiştim. Yine yapamamıştım ama. Vicdana geldi olacak ki vurmayı bırakmıştı. O, vurmadı. Havluyu üzerime attı. Vicdana gelmiş gibi değil de üçü ikiye bölemediğim günün akşamı aynaya battığım bakışın aynısıydı bu da. Vazgeçmiş gibi benden.
''Ben gidiyorum ne halin varsa gör''

---------------------------------------------------------------

Bugün kendime altı doğu, on altı kuzey meridyeni çaldım felekten. Döndüm durdum odamın etrafında. Kapı eşiğindeki prizin yanında daha hızlı akşam olurken, balkon çevresinde saat hep sabah altı suları. Gün gelecek bütün odamı keşfedeceğim, gardırobumun içindeki canavarlardan, tavanımdaki yıldızlara, yatağımın sağ fraksiyonlarından, ona sarılıp kendimle konuştuğum ana kadar.

------------------------------------------------------------------

Biraz ani oldu gidişi. Bu bir takım canımı sıktı, hızlıydı. Koşar gibi, kaçar gibi uzaklaştı yanımdan bir anda. Ben tabi yerdeyim o sıra. Sonra, aslında bizi hiçbir şey kovalamıyorken bu kadar yorulmak vardı. O da bir takım sıktı canımı. Tabi, yanan tabanlarım ve kanayan diz kapaklarımda cabası. İnsan soruyor kendine ara ara, neydi şimdi bu diye ama galiba bu hayatta bazı şeylerin cevabını aramamak gerekiyor. Pekala demek gerekiyor. Pekala'ya sarılıp uyunulması gerekiyor belki de. Neyse, kalktım ben hafifçe. Doğruldum yerimden. Bacağımın kanaması çoktan durmuştu aslında, ayakkabılarımın kauçuğu biraz zarar görmüştü o kadar. Baktım şimdi O, dümdüz koştuğumuz yere doğru devam etti, bende geri döndüm koşarak geldiğimiz yoldan ellerim cebimde. Koşum boyunca beni düşürme çalışan ufak tefek taşları tekmeleye tekmeleye kaybolmaya yüz tuttum karanlıkta.

--------------------------------------------------------------------

Kardoğlar.
Ben geldim.
Bişi söyliyip gidicem.
Zor zamanlar için artık yanında ben varım Tolga dedikten sonra ortadan kaybolan her insan için köşeye bir lira atsaydım;
Sizinle burda ayık ayık bu sikik sohbeti yapıyor olmazdım.

------------------------------------------------------------------

14 Kasım 2017 Salı

Fundamental Issues And Applications Of 'Transparent Love-making'




Ayaklarını mı daha çok özlüyorum yoksa kana bulanmış cam parçalarını mı?
Bileklerinden şarap içmek isterken, dirseklerimi kollarınla sar.
Sigara da sar.

Kahve içmeden günü bitiremiyorum.
Gökyüzü üstüme üstüme geliyor, hemen kendimi eve atıyorum.
Siz hiç yalnızlığın içinde kalabalığı hissettiniz mi?
Bazen o kadar canım yanıyor ki, kolaylıkla nefes alabiliyorum.

Annem derdi ki, yabancılarla konuş. Bir tek onlar seni yargılamadan dinler.
Bu şarkıyı ne zaman dinlesem aklıma gelecek yaşanmışlıklar geliyor.
Gelecek yaşanmışlıklar işte.
Bir şeyi yaşayacağından ne kadar eminsen o kadar geçmiş zamanın hikayesi oluyor.
Geçmişe bağlı yaşayanlar geleceklerinden birşey yapmazlarmış ama ne olduğunu unuttum şimdi. Saat zaten sabahın 08:24'ü, boğazıma kadar sigaraya ve asiti kaçmış pepsiye batmış durumdayım bir de seninle uğraşmayayım.

Ben bugün bir şey öldürdüm başçavuşum
Arı.
Bugün gördüğüm tek canlı oydu çünkü.

Kleptomanik şaklar şuklar falanlar bunlar hep çünkü. Ben onun zaten bende varolan şeysini sırf keyif olsun diye çalıyorum.
Ve şimdi sahnede az kazanan memur rolündeki sevgililerimiz.
Yetmiyor.
Dış çamaşırlarıyla koşuyorlar gönüllerimizin şehirler arası yollarında.
El alemin kızı çizgisini belli ediyor, sen hala çizgilere basmadan yürü.
Fakat ben başçavuş değildim ki, sarhoşum.

Ağacı kökünden, kralı gölünden tuzlarsın.
Ben pasifik kustum ama siz hala başka manzaralara bakın.
İzin ver saçlarını sapsarı nargile suyuyla yıkayayım.

Biseksüel gencin tereyağlı bir buçuk iskender ile mücadelesi yakında en sevdiğiniz kitapçının sorarak bulacağınız raflarında!
Almayı ve sokmayı unutmayın,
Raflarınıza.
Arada bir de silin, yoksa onlar sizi siler.
Silmekten şüphe etmeyin.
Dostunuz gibi sevin, düşmanınız gibi silin.
Yoksa raflarınız sizi siler ikinci bahar öncesi temizliğinde.
Ben okuyacak mıyım?
Gelmeden önce yedim bir şeyler, siz rahatınıza bakın.
Yok, yok sorun olmaz yiyin siz.
Neyse bende ufak birşeyler söylerim o zaman.
(Biseksüel genci bıçaklayıp, bir buçuk iskenderi yedi)
(Bir buçuk iskenderi bıçaklayıp, biseksüel genci yedi)
Yaşasın liberalizm diye bağırmadan boşalamıyorum zaten.
Bir de ağlıyorum;
Gözyaşına bulaşan yastık daha hızlı soğuyor.

Para lazım.
Ama az para lazım.
Yarım kilo taze fasülye yeter.
Elde hali hazırda tutulan bozuk paralardan ödenip alınmış semizotu demeti bir de.
Yaz sıcağından terlemiş vücutlarımızı çarpıştırıp, ellerimizdeki baklagil poşetlerini yere düşürelim.
Ben çok güzel patates yemeği yaparım.
İşin sırrı patatesi öldürmeden kaynar suya atmakta.
Ağzında yemek varken konuşma dedim.
Lavaboya gidip tükürdükten ve ağzını yıkadıktan sonra gelip öpmeye kalktı.
Çekilmedim.
O kadar da aşağılık bir herif değiliz her-haha-halde










9 Kasım 2017 Perşembe

Love at the first sin




 Göğsümü ayırıyorum kafesinden şimdi,
 Buram buram gül suyu kokuyor.
 Kedi dedi ki yara izi,
 Saçlarını dağıtan rüzgar, neden seni bana getirmiyor?


 Gözlerimi söküp alıyorum çukurlarından şimdi,
 Mezar taşı tülbentine kavuşamıyor.
 Balık dedi ki yok rakı gibisi,
 Çenemi dağıtan yumruk; neden beni bana getirmiyor?

--------------------------------------------------------------------------

 
Sesin dedi. Yastıktan geliyormuşcasına. Bastırılmış, bulanık ve de gözlerin pek bir Afganistan. Oysa sakin bir cumartesiydi. O sabah, oldukça güzel uyanmıştım. Diğer günlere nazaran yani.
Ne olduğumu bilmediğim günlerden birine uyanmıştım belki de. Kim olduğumu, nereden geldiğimi, ne iş yaptığımı bilmediğim... Çocukluğumun eski pazar günleri gibi bir şeydi bu. Gregor Samsa uyandığında bir hamam böceğine dönmüştü. Bense eski pazar günlerine. Hiçbir zorunluluk olmadığı halde, yataktan isteyerek uyandığım günlere. Tabi beni karşılayan soba üzerine nar gibi kızarmış ekmekler, reçel, tereyağı ve de köşedeki peynirciden alınmış lor peyniri değildi. Gözaltları dünden kalma makyajından kararmış, saçları sigara, burnundan çıkan nefesi buram buram rakı kokan bir kadındı. Adı... Adı neydi? Daha doğrusu.. Benim adım neydi? Büyük ihtimalle adım cesur bir denizcinin adıydı. Kurtuluşunu ararken Bermuda Şeytan Üçgeni'nin akımına kapılıp bilinçaltının uçuruma benzeyen okyanuslarında kaybolan bir denizci. Boğulduğunu hissetmesiyle büyük bir kabustan uyanan ve bir döngü gibi yeni kabuslara yelken açan bir adam. Yatağın karşısında bir masa, masanın üzerinde mum, mumun yanında ise acemice yırtılmış bir sigara paketi vardı. Ne zaman bir kadın, mumdan yakarsa sigarasını açık denizlerde cesur bir denizci daha boyun eğer dalgaların hiddetine derler. Ben öldüm mü? Aşık mıyım bu kadına? Birisine olan aşkınızı nasıl anlarsınız? Ben.. Ben normaldim. Midem, ciğerlerim, parmaklarım. Bakındım etrafa. Etrafımda normaldi. Peki neredeydi bu aşk denilen şey? Suratıma dokundum, omuzlarıma. Yoktu hiçbir yerde. Kadının arkası dönüktü bana. Yorganı hafifçe kaldırıp, o ufak aralıktan baktım çıplak vücut çizgilerine. Orada da yoktu aşk. Biraz doğrulup, hafifçe eğildim kadının sol omzundan. Uyuyordu. Kapalıydı gözleri eğer gözlerindeyse. Ama burnu ya da dudaklarında da yoktu. Kendimi geriye doğru çekerken serçe parmağım dokundu kadının omzuyla dirseğinin arasına. Yerime uzandım tekrardan. Elime baktım. Yoktu. Aşk değil. Parmağım yoktu. Hissetmiyordum. Hissizlik hızla elimi, kolumu kaplayıp, göğüs kafesimden içeriye doğru süzülüyordu. Tuttum göğsümü ellerimle. Bastırdım içeri doğru. İlk önce nefesim kesildi,. Kalbim o kadar hızlı atmaya başladı ki kadını uyandıracak diye korktum. Korktum. Aşk korkulacak bir şeydi demek ki. Şimdi bırak kaç yaşında olduğumu, git gide küçülüyordum karşımdaki bedenin yanında. Gözlerimi kapattım ve hava 32 derece olduğu halde tir tir titreyen vücudumu yorgana sarılarak bastırmaya çalıştım. Göz kapaklarımı o kadar sıkmıştım ki canımın acısından beni Tanrı'nın kolları gibi saran kolları farkedememiştim. Küçükken de böyleydim ben ellerimi semaya doğru açar koşturarak Tanrı'yı herkesten önce bulmaya çalışır ama Tanrı'nın bana uzattığı elleri hiç göremezdim.

----------------------------------------------------------------------------- Her nefes alışımda, bir başka var oluyorum. Rutubet tutmuş göğüs kafesim yanıyor, kömüre çalıyor parmaklarım. ''Bir menekşe kokusunda seni aramak var ya..'' Her nefes verişimde, bir başka yok oluyorum. Soksam parmaklarımı, kırsam bir kaburgamı, saplasam bu sokakları bir türlü maviye kavuşamayan şehrin alnına. Ağaçların yeşiline, çingene kırmızısına, kararsızlığın turuncusuna, depresyonun sarısına. Binlerce defa gezdiğimiz sokakları, bir başkasının kirpikleri arasından görmek mi bana mutluluğu veren? Nişan yüzüğümü taktım, gözlerinin altında hayallerini saklıyorsa bu sokaklar, arpacıklar neyi gizliyor bizden? ''Menekşeler'' diyor, ''kokmaz ki''. ---------------------------------------------------------------------------- Kendime gelmem lazım. Eşyalarım, hangisi benim? Ne de çok benziyor birbirine kadınla benim kıyafetlerim. Oysa hep beyaz puantiyeli kırmızı bir elbiseyle hayal etmiştim aşkımı. Sarı saçlarını, güç bela tutan kırmızı bir toka belki de. Siyah beyaz bir filmin içinde. Bir sinemada tanışmak istemiştim. Bir tek ben renkli görecektim onu, farkedecekti o da. Savaştan dönen kocasını, limanda beklerken farkedecekti hemde. Vazgeçecekti benim için, koşacaktı kameraya doğru, uzatacaktı elini. Gel diyecekti, gel. Şaşıracaktım ben ve önümde oturan henüz 30'lu yaşlarının başında saçları dökülmüş, gözlüklü adam dönecekti arkasını. Ardından bütün sinema. Bakacaktı tedirgin gözlerle bana. Tam o sırada geminin düdüğü çalacaktı en baritonundan. Acele et diye çığıracaktı benim aşkım, sol elinin bir yarısı beyaz perdeden fırlamış bir şekilde. Eğer gelmezsen başka bir adamı öpeceğim, ve son yazısı gelecek. Herkes alkışlamaya, kadınlar ve çocuklar ağlamaya başlayacaktı limanda, ekranın arka planında. Ben tabi, kalkamayacaktım yerimden, çocukken masanın altına saklandığım gibi, balkona kaçmak isteyecektim, demirlerin arasından ayaklarımı sallandırarak kızmayı hayata. Her zaman yaptığım gibi, ayağa kalkıp hayallerimin peşinden koşma fırsatım olduğunda, oturup kızmayı tercih edecektim hayata. Alkışlar yoğunlaşıyor, merdivenler atılıyor geminin güvertesinden. Askerler sabırsız, kimileri merdivenleri beklemeden atlıyor gemiden. Ben hariç herkes yaş ve hayat dolu gözlerle koşturuyor sevdiklerine. Ben kızıyorum tabi hayata. Diyorum ki neden şimdi? Filmin başında olsaydı, zamanım olurdu düşünmek için. Hazır değilim diyorum, daha ileri de neler yapacağımızın hayallerini bile kurmadım uyumadan önce. Ben böyle düşünürken kendi kendime, bir el yetişiverecek omzuma, bir teyze, koş oğlum diyecek, çünkü koşmadığın her saniye düşersin asıl. Neden kendimi değil de abuk subuk teyzelerin sözünü dinliyorum ki her defasında? Neyse, ben kavrayacağım koltuğumun deri kollarını, bir hışımla doğruluvereceğim mezarımdan, kimseyi rahatsız etmeden geçmeyi deneyeceğim, denerkende birinin patlamış mısırını dökeceğim. Derken birinin meşrubatını, diğerinin çantasını. Ne kadar dikkat edersem edeyim kırıp dökmemeye, mahvedeceğim ortalığı gene. Ve belki de en güzeli umrumda olmazcasına devam edeceğim. Tam o sırada alın, nasır tutmuş parmaklar, özenle ütülenmiş askeri üniformanın sağ kol kısmı kapatacak beyaz puantiyeli kırmızı elbisenin bel kısmını. Daha da hızlanacağım merdivenlerden aşağı, beyaz perdeye doğru. Tam tutuvermişken, çekiliverecek el, kasım rüzgarları gibi delip geçeceğim bende perdeyi, sahne duvarına çarptıktan sonra düşeceğim yere. Ve uzanırken, tersten izleyeceğim, hayatımın aşkının belki de hayatında ki en mutlu anını. Onun mutlu olması beni de mutlu edecek elbette. Ama ben yine de içten içe, keşke diyeceğim yine. Keşke mutlu eden ben olabilseydim. Neyse ki odanın hiçbir yerinde, beyaz puantiyeli kırmızı bir elbise yoktu. Saat aşık olabilmek için çok erkendi. Kimse henüz geç kalmamıştı hiçbir yere. Şehiriçi terminaller ve duraklar boştu. Duygularını hadım etmiş, çırılçıplak kadınların yanında defalarca yapmayacağım diye kendine sözler versede her seferinde seni seviyorum diye fısıldayan adamlardan farkı yoktu sokak lambalarının artık. Aydınlıktı hava, güneş çıkmıştı ama onlar hala fayda etmesede tüm güçleriyle yanıyordu. İki bin beş yüz seksen sekiz kilometre uzaktı aşka bu oda. Peki ben neden hissedemiyordum hala sol kolumu? Kalbim neden vuruyordu göğüs kafesimin parmaklıklarına haksız yere oraya konulduğunu iddia eden mahkum misali? Titriyordum, otuz iki derecede rakı içine düşen buz gibi terliyordum. Korkuyordum, susuyordum hala. Çenem kilitlenmişti. Açtım gözlerimi son gücümle, ben birşeyler anlatmaya çalışırken yattığı yerden hızlıca kalkıp sonrada başını eliyle tutan tansiyonum düştü galiba diyip sözümü kesen annem gibi, kararmıştı gözlerim.

-------------------------------------------------------------------------

I.Dünya savaşının ardından Amerika Birleşik Devletleri süper güç haline gelmişti. Amerika artık Avupa’nın en büyük alacaklısıydı. Bunun yanında dünyaya en çok kredi veren ülke ünvanını kazanmıştı. Amerika’nın herkesten alacağı vardı ve Avrupa’dan alacaklı olduğu savaş tazminatlarını altın olarak istiyordu. Kapitalizm çok popüler bir hale gelmişti. Hisse senetleri sürekli artıyordu. Ekonomi müthiş bir ivme ile büyüyordu. Ford otomobil sektöründe devrim yaptı, seri otomobil üretimine geçti ve işçi ücretlerinde ciddi bir artış oldu. İşçi sınıfı artık paralıydı, tatile çıkıyordu, gayrimenkul alıyordu. Özellikle Florida gibi güneydeki bölgelerin geleceğin turizm cenneti olacağına inanılıyordu ve büyük bir hızla gayrimenkul alımı başladı. Bu talep de gayrimenkul fiyatlarının ciddi oranda şişirilmesine olanak sağladı. Bölgedeki tarlalar bile servet değerinde fiyatlara satılıyordu. Şirketler büyüdükçe büyüyor bankalar çoğalıyordu.İşler umulduğu gibi olmadı bir şeyler ters gitmeye başlamıştı. İnsanlar servet ödeyerek satın aldıkları evleri daha sonraları değerinin çok altında fiyata bile satamadılar. Gayrimenkulden kaçan insanlar borsaya yöneldi. Hisse senetlerine yoğun bir talep oldu bu talep hissenin aşırı yükselmesine sebep oldu ve en sonunda 24 Ekim 1929 günü New York borsası  %12,8 düştü. O gün; 1929 yılı fiyatlarıyla 4.2 milyar dolar yok oldu. Binlerce banka ve şirket battı. Düzinelerce insan kayıplarından ötürü intihar etti. Milyonlarca insan işsiz kaldı. İnsanlar bankalara yatırdıkları paraları geri alamayınca, güvenler sarsıldı. Bu durum insanları minimum tüketime sürükledi. Piyasada para dönmeyince kriz dönemi başladı. Amerikan rüyası bunalıma, bunalımı ise bütün dünyaya yayıldı

--------------------------------------------------------------------------

Sıcak bir yaz akşamı, uzanıyoruz kumsalda. Başımı göğsüne koymuş, kalbimi dinlemeye çalışıyor, bende yıldızları izliyorum. Hemen iki şezlong ötemizde birkaç genç ateş yakmış, rüzgar körükledikçe is üzerimize geliyor. Kumsalda gezen birkaç sokak köpeği de hafifçe yaklaşıyor bize doğru. Bir türlü kopartamıyorum kendimi etrafımda olanlardan. Birileri geldi kumsala, şu, hayır o değil, diğer evin arkasından. Daha on altı on yedi yaşlarındalar, erkek pantolonun fermuarını çekiyor yukarı doğru, kızın dudak kenarlarındaki kurumuş salya parlıyor ay ışığında. O hala benim kalbimi bulmaya çalışıyor. Duyamıyorum bir türlü bir oynama diyor. Gülümsüyor. Ben duyuyorum ama. Yüz yirmibeş MG peugout motorsiklet sesi duyuyorum. Birkaç tane, kumsalın taşlı kısmına yanaşıyorlar. Biri deviriyor yanlışlıkla, diğerlerinde sarhoş kahkahalar. Kendimi tutamayıp gülümsüyorum bende. Hayır. Tek başımayken ne denli sevsemde bu insanları şu an olmaz. Kalkmamız lazım, kalabalıklaşacak burası. Göğüs kafesimi elimden geldiğince oynatmadan hızlı hızlı nefes alıp veriyorum. Duydum diyor, sonunda bulabildim, ne var sakladın derine bu kadar diyor, gülüyor. Hadi diyorum kalkalım. Buldun artık, sonra incelersin, zaten senin.

-------------------------------------------------------------------------

Kalp krizi olarak da bilinen akut miyokard infarktüsü, kalbin kendisini besleyen ve koroner arterler adı verilen damarlardaki anormal bir gelişim olan hassas plağın, çeşitli faktörlerin etkisi altında yırtılmasıyla koroner damarda tıkanmaya yol açarak, o bölgedeki kalp kasının beslenememesi ve ölümüyle sonuçlanan ciddi bir klinik tablodur. Koroner arterlerdeki hassas plağı kolesterol ve kırmızı kan hücreleri oluşturur. Hassas plak, stres ve ağır eforun tetiklediği, tansiyon yüksekliği ve plak yapı özelliklerinin de içinde olduğu bir dizi faktörün etkisiyle yırtılarak kalp krizini başlatır.

-----------------------------------------------------------------------------  Güç bela bir hırıltıyla çeviriyorum kafamı, artık nefes alamıyorum. Bana arkası dönük olan kadına, serçe parmağımın çarptığı omzuyla dirseği arasına bakıyorum. Aşığım. O kadar aşığım ki, sanırım artık kalbim bende kalmak istemiyor. Suçlamıyorum. Bu sefer kızmıyorum. Sanki ben ne zaman kendimde kalmak istedim ki?


------------------------------------------------------------------------------ Bu gece bende kalsana. Yalnız uyuyamıyorum. ------------------------------------
Every day, you ride the bus and count the minutes, hoping you'll see her again. She smiles, and you feel a strange tingle up the back of your neck. Something carnal inside of you causes your body to break out in sweats. You feel like the luckiest man in the world. She sits alone, just like every other day, and looks out the window lost in her thoughts. You know that look. She's just as alone as you are. But she doesn't have to be. You could talk to her. Tell her you'd love to sit next to her today and every other day;
Because life is short, and no one deserves to ride the bus alone.
-Swiss Army Man