7 Mayıs 2025 Çarşamba

Je dois y aller


 Her sabah, başka bir aya uyanıyor gibi hissediyorum. Zaman yavaşladıkça, kırışıyor ellerim, döküyor yapraklarını fıstıkçamı, saçlarında buram buram buğday kokusu, seninle bir ilkbahar günü yağmurlarında tanışıyor, kışlıklarımı çıkartıyorum evine vardığımda. Komidinde duran kül tablasına düşüyor cemre mart ayında, perdenin arasından esiyor bir temmuz akşamının en esmer rüzgarları. Kapanan gözkapaklarının arasında batıyor sonbaharın en güzel renkleri.
İzliyorum bende seni.
Her geçen dakika daha iyi anlıyorum Ferdinand Celine'i. 
Sait Faik'i.
Kıyısına tuz ileten rüzgarı dinliyorum sesinde,
Yosunların konuştuğunu,
Midyelerin ağladığını.

---------------------------------------------------------------

Bir mucize olsa, aynı güne tekrar uyansam, o günü tekrar yaşasam...
farketmem.

----------------------------------------------------------------

 Devrilse tüm domino taşları üzerime. Tutsam ellerini bende. Kaybolsak birlikte dehlizlerinde gecenin. Şimdi parmaklarım bile dokunmak istemiyor kaleme, ellerini kullansam olur mu? Benimkiler çok acıyor. Kaburgalarım bir bir. Say bak. Parmaklarnı gezdir bulana kadar kalbimi. Orası değil, biraz daha sola. Az daha git. Git ki bileyim değerini. Git ki anlayayım neleri kaybedeceğimi. Ama sonra gel olur mu? Ben çok korkuyorum yalnızlıktan. Yalnızlıktan ve yaldızlıktan. Yaldız evet, yaldızlı yalanlarımdan. Nasıl da dökülüyorlar ağzımdan, keşke diyorum, dişlerim dökülse. Isıramasam bana uzattığın elini. Sıkıyorum, sıkıyorum, kırılsın diye kalan gururum, onurum bir de göğüs kafesim. Kırıp açsam, soksam seni içine. Dikseler geri, kapatsalar güzelce. Ben yine kaçsam, ama sen olsan yanımda. Senden kaçsam, kendimden, yalınayak. Kanasa ayaklarım, durmasam. Kanarsa ama, yalanlarıma gönlün, dururum. Erkeklik olmasa, çöker ağlarım ayaklarına. Kapandım, dedim ne olur, bak bana anne. Okşasa ellerin saçlarımı, ağlasam boynunda, çeksem kokunu içime. Annemin değil, senin ya. Ne güzel diyor Nizar Qabbani. Kızıma senin inatçı kalbini ver, durmadık yerde parlayan sinirini. Çocuklarımız kara gözlerini alsın, büyüleyici gülüşünü. Ancak o zaman biz ölüp gittiğimizde, yaşayanlar anlar seni neden sevdiğimi.

-----------------------------------------------------------------

 Sana kal diyemiyorum ama yutmak istiyorum gökyüzünü. Denizi, kaldırım taşlarını ve şehirler arası kara yollarını.. gidecek yerin kalmayana dek. 

-------------------------------------------------------------

  Çok yakışıklıyım. Çok korkağım. Kararsızım. Kararlıyım. Manipülatif biriyim. İnsanlara yardım etmek istiyorum. Sevmek istiyorum, sevebilmek istiyorum. Kimse beni sevmesin, kimse bana bulaşmasın, ulaşmasın. Yalnız ölmek istemiyorum. Kendime vakit ayırmak istiyorum. Burada bu şekilde yaşamak istemiyorum. Başka bir hayatı kovalamakla uğraşmak istemiyorum. Düzgün beslenmeye başlamam lazım. İstediğimi yiyebilmeyi çok seviyorum. Sigara içmek bana çok yakışıyor. Sigara içmek beni öldürüyor. Çok azgınım. Herkesi ve her şeyi sikmek istiyorum. Bana dokunulunca midem bulanıyor. Ereksiyonumu çok hızlı kaybedebiliyorum. Çok iyi sevişiyorum. Eskiden iyi sevişirdim, artık sadece alıştığım hareketleri yapıyorum. Sevilmek, okşanmak, sarılmak istiyorum. Bana sarıldıklarında, omzumda ağladıklarında canım sıkılıyor. Kıyamıyorum, çok üzülüyorum. Umrumda değil. Kıskançlık hissetmiyorum, kimseye ne sahibim, ne de ait. Sadece beni sevmelerini istiyorum, sadece beni istemelerini. Alçak bir adamım. Gerçekten insanlara yardım etmeye çalışıyorum. Her şeyi yaptım ve yaşadım, bununla gurur duyuyorum. Geçmişimden ve yaptığım şeylerden çok utanıyorum. Kimseyi suçlamıyorum, her ne hata, her ne kötü şey geldiyse sorumlusu benim. Ben çok farklı yerlere gelirdim, ama herkes başka yöne itti beni. Kendi kararlarımla yaşıyorum, yaşadım buraya kadar. Bir fırtınaya kapılmış gibi, serseri bir kurşun gibi yaşadım. Kendimle gurur duyuyorum. Kendimden nefret ediyorum. Çok olgun biriyim, yetmiş yaşında adama hayatında almadığı nasihatı veririm. Çocuk çocuk hareketlerim var, yıllarca pişman olacağım şeyleri göz kırpar gibi yapıyorum. Empati hislerim yok. Geceleri düşünmekten uyuyamıyorum. Ne istediğimi, ve kim olduğumu çok iyi biliyor ve istediğimi, istediğim an elde edebiliyorum. Neyin kafasını yaşıyorum bilmiyorum, ne istediğim, kim olduğumla ilgili en ufak bir fikrim bile yok ve ömrüm parmaklarımın arasından akıp gidiyor. Ölüyorum, her geçen saniye. Daha yaklaşıyorum o mutlak pişmanlık yaşayacağım sona. Dondum kaldım senelerdir. Adım bile atamıyorum, dişlerimi çiğniyorum, tırmalıyorum, yalvarıyorum, ayaklarına kapanıyorum. Olmuyor. Yapamıyorum. Pes ediyorum, geri başlıyorum, tövbe ediyorum, tekrar pes ediyorum. Beni bırak Müzeyyen, ben seni çok seviyorum. Lütfen beni bırakma.

---------------------------------------------------------------

 Seni sevmelerin en güzeli, içindeyken sevmek. İçimden gelerek sevmek. İçine gelerek sevmek. 

----------------------------------------------------------------
 
 Bir akşamüstü rüzgarı şimdi seni hatırlamak.
Doluverir ciğerlerime,
atamam,
atamam,
atamam.
Satamam bu hisleri kimseye.
Almazlar,
almazlar,
almazlar.
Çalmazlar şimdi benim kapımı durduk yere.
Kimseler bakmaz yönüme.
Yönüme,
yönüme,
yönüme.
Senden sonra almadım kimseyi gönlüme.
Saçlarının ucundaki kırıklar kaçtı gözlerime.
Bastım bende kafamı yastığa.
Ne zaman koysam başımı yastığa,
belirirverir sıcak nefesin boynumda, sırtımda.
Tüylerim
diken,
diken,
diken.
Senin gibi kadına anca yarar,
benim gibi kendi hayatını
siken.
siken,
siken
Avuç içlerin anneminkilere çok benziyordu, söyleyemedim. 
 
Soksam içime şimdi neşteri, göğüs uçlarımın arasından.
Kalkıyor yerinden mevlam,
Bu sabah saçları başka güzel dağınık.
Bir aşağı,
bir yukarı.
Derin bir nefes alsam sonra,
içimdeyken sen.
İçimdeyken neşter.
Kan yerine sen aksan,
uzansan selvi boyuma.
Öyle bir sarıldım ki sana,
Babam bak,
babam bak bana balık tutmayı öğretiyor ilk defa
hala duruyor izin üstümde.
göğüs uçlarının izi,
altında köprücük kemiklerimin
bir de suratımda,
yavru balığı denize attıktan sonra
yediğim tokatın izi
Ne kadar kaçarsan kaç,
Bir aşağı
bir yukarı.
her zaman altımda kalacaksın.
denizin altında kalacaksın.
Alt katımda. 
Gerçi sen
üst katta yaşıyordun değil mi?

Geçiyor sokaklar arkandan,
gözlerin bakıyor bana,
istiyor benden,
beni, şakaklarımı, şattülarapta boğulmuş hayallerimi
en büyük türk şairi benim ablamdı
değerini bilemediler,
senin arkandan geçen sokak manzarasının.
oysa benim damarlarımı uc uca ekleseler,
uzanırdı İzmir'e,
basra'ya ve de şakrana.
atlıyorum bu uçurumdan,
göğüs kafeslerinin arasından düşüyorum,
kalbini ıskalarsam,
ahşan affına güvenim.
takip etme beni.
benim halalarım hep kardeşleriyle evlenmiş diyorum makbule, anlamıyor musun?
yusuf miroğlu olarak doğmuşum,
döve döve bu hale getirmişler.

---------------------------------------------------------

  Kadının biri ıslanmış gece yarısı bana. Cebinde mesajlarım bulunmuş. Resmini unutmuşum ofisin helasında. Nerden baksan tutarsızlık. Nerden baksan tutarsızlık. Nerden baksan ahmakça.

--------------------------------------------------------

 Bir somun ekmeği bölüşmekti aşk belki. Aynı oltanın bereketine ortak olmak, kaldırım taşlarını paylaşmak. Kolluklarını şişirmek, kollarına geçirip hadi demek, hadi gel yüzelim. İnsanlar ne derlerse desin, ben seninle paylaşmak istiyorum. Bu denizi, kumları, taşları, dalgaları ve gökyüzünü. 

 Senelerce, birbirinden habersiz aynı kabusları görmekti aşk belki. Yapılan tüm yanlış hareketlerin sonucunda, kelebeğin kanadında tanışmak. Tükenmez kalemle patlatmak kollukları, hadi demek, hadi gel atlayalım. İnsanlar ne derse desin, ben seninle boğulmak istiyorum. Bu denizde, kumlarda, taşlarda, dalgalarda ve gökyüzünde.

Tesadüf.

Tesadüftü belki de aşk.

Aşk olmasını sağlayan şey, tesadüf olmasına inanmaktı.

Tesadüfe inanmayı sağlayan şey aşktı.

İlk görüşte olan değil,

Son dönüşte olan şey aşktı.

------------------------------------------------------

Şu amına koyduğumun bloğunda o denli acılarımı paylaştım, yazdım, sazdım, çizdim, izdim, bir bir dizdim, dürdüm, ördüm, öldüm ama en acısını yeni gördüm.

 Beni unuttuğunu kendine kanıtlamak için başkalarıyla sevişecekmiş. 

--------------------------------------------------------

Çekiyorum.
Yorganı.
Gelmiyor.
 Nasıl sıkıştırmışlarsa, çıkmıyor bir türlü. Ayaklarımı kaldırıyorum, tekmeliyorum, sımsıkı tutup çekiyorum ellerimle. Yarım saattir tepinip, duruyorum anlayacağın. Hayır, alt ranzam uyanacak, zaten yatakta dönse deprem etkisi yapıyor. Uyuyamıyorum ama yorganı bacak arama almadan. Neyse, bir gece, iki gece.. Sabahları yataktan inip, dağıtıyorum, akşam bir geliyorum jilet gibi yapmışlar yine. Güç bela giriyorum içine, tabutta firavun, sabaha kadar rövaşata çekmeye çalışıyorum. E tabi, sabahları apayrı sinirli uyanıyorum, bir fırtına, koğuştan çıkıp, tuvaletlere iniyorum. İncecik pijamalar üstüme, sabahın altısı, zıngır zıngır titretiyor Manisa ayazı gidene kadar. Parmak uçlarımı ıslatıp, gözlerime sürüyorum. Aynada bakıyorum kendime. Bakıyorum da, göremiyorum. Günlerdir kendimi görmüyorum. Kaç oldu? Belki bir hafta, belki iki.
 Önce yemekhaneye geçiyorum, altı yeşil, fazla pişmiş bir yumurta yedikten sonra, revire geçiyorum. Normalde üç ilaç kullanıyorum sabahları. Bugün dört. Bu ne diye soruyorum, niye fazla? Yoo, sen hep dört alıyordun diyorlar. İçiyorum bende. Bir o yana sallanıyorum, bir bu yana. Televizyonda Heidi oynuyor, sonra taşları diziyorum üst üste. Gülüyorum bir şeye, alkış yapıyorum. Liseden kaçmak için, arka bahçenin demirlerini tırmanırken arkadaşlarımın pembe çoraplarımı gördüğünü, bana çok güldüklerini anlatıyorum. Benimkiler delikti, başka yoktu diyemediğim boğazımda düğümleniyor.

 Akşam oluyor, yine giriyorum yatağa. Yorganlar iyice daralmış sanki bu sefer. Altımdaki diyor bu gece bi rahat dur da uyuyalım. Sinirimden cevap vermiyorum. Üstünde yatıyorum bu sefer, titremeye dayanamıyor geceleri, yine giriyorum içine. Sağa dönüyorum omuzlarımdan sıkıyor, önümü dönüyorum kollarımı oynatamıyorum. Güç bela, ellerimi bacak arama yerleştiyorum. Yerleştiriyorum da, bir şey eksik. Bir bağırıyorum, bir çağırıyorum.
'Ulan ben sikimi hissetmiyorum.'
 Bir korku kaplıyor içimi, ya kestilerse, ya düştüyse, ya unuttuysam tuvalette sikimi. Bir güç geliyor, fırlatıp atıyorum yorganı üstümden, açıp bakıyorum. Avuçluyorum sağı, solu. Her şey yerli yerinde. Dokunduğumu bile hissetmiyorum. Sonra bir duyuyorum alt ranza pis pis gülüyor.
'Yaramış' diyor,
'Ne yaramış lan?' diyorum,
'Verdikleri ilaçlar. Kaç gecedir sabaha kadar çekip duruyorsun, bir bıkmadın.' diyor,
 Kanım donuyor, başım dönüyor. Gözlerime kan çalıyor önce, sıkıyorum dişlerimi kırarcasına çenemi, parmak kemiklerim toz olacakmış gibi sımsıkı yumruğum. Tüm kaslarımda ki suyun çekildiğini hissediyorum. 
'Hayır beni uyutmadın, kopartıvercen kökünden' diyor, gülüyor. 'Kızçeler ağlamasın sonra'
 Gülmeye başlıyorum bir anda. Önce ellerim, sonra dişlerim çözülüyor. O gülüyor, saçmalıyor bir şeyler, makas falan almaya çalışıyor bel altımdan, ben gülüyorum. Ağrılar giriyor karnıma, nefesleri yutuyorum kahkahalarla bir bir. Tırmanıyorum sallana sallana, pijamalarım ayak bileklerimde, güç bela ranzama. Sırt üstü, uzanıyorum yorganların üzerine yavaşça. Bir kaç nefes daha çıkıyor burun deliklerimden, hiç kaldırmıyorum pijamalarımı geri. Ellerimi usulca yerleştiriyorum bacak arama.

Çekiyorum.

Kalkmıyor.

Kalkamıyor.

Yine de çekiyorum.

Düşünüyorum. Tanıdığım tüm kadınları, gördüğüm tüm göğüsleri, aldığım kokuları, kulaklarıma fısıldandıktan sonra unutulan tüm sözleri, haykırıldıktan sonra yankısı duyulsa günaha sokacak ne varsa.

Ben o gece, bana yanlış yapan herkesin, beni bırakan, terk eden, aldatan, benden iğrenen, yüzüme tüküren, tükürdüğümü yalatan, mahçup düşüren, utandıran, hayıflayan kim varsa, hepsinin anasını tek tek sikmek istiyorum ama,

Kalkmıyor.

Kalkamıyor.

Gözlerimde yaşlar,
İlk defa bende, arkadaşlarımla birlikte, bana gülüyorum.

------------------------------------------------------------------

                                                                                                 Beni sevdiğiniz için teşekkür eder,
                                                                                              İyi sevişmeler dilerim.

19 Kasım 2023 Pazar

Призрак Раскаяния


                                                




 I find myself at a loss of words, grappling with the intricacies of my plight. Clarity doth elude me, and the coherence of my thoughts remains uncertain. I have been ensnared in a melancholy state, my spirits ailing for a considerable time. A profound need plagues me, yet its nature eludes my understanding. All that is certain is the pervasive sense of woe that has gripped every facet of my existence. 'Tis as if I am confined within the walls of an elevator, wherein the emergency button beckons, yet the very thought of pressing it fills me with trepidation. I cannot shake the notion that even should I extricate myself, the external realm shall offer no respite. Surrendering this enclosure feels akin to a path I dare not tread, yet the prospect of continued captivity is equally daunting.
 Depression, in the conventional sense, is not my affliction. Rather, I have become a living manifestation of melancholy itself. Assistance is sought, for the resolution lies beyond the grasp of mine own faculties. In my impotence, I resort to that which I excel at: to sit in silence and endure, akin to a compliant child. A descent into a destructive abyss I shall not allow, yet the pain, I fear, shall rend me asunder. Past tribulations have yielded to the passage of time, but this occasion breeds a different fear — that the aftermath may yield an even direr state. As if in pursuit of elusive answers, I chase after passing carriages, though deep within, I harbor no true desire to apprehend them. 'Tis a mere pretense, for I am cognizant that possession would breed disdain and remorse.
 
 At times, I yearn to shed tears, to weep until this torment dissolves. Alas, my tears, akin to my uttered words, prove insufficient. I harbor no desire for this melancholy, wishing instead to elect life over this insipid and vacant agony — a struggle bereft of meaning. I long for genuine connections, eschewing shallow, dopamine-driven relationships. The ability to converse without the specter of solitude and judgment is my desire, to utter words without the fear of losing at the conclusion of each sentence. Mine own decisions, musings, plans, and every uttered word cut deep into my being. I have spilled much metaphorical blood in this mental torment, and all that I seek is a semblance of absolution. Is this my redemption for past transgressions, or the retribution of my fractured soul and mind?

 Within the labyrinth of mine own despair, I find myself ensnared betwixt two ominous choices. Each decision, a path fraught with its own brand of agony, doth leave me standing at the crossroads of desperation and isolation. The weight of mine predicament bears down on me, casting a shadow that envelops every facet of mine existence. Alone and isolated, I grapple with the suffocating sense of solitude that accompanies the burden of my choices. It's as if the walls of my confinement echo with the silent screams of my internal turmoil. The isolation becomes a palpable entity, wrapping around me like a shroud, intensifying the pain that courses through my veins. The options before me, both undesirable, stretch like desolate landscapes, offering no respite. The desperation to escape this mental confinement intensifies, yet the prospect of either path feels akin to navigating a minefield of suffering. The uncertainty of my future amplifies the ache within, leaving me adrift in a sea of regret and indecision. The pain, both emotional and visceral, becomes the unwelcome companion on this journey. It lingers in the shadows, coloring my every thought with shades of anguish. Each heartbeat seems to resonate with the rhythm of my internal struggle, a discordant symphony that plays out the tumultuous narrative of my predicament. The isolation feels like a heavy fog, obscuring the possibility of reaching out to others for solace. The mere thought of sharing my burden with someone else is haunted by the fear of judgment, adding yet another layer to the labyrinth of my pain. As I navigate the treacherous terrain between these two bad decisions, the sense of being trapped in a cycle of despair intensifies. The walls of my isolation close in, and the choices before me loom like ominous specters. It's a desperate plea for reprieve, a longing for a guiding light through the darkness that enshrouds my existence.


Amidst choices that grip and bind in torment,

A phantom dread courses through my veins, unkindly sent.

Not merely the present pain these decisions bear,

But the specter of regret, shrouded in destiny's snare.


The recognition that these choices may weave,

The mournful tapestry of my life, I can't perceive.

Paralyzed by desperation, at the crossroads I stand,

The specter of regret, an ethereal, unseen hand.


Whispers of sorrow in mine ear, regret's mournful strain,

A lament for a life unlived, opportunities slain.

The burden of "mayhaps" presses, a relentless siege,

Dread of remorse, an ever-growing, haunting intrigue.


The ache within, not solely from present plight,

But the gnawing dread, haunting both day and night.

No matter the path, a grim reality may dawn,

Unfulfilled potential, a fate forlorn.


Dread of settling into a life, aspirations incomplete,

A tempest of doubt, clarity's merciless defeat.

Until then, stranded in the present's somber sway,

Caught in fear's undertow, desperately seeking a way.


To break free from the prison of uncertainty's might,

That holds me captive in the shadows of the night.

Paralyzed by desperation, at the crossroads I stand,

The specter of regret, a mournful, unseen hand.

24 Ekim 2023 Salı

In Shadowed Solitude, A Soul's Solemn Reverie

                                                                  




 What didst thou presume would come to pass? Amidst the dalliances with butterflies, donning masks upon masks, striving to awaken from dreams, and the copious codeine gulped down on empty stomachs by men who had existed long ere thy birth, and those who ejaculate to the point of tearing their gastrocnemius muscles, etching characters somewhere within the smoky center of a post-coital cigarette, betwixt the lines of truths, encompassed by a realm where the only fornication occurs beneath the illumination of lights. Amidst a sea of deceptions, encompassing Jeffrey Epstein's demise and the grocer's lies about hoarding cigarettes, all realities have been ensnared. Thou art perishing, transforming, suffering, vanishing. With whom and where dost thou exist? In whose womb art thou born this morn? Upon which earth's soil shalt thou be interred? What weapon dost thou wield? Why canst thou achieve climax solely whilst immersed in the melodies of music? Wherefore dost thou not attempt to pierce thyself with this quill?

---------------------------------------------------------------

 Because certain paths you should not tread,
For maps of old, a dire warning spread,
"They be dragons," where they led.
Though the maps have changed, as we've read,
 It don't mean the dragons are truly dead.

----------------------------------------------------------------
 Ismet, upon rousing from slumber, gazed upon his lifeless aquatic companion, adrift in the watery abyss, and this grim sight did bear down mightily upon his heart. At the outset, he strove to mask his grief. His visage retained its stern mien, yet his brows hovered perilously close to the gates of his eyes. When he beheld the motionless fish, suspended in the aqueous realm, inverted with eyes unblinkingly wide, Ismet found himself bereft of the strength to partake of sustenance. For a protracted span, he refrained from drawing Vosvos from its aqueous haven. He dared not draw nigh.

Aye, it was but a humble fish, and the passing of fish is the way of nature. To capture a fish, however, is a transgression of the natural order. In his youthful days, Ismet ne'er cast an angler's line into the waters. Upon certain ebon nights, when the ban beset the hunt, he cast nets from seafaring vessels. He would dispatch octopuses with resolute blows to their heads, and once he hoisted the piscine souls ashore with his fishing rod, he did not return them immediately to the water's embrace. Instead, he placed them upon a broad stone altar, there to witness their agonies. Now, he pondered in solitude: Why, on this morn, did this diminutive fish repose in stillness, its essence affixed to that place as though by a malevolent force?

 Ismet, thou hath not glimpsed thy failures laid bare in so many moons.

---------------------------------------------------------------------------

My lungs do kindle as each cloud fragments away,
I yearn to cry out, but no manifesto holds sway.
My jawbones entwined, marrow courses like a river,
I implore, "Bring it forth, let's dine, let us deliver."

Yet time stands scarce, and credit cards are naught,
Only I remain, aflame lungs, with clouds all but wrought.

I argue, for in this world, a coffin truly be,
The most intriguing vessel that one can see.
A means to venture where even dreams do fail,
To places unobserved, where few have set their sail.

She states it akin to trains, the way it carries on,
Embracing the unknown without fear, bygone.
For escaping, in the end, means chasing another's tale,
The pursuit of something new, as we set sail.

My finger bones do ache, I entreat,
I can bear no more Godard's bittersweet.
Love's captive, the ship's helm, and desires untold,
Though you pour them, like an overflowing cup of old,
Twas once driven into my liver, the unrepentant's heat,
Even if stitched with silk, what purpose does it meet?

As a taxi's vacant seat, it remained so still,
After the funeral, only street dogs did shrill.
Yet no one did hear them, no heart did sway,
For they, like an echo, soon faded away.

----------------------------------------------------

 Did we not once speak of the tobacco's embrace upon those serpent-like tresses? Or ponder upon a journey into obscurity with faces unmarked by virtue? The soul, ensnared between the grip of nail and flesh, lingers on, akin to moss's patient caress upon the stone. Hence, it is the compass of the heart, steadfast in its dedication, ever pointing towards the northern star. In the clasp of hands, we hold the handkerchief of love, passed down, secondhand, by unyielding spirits.

  How distant our lives lead us, like phantoms traversing the vast expanse of the abyss, ethereal and unbound. Of course, you do speak wisely. The destination, in truth, is a mere whisper, a fleeting specter of our journey. The where and when hold no substance. What carries gravitas is to elude the impending fall, to evade the calamity. If need be, let us standstill, forsaking existence itself, lest the malevolent hand of fate rend and shatter, cast us into oblivion, sealing our fate. Why tread this treacherous path? Do we have relentless pursuers, eager observers who watch from the shadows? Do they hold greater import than your essence?

 Let them linger.

 In the end, all that holds significance is to endure unscathed, to maintain the integrity of our existence in this cursed realm.

----------------------------------------------------

Behold, I peruse the forsaken words of yore,
When last did I mine own flesh explore?
Each touch I thought would leave no scar,
Yet they marked me deep, both near and far.

In my quest for self-forgiveness, voices raise a din,
Obscured amidst their clamor, where do I begin?
To find my essence, origin, and why I'm here,
Cloaked in robes as pure as driven snow, I appear.

Grieve not, for life and death do oft entwine,
We're cast adrift like ropes, our youth's design.
The walls I've built, they whisper as you near,
Perhaps one day, I'll say, a pigeon's nest so small, my dear.

But still, I cannot contain what longs to soar,
For it seems I am destined to seek forevermore.

--------------------------------------------------

 In the age of fire's waning, we sought our own cataclysm, and it had a name - Humanity. In tomes and whispers, in the vaults of deities and the cosmic abyss, the greatest reckoning was us. Our tempests rumbled in silence. Instead of sundering, we raised edifices. Rather than immolation, we consumed all within our grasp. Our apocalypse unfurled gradually, a creeping pestilence. We were the contagion. Spirits, elixirs, and melodies served as meager remedies.

 Humanity, the harbinger of annihilation for the world and for each other's souls. Humanity, a race with no nemesis but itself, bereft and restive. Crying out, howling at the universe without comprehending the reasons for sorrow, targets of rage, or paths to tread. Our existence existed in paradox. We could forge and obliterate, cherish and despise, bestow life and snatch it away. The dichotomy of our essence, opposing forces that should have harmonized, yet instead perpetuated an interminable struggle. Humanity, the name for both the destruction and redemption that resided within.

--------------------------------------------------

In the hour of deepest night, we now find ourselves.

Our weariness, akin to the smoldering embers of a hearth, patiently awaiting their inevitable end. Our longing for the night, concealed within those who have departed prematurely, much like the fading embers by their side.

Another laughter tears through the descending melancholy, etching its mark, scraping away the sorrows ingrained within these very walls, leaving behind a tapestry of pain.

Yet, only you endure.

You and your hair, reminiscent of the most enchanting hues of a twilight sky. They cascade, like the cooling breeze of a brisk autumn evening, upon my weary shoulders. The winds replace your hair, dispersing my essence to the farthest reaches of this room.

I find myself unable to halt, my tongue faltering in its attempt to find words. I clasp tightly to what remains unbroken, striving to avoid another plunge into the abyss of solitude. Perhaps, it's to steer clear of being lost;

In the hair of a resentful late afternoon.

With every collision of our fingers, I etch yet another footprint on the untouched shores I've never tread. With every touch of your hand to my hair, a new breeze stirs. Perhaps my mother would be disheartened, and the sound of waves crashing against my ears would drown out the world. Your voice, a soothing lullaby, as if I were seated on a bench facing the vast sea. Love, as Sait Faik would say, accompanies this internal turmoil.

One wing, a fiery red,
Pierced, it bleeds.
The other, a sinister venomous green.

A bottle of the cheapest wine refills our glasses,
And another sailor succumbs to the abyss, within the ocean I shall never tread

--------------------------------------------------

 I awaited its arrival, but it lingered not this day. A sentinel of an evening most peculiar, it seemed to be. Who can fathom into which dream's embrace it has fallen, hanging its whistle upon its very essence? My spirit lies shattered, a reunification beyond repair. Now, the riddle echoes in our minds: do facts craft the tapestry of events, or do events weave the fabric of facts?

Nevertheless, if it came not, I shall inscribe my own tale as though you were naught but a specter. I shall deceive myself as if our paths have never converged. I shall revel in this self-imposed illusion. Another song shall fill my ears as I behold my own gaze, cast adrift upon a wall devoid of purpose. The trodden paths shall beckon me once more, to seek my presence or solitude upon those very benches. I shall await the arrival of spring and faithfully discharge the unspoken words trapped within the gullet of a bygone season. My pre-fabricated deceptions, the tales I conceal in shadows, shall offer escape from my very being, as I command the mirror to stay its reflection. I am perilous.

Yet, I shall dismiss the enigma of emotions somehow, but what of the enduring legacy of my soul?

Love was assimilation, becoming one. Losing oneself within the labyrinthine streets, a gradual descent into the haze of monotony. A smile shared with strangers whose faces once held no significance. Sudden ownership of every seemingly nonsensical word. But for a year and a half, I awakened to the same dawn. How can one elucidate the swift transformation of visages beyond the window, outpacing the descent into slumber? The answer remains elusive, as it often does.

I declare with candor: I did not succumb to love. I loved, and I loved profoundly. Yet, my affection for her wrought a genocide of its own. It shattered my very essence, fractured the very notes of my existence."

--------------------------------------------------

I have grown weary of this existence, as clear as day,
Or perchance, I'm ensnared in melancholy's poetic sway.
Perhaps I dwell within desolation's cold embrace,
Hiding my emotions behind this somber face.

I pledged to write without second thoughts or doubt,
But an emotion emerged within, I could not cast out.
Bewilder all, trust no one, that's my solemn creed,
Form no attachments, let it be decreed.

Shall I hold myself in questionable esteem?
My thoughts wander, lost in a shadowy dream.
Fire a bullet to the heavens, by my hand or yours,
Feel the icy wall with the warmth of all my pores.

By the coastline, within a two-story abode's grace,
Two wine bottles, let mornings not erase.
Mornings, noons, evenings, and days untold,
I write incessantly, life has grown so cold.

Shall I depart without savoring life's sweet delight?
I yearn for release from this endless plight.
Or not, even if I survive the relentless tide,
Let them depart to their heavens, where they may hide.

But alone, I am utterly consumed by ennui,
Weary, I weep, and I am easily subdued, you see.
Songs lose their meaning, I fade, it's true,
I depart, but distant lands elude my view.

I stand as a lone wolf, guarding my own soul's bane,
I may rend myself asunder, amidst darkness and disdain.
Break me, see me, and mend me aright,
I shall tear myself apart into the endless night.

Agriculture and midnight bars, I meander and explore,
I beg your pardon, my words, I'm not sure.
But as I ponder by my dwindling cigarette's end,
Forgive me, dear friend, for I must now ascend

8 Aralık 2019 Pazar

just trying to bite my own teeth


''... comes from the embodiment of the bodies. Thus in this matter question has to be asked. Do waves belong to the sea or the coast itself? ''


im bleeding.
roll me an another cigarrette
roll my sleeves, too.
dont be sad
there will always be another rose to render the fucking concrete

''..with every increase in the degree of consciousness, and in proportion to that increase, the intensity of despair increases: the more consciousness the more intense the despair''

kanıyorum

bana bir sigara daha sar
parmak uçlarıma da yara bandı
üzülme
her yağmurdan sonra birileri boyar elbet siktiğimin gökkuşaklarını

---------------------------------------------------

Geceleri zor oluyor. Yani tüm bu beş senelik düzensizlikten sonra bir anda düzene girme bekleyişi. Eski alışkanlıklarım devam ediyor. Huzursuzluklar, içim içimi yiyor. Uykusuzluk çekmemi saymıyorum, zaten onlarca ilaç içiyorum onları gidermek için. Keşke kendimi gidermek içinde içebilsem. Yanlış anlamayın ben ölümden korkmuyorum, olay tabutların tek kişilik olması.

-----------------------------------------------------

özür dilerim.
bazen, bazen dayanamıyorum, ve bu da beni dayanılmaz bir adam kılıyor.
ırıcı cümleler söyleyebiliyorum, çok kırıcı. 
derim sertleşti biliyor musun?
daha sinirli biriyim.
eskisinden daha sinirli.
tense.
past perfect bile değilim biliyorum. future olacak mı bilmiyorum.
kanıyorum sürekli
bacaklarım, avuç içlerim.
kendimi yırtarcasına geçiyorum tırnaklarımı derime, kazmak için hissiz tabakayı.
bir öğlen uyandım, suratımda kırmızıya çalınmış.
hala sağ elim suratımda uyuyorum demek ki.
seninle bazen gerçekten konuşmak istemiyorum ama

konuşmayınca da canım yanıyor
o kadar alışmışım ki sana
derim sertleşiyor
daha sinirli biri oluyorum
eskisinden daha sinirli
shame

pişmanlık değil, daha çok shame
kimselere karşı değil, yanlış anlaşılırsa anlaşılsın o da umrumda değil ama
kendime karşı
ya rab diyip kalkıyorum oturduğum digitürk koltuğundan.
başım 

siktir et başımı, annem geldi yarın pttye gidicekmişim.
eskisi gibi
sen onlara inanma
seni sevmelerin en güzeli yakından sevmek

---------------------------------------------------------------------

''...
limited in time and space. He experiences himself, his thoughts and feeling as something separated from the rest, a kind of optical delusion of his consciousness. This delusion is a kind of prison for us, restricting us to our personal desires''
you know the

umm
story of a man who fell from the skyscrapper?
you do?
right then
what im about the tell you is something like that but not exactly

bunlar benim hislerim değil, üzüntü, mutsuzluk, pişmanlık, acı çekmek.. kim buldu lan bu kelimeleri veyahut köklerini? Fasça mı fransızca mı? Sevmiyorum anlatmayı, yazmaktan sıkılmaya başladım. Kelimeleri kullanmaktan. Benim hayatımın bir ismi var. Duygularımın, kahkahalarımın ve gözyaşlarımın. Seninle birlikte mutfakta, yer minderinde oturduğumuz gecede hissettiklerimin bir adı var. Neden var? Çünkü birileri bunu yaşamış, bana söylemiş adının o olduğunu. Ama eminim, adımdan bile daha eminim, o mutfak boşluğunda senden ve benden başka kimse yoktu. O halde nasıl bilebilirler kalbimin ne denli attığını, gözlerine bakmamak için bütün bulaşıklara yapışmış yemek artıklarını izlediğimi. Peki ya ilk otobüs yolculuğumuz? Muavin mi koydu benim hissettiklerimin adını? Sabaha karşı omzuma yattığında, omzumun üstünde sanki hayatım boyunca bir ağırlık varmış, sen başını koyunca kalkmış gibi hissetmemi? Ne demiş peki? Aşk mı demiş, sevgi mi? Tutku mu! Ben diyorum, ben seçeceğim. Ne hissettiğimi ben seçeceğim. Bir lunaparkta, dönen dolabın en üstünde senin yüzüne bakarken hissettiğim duyguya şey diyeceğim.. şey.. Trejivüyen.. belki de brejövo. Her gidişinde benden, beni her bırakışında, gözyaşları içine bulanmış suratına baktıkça kalbimde hissettiğim sızıya da Yurwadiel diyeceğim. Kendi sözlüğümü yazacağım gerekirse. Senin bana hissettirdiğin binlerce eşsiz duyguyu, en acısından en mutlusuna kadar.. hepsini yazabilmek için. Belki başkaları anlamasa da, yıllar sonra açıp okuyup, bir an bile olsun tekrardan hatırlayabilmek, yaşayabilmek için.

“..for example that our most private thoughts and emotions are not actually our own. For we think in terms of languages and images which we did not invent, but which were given to us by our society.”

what ever this is
still I cannot name

dont wanna see the finish line
even come to think about crossing it

---------------------------------------------------------------------------------------


mr frustration man... mr frustration maaan... ohhh he's mr frustratiiiing... soooo Frustratiing... sooo fru-fruckingstrating, hating man he is just a man...
oh yea

---------------------------------------------------------


4 Ağustos 2019 Pazar

Jusqu'ici tout va bien




 Bir başka insanla tanışmanın birden fazla yönü var bugünlerde. Eğer kategorileştirmek istersek bunları; ki hepimizin istemeden yaptığı bir şey olarak düşünüyorum bunu, sanırım ben üç kategoriye ayırabilirim. İsteyerek, tesadüfen ve.. Üçüncüye daha bir isim ama koyamadım şimdilik o yola Tolga diyeceğim.
Birinci kategorimiz(kategori yazarken zorlanıyorum nedense);
 İsteyerek-
Umutsuzluk ve çaresizlikle dört uzuvla sarıldığın telefonlar, bilgisayarlar, belki arkadaşlarla olan akşam gezisinden önce ne olur ne olmaz diyip sipariş verdiğin dürümde soğan istememek umudu, oturağı masasına uzak olan bar taburesinden karşındaki masada duran iki ensenin arasından sana bakan birilerini aramak, zaten yapmayı bildiğin bir şey için yardım istemek ve belki de mevzu bahsi hiç olmayan bir fotoğraf çekimi için kameraman aradığını söylemek. Liste uzun gördüğün gibi. Neden uzun? Çünkü çok insan var. Hayır sadece çok insan olduğu için değil, çok insan olduğu halde, çok yalnız olduğun için.
İkinci kategorimiz(alıştım yazmaya)
 Tesadüfen-
Belki de en tatlı tanışma, en merak uyandıranı. Hayatın sen dün akşam bulaşıkları yıkarken senin için hazırlamış olduğu planlar, yaptığın en ufak hareket, aldığın en saçma karardan doğan çarklar bütünü. Hani vardır, ya beş dakika önce çıksaydın evden ya da rüzgardan dolayı koltuğuna dökülen kül tablasını temizlemeyi yarına bıraksaydın? Tüm bu sorular, büyük suskunluktan sonra gelir tabi. Her tesadüf içinde denize karşı bir bankta oturuyormuş sessizliği bırakır arkasında. Ne demiş Beydeba; kader konuşunca, insan susar.
Üçüncü kategorimiz(yok alışamamışım)
Tolga-
 Ben diye başlamak istiyorum. Ben insanların en doğru şekilde tanışmasının film, kitap ya da şarkı önerileri yoluyla olduğuna inanan biriyim. Sosyalleşmek adına çıkılan yolda dahil olduğunuz bir etkinlik grubunda sohbet esnasında bahsettiğiniz filmi duyunca gözleri parlayan o insanı bir anda farketmek gibi. Hem istek hemde tesadüf barındıran. Bu yirmili yaşlarda katıldığınız punk topluluğunun içinde kaldırım köşesinde sarhoşluktan farketmeden söylediğiniz bir şarkının nakaratına doğru giriş yapan biri de olabilir, sahaflardan birinde gezerken elinde Ferdinand Celine'in kitabını görüp, bak bu Ahmet Arif bunu da seversin dediğiniz biri de. Çünkü biz birşey okurken, izlerken, dinlerken sanatçıyla ortak bir hayata bürünüyoruz. Üretileni göğüs kafesimizde büyütüyoruz her geçen dakika. Anlayarak başladığımız bu yolculukta, sanatçının bizi anladığını düşünerek son buluyor özümseme yolculuğumuz. Derler ya bana en yakın arkadaşınızı söyleyin size kim olduğunuzu söyleyeyim diye hani. Siktir ordan. Bana yemek masasındayken bile dizlerinize koyup okuduğunuz kitapları söyleyin, ne zaman kalbiniz buruk olsa sizi huzura kavuşturan filmi önerin ya da gecenin henüz sabaha kavuşamamış karanlığında sokağa çıkıp kulaklıklarınızdan ruhunuza dokunan şarkıları dinletin. Ben o zaman anlarım sizi ancak. Mesela ev arkadaşınız Kadir'in ailesinden yemek için istediği parayla ot alıyor olması ya da çocukluk arkadaşınız Zeynep'in iki en yakın arkadaşla yatıyor olması benim için çok bir şey ifade etmez. Ne kadar zor bir hayatının olduğu, ne tür travmalar yaşamış olduğun, kaç kere aldattığın veya aldatıldığın... Hiçbiri beni seninle tanışırken etkilemez. Önemli olan (tıpkı filmlerde olduğu gibi), tüm bunlar olurken arka fonda hangi şarkının çaldığıdır. Çünkü zaten travmatik olan hayattır. Gerçek trajedi, aslında komedinin ta kendisidir. Hangi kelimeleri seçtiğindir mühim olan anlatırken unutulmaz kabuslarını. Ancak kitaplar öğretir insana acılarını kılıç olarak değil de, başkalarının yaralarını sarmak için kullanmayı.

Neyse konudan çok ayrıldım, şöyle bir toplayıvereyim bu anekdotun sonunu.
yok toplayamadım.
kategorikategorikategorikategorikategorikategorikategorikateogirkateogirkatagorikategori

------------------------------------------------------------
Suratında bir tokat patlamasıyla başladı her şey.

''Your turn GI, bang bang bang!''

 Alnından akan ter damlaları henüz çenesine varamadan buharlaşacak kadar kızarmış ve sıcaktı sol yanağı. Önünde duran Colt Python'a bakarken Nietczhe'nin ''Uzun süre uçuruma bakarsan, uçurumda sana bakar'' sözü aklına geldi. Acaba bu .357 kalibre mermi kullanan metal canavarda ona bakıyor muydu? Bakıyorsa ne düşünüyordu?

Bir tokat daha.

 ''Uyan, gel kendine gel, uyan''

Gözlerini açtığında annesini gördü, o kadar ağırdı ki herşey, zaman, alnındaki annesinin eli, burnunun içindeki plastik. Bembeyaz bir rüyadan ötekine. Çarşaflar, duvarlar, suratındaki sargılar. Her şey beyaza, midesi kadar bulanmıştı. Sinirliydi tabi, yediği tokatın yanaklarındaki yanığı haricinde pekte bir şey hissetmiyordu. Konuşmak istedi, ya bunlar bana çok kötü vurdular demek istedi, yapamadı. Çenesi kitlenmiş, titremekten yorulmuştu. Birkaç dakika sonra gözlerindeki buğulanma kalkınca, solunda duran ufak aynaya uzattı elini. Olamazdı, kendisi de oda kadar beyazdı.

Bir tokat daha.

 ''Eşkiya mısınız oğlum siz? Okuldan kaç, tuvalette sigara iç, diğer öğrencilerle kavga et, öğretmenlere saygısızlık..''

 Utangaçlığın bir rengi olsaydı bu kırmızı değil, mor hiç değil, koyu yeşil olurdu diye düşündü. Önünde durduğu tahta kadar koyu yeşil. Aldatılan bir kadının, kafa dağıtmak için arkadaşlarıyla çıkıp kendini bir başına eski sevgilisinin evinin önünde kusarken bulduğu koyu yeşil. Kaçırdığı son dakika penaltısından sonra, küfürden ağır sırtı sıvazlanan bodrumspor forveti koyu yeşili. Belki de bu yüzden mezarlıklardaki tüm ağaçlar koyu yeşildi. Tüm insanlık, utanmak için gelmiştik sanki dünyaya. El uzatıp karşılıksız kaldığımız anlardan, asla geri dönmem diyip ilk fırsatta hadi geri dönmeyi bırak, heyecanlanmamız. Tabi o bunları düşünürken, karşısındaki babasından yaşlı adam ona utanmaz diye bağırmaya devam ediyordu. Önemli olan soru yaşlı adamın söylediği değil, haklı olup olmadığıydı. Yürüyebilmenin değerini her gün dokuz beş çalışan bir postacı mı biliyordu yoksa bacaksız doğan on yaşında bir çocuk mu? Çok saçma dedi içinden, o halde hiç kitabı olmayan bir adam mı bilecekti kitapların değerini? O değer bilmek değildir, elde etme isteğiyle yanıp tutuşmaktır. Hangisi daha iyiydi henüz bunu bilecek yaşta değildi, ancak erkek arkadaşının kendisinin değerini bildiğini söyleyen kızlara ne kadarmışsın diye sormayı severdi.

Son bir tokat daha.

''Sakın gelme, sakın. Daha var bana, devam edeceksin, duyuyor musun beni? İşe yaramaz herif, aldatıcam seni gittiğinde''

Saçma buluyordu işin gerçeği tüm bu fantazileri. Tamam belki birkaç tokat vücudunda kan akışını hızlandırıp ereksiyonuna yardımcı oluyordu ama konuşmayı oldum olası sevmezdi. Erotizm ve pornografi arasındaki fark inceydi. Birkaç saat önce sevdiğini söylerken kaçan gözlerin, tüm varlığıyla küfür ediyor olması garipti. Cinsellik adı altında dolaylı intikamdı bu, onun üzerimden tüm topluma, baskılara, yakıştırılmış davranışlara ve modelleyerek öğrenme yetisine.O alınmıyordu tabi, evet diyordu sadece. Söz konusu erotizm olunca, Marquis de sade'den tüy kalemleri tek başına canlandırabilirdi yatakta, ama pornografinin ona yıllarca öğrettiği tek şey evet demekti. Mutluluğa basit yoldan erişmenin tek yoluydu. Ancak o zor seviyordu. Düşündü, sonuçta baya bir vakti vardı düşünmek için daha. Pekte zor sevdiği söylenemezdi. Kapalı kutular ardına saklamış insanlar sessizdi, kısa nefesler alıp verirdi ve en kötüsü de karanlık olurdu. O duymayı, derin nefesleri ve görmeyi severdi. Küfür de olsa, erotik nefes sanılmış astım krizi de veya beyaz ışıkta tel tel görülen sırt kılları da. Atladığı suyun dibinde ne var bilmek isterdi.

-----------------------------------------------------------------

 birinci hikaye; Silah zoruyla oynadığı rus ruletini kazandı, hemde ard arda üç defa. Birkaç gün sonra idam taburu tarafından öldürüldü.

ikinci hikaye; Başarılı geçen bir burun ameliyatından sonra hayatının en uzun bir buçuk haftasını yaşadı, yeri geldi sinirleri bozuldu ağladı, ağzı kurudu, yutkunamadı. Plastikler alındıktan sonra tekrar nefes almanın keyfini dört ay sürebildi. Bir bar çıkışında olan kavgayı ayırmak için girdiğinde, kör yumruk tekrar burnunu kırdı.

 üçüncü hikaye; Davranışlarını devam ettirdiği için dönem sonunda okuldan atıldı, açık liseye kayıt oldu. Otomobil kokuları satan bir mağazada kasiyer olarak çalışıyor.

dördüncü hikaye; Aldatıldı.

----------------------------------------------------------------

All them witches'ın Our mother electricity albümünde Elk blood heart şarkısını dinliyorum. Saat sekiz kırkyedi. Birkaç gündür, belki bir hafta olmuştur, akşam dokuz sularında uyuyup gece iki üç gibi uyanıyorum. Daha fazla vaktim oluyor kendime gelip, güne alışmak için. Bu aralar günlere alışmak zor oluyor. Bugün pazar mesela, ama bunu yazabilmek için önce düşünmem gerekti. Alışverişe çıktım birkaç saat önce, abur cubur falan almaya işte, öyle bir film gecesi yapayım dedim, listemden birşeyler izliyeyim. Neyse aldım üç beş birşey, daha önce denemediğim kakao kaplı yuvarlak şekerlemeler, tuzlu krakerler, içecek vesaire. Öyle dedim hazır gelmişken dondurmada alayım, kalsın dolapta pek sevmem aslında ama insan istiyor bazen. Ben öyle iki üç parça birşey almak için gelmiştim, girerken sepet almamıştım elime, baya kucağım dolu bir şekilde girdim sıraya. Kasa da farkettim her şeyden iki tane aldığımı.
 Bu aralar günlere alışmak zor oluyor.

----------------------------------------------------------------

''Atlıyor muyuz?''
hayırhayırhayırhayırhayırhayır
''Atlıyoruz tabi, atlamayanın mınakoyım''
''Bir''
Bu kadar mı zor istemiyorum demek? Korkmuyorum atlamaktan, ama canım istemiyor şu an demek. Neden bahane veriyorsun ki? Korksan ne olacak? Kime neyi kanıtlamaya çalışıyorsun?
Bilemiyorum, korkmaktan mı daha çok korkuyorum yoksa bir korkak olarak gözükmekten mi. Bazı geceler geliyorum buraya, anlamak için.
Atlamak için değil tabi.
Yok, anlamak. Acaba ben insanları etkilemek için mi yaşıyorum?
Yaşıyorum değil, ölüyorum olacaktı galiba o. Bakın, en güzel ben ölüyorum.
''İki''
Bir profesör vardı ya, derste eline yüz dolar alıp buruşturan, yere atıp üstüne basan ardından bu parayı kimler kabul eder diyen
Evet, tüm sınıf el kaldırmıştı alabilmek için.
Hah işte, ben o para olmayı seviyorum sanırım. Ne kadar kırılsamda, korksamda, yaralansamda insanların yine de beni kabul etmesi hoşuma gidiyor.
Sen çok yanlış anlamışsın ama.
Neyi?
İnsanlar o parayı istemiyor ki, o parayla elde edebileceği şeyler istiyor. Yoksa kim tutar ki sırf kirli olduğu için sevdiği yüz doları cebinde. Bir an önce harcamak, tüketmek istiyor tüm öğrenciler. Unutmak o paraya dokunduklarını, başkasının üzerine bastığı, değer vermediği bir şey için efor sarf ettikleri gerçeğini.
Sen hiç eline bir on lira alıp, kim bilir kimler neler yapmıştır tam bu kağıt parçası için diye düşündün mü? Kimler dokunmuştur, belki üç ay bir kavanozda kalmıştır yaz tatili için biriktirilmiştir, karnı aç olan biri yerde bulmuştur, tamam kabul edelim kimse on lirayı rulo yapıp kokain çekmez ama belki birileri bu on lirayla alınan paketten içmiştir ilk sigarasını, güzel bir akşam yemeğinden sonra çıkılan yürüyüşte pamuk şeker ısmarlamıştır bu on lira güler yüzlü bir kadına.
Hayalperestsin.
''Üç''
Neden atlamadın?
Cebimde on lira var.

-----------------------------------------------------------

Bir çığlık atıyorum rüyamda, sesim çıkmıyor ama camlar çatlıyor, pencereler patlıyor. Böyle slow motion cinsinden, bana doğru patlıyor, sanki çığlığı içime doğru atmışım.

 Yazdığım bir kitap vardı, böyle bir deftere. Baya emek harcamıştım, senelerce üstünde çalışmıştım. Boktandı, gerçekten. Yirmi yaşımda bir sevgilim oldu, tam sevgili de sayılmaz ama iki aylık bir tek gece gibi. Sanki her evine gittiğimde sarhoştuk, daha o gün tanışmıştık ve depresyondaydık. O denli sevişmeler olurdu anlayacağınız. Yabani, yabancı, göz kontağı az olan. İşin garip yanı hiç evden çıkmazdık. Neyse, ben bu defteri ona götürmüştüm, zaten onda kalıyorum, yazmaya devam ederim dedim sıkıldıkça. Sonunda tabi dışarı çıktık. Bu ikinci dışarı çıkışımızdı o geçen zamanda. İki ay önce gittiğimiz bara gittik ve orada ayrıldık. Çok klasik bir ayrılık olduğu için nedenlerini yazmayacağım zaten anlamışsınızdır zaten konumuz o değil. Aylar sonra, sarhoş bir şekilde, arkadaşıyla birlikte kapıma dayandı. Yani dayanmış, ben o sıralar başka bir evdeyim. Aradı beni, güney afrika aksanıyla türkçe konuşan bir çocuk bana diyor ki 'Abi, burada iki kız var evinmiş burası, aşağı inecekmişsin' Dedim ben evde değilim. Çocuk anca ''inecekmişsin'' diyor. Ver dedim, konuşmayacakmış dedi. İyi dedim ne hali varsa görsün, evde değilim ama. Bakmayın, beklesinler geliyorum der beş dakikaya da giderdim, ama istemedim. Şimdi sarhoş, belli arkadan sesi geliyor, ağlayacak, kusacak sonra o kusmukla bana sarılmaya çalışacak. Zaten gözümde bir değeri yok dedim bari daha düşmesin ben bu olayı unutayım. Unuttum da. Peki diyeceksiniz unuttuysan niye buraya yazıyorsun.
 Kitabı yazdığım defteri getirmiş meğerse.
Yıllar sonra aklıma o defter geldiğinde nerede diye ararken düşündüm bunu. Kitabı en son ona götürmüştüm, aldığımı hatırlamıyordum. Ondan sonra o kitaba yazdığımı da. Kapıma dayandıktan birkaç gün sonra temelli gitmişti Eskişehir'den. Yaz bu kitabı, devam et diye getirmişti. Bir kadını aylar sonra kapıma dayandıracak bir kitaptı galiba. En kötüsü de, hiçbir cümlesini hatırlamıyor olmam.

 Belki de en önem vermediğiniz, en saçma ilişkilerimden dediğiniz insanlar bile, giderken sizden en sevdikleri yanınızı alıp gidiyorlar. Birlikte izlemeyi sevdiğiniz filmi, önerdiğiniz bir şarkıyı, sigarayı nasıl tuttuğunuzu, seçtiğiniz bazı kelimeleri, sabah ondan erken uyanıp kahvaltılığın yanında bir de dondurma almanızı. Siz zamanla geçti sanıyorsunuz, unuttum diyorsunuz. Kim bilebilir ki, belki nasıl harcadım ben bu kadar parayı on beş günde dediğiniz zaman sıraladığınız yemekler, içilen biralar, alınan kıyafetler değildir paranızın olmayış nedeni. Belki de çalmıştır birileri. Ya da unutmuşsunuzdur bir masada o hiç çıkarmadığınız güneş gözlüğünü. İster israf diyin, ister dikkatsizlik. Ama ben kader diyeceğim. Paranın çalınmasına da, gözlüğü unutmaya da, o kitabı bir daha hiç hatırlamayacağıma da. Çünkü ancak böyle yatıştırabiliyorum kendime olan sinirimi. Belki diyorum, belki böylesi daha hayırlı oldu.

nah oldu.

----------------------------------------------- Gökdelenden düşen adamın hikayesini duymuş muydunuz?
Her katı geçtiğinde kendi kendini teselli ediyormuş;

''Buraya kadar her şey yolundaydı... buraya kadar her şey yolundaydı... buraya kadar her şey yolundaydı...''

Nasıl düştüğünüzün önemi yoktur ki.
Önemli olan yere nasıl çarptığınızdır.





26 Temmuz 2019 Cuma

suicide'dan hallice ikinci el homicide(hatasız, boyasız, hasar kaydı yok)




Öğle yarısında uyanmanın tek kötü yanı, günün ilk sigarasını içene kadar göğüs kafesinden çıkmayan vicdan azabıydı. Oysa hayatında yanlış giden pekte bir şey yoktu, ama o olmalı diyordu. Yani istediğinden değil ama bu saatte uyanıyorsa vardı bir şeyler. Neyse ki birbirinden komplike rüyalarını düşünürken geçiştiriyordu bu azabı.
 Öğle yarısı yapılan kahvaltıları da hep yalnız ve hüzünlü bulurdu. Tabağından taşmış vişne reçeline uzanırken bir an, sadece bir an açmak istedi göğüs kafesini ucu oval yağ sürme bıçağıyla. Başarısızlıkla sonuçlanan intiharlarına günlük hayat süsü veriyordu. Bileklerini kesmeye kalksa damara varamadan kanı görünce bayılırdı. Çatıya çıksa gözleri gökyüzüne dalardı, ve artık tren peronlarına sadece biletle girilebiliyordu. Ona yazılı ilaçların ise yüksek dozu sabah daha dinç kalkmasını sağlıyordu.Cemal korkağın tekiydi aslında. Yanında olan insanların bu denli güvende hissetmesi ondandı belki de. Cemal onların yerine de korkuyordu. Bilhassa kendinden bile!

''Hayır madem bir türlü varamıyoruz yarına, bari düne dönelim be''

-------------------------------------------------

Karanlık.

Göz kapaklarının ardı kadar karanlıktı pencerenin diğer yüzü. Bir kaç ufak nokta aydınlatmaya yetmiyordu alacalığı.
Hatırladı.
Yedi yaşındayken kafasını çarptığı kaydırağın altında dakikalarca baygınca yatışını. Gözlerini açtığında ufak noktalar görmüştü önce. Korkmuştu. O kadar korkmuştu ki kimseye söyleyememişti kafasını çarptığını. Ve o gün karar vermişti kakül bırakmaya. Saklamak için alnındaki morarıklığı. Korkusunu ve o ufak noktaları. Hiçbir zaman bırakmamıştı ufak parlayan noktalar onun hayatını. İlk sigarasını içtiğinde, ilk kavgasında, ilk ağlama krizinden sonra eşlik etmişti ona bu noktalar. Taa ki bu ana kadar. Taa ki sona, her şeyin sonuna kadar.

''RS-25 Engines have been activated. Thirty seconds to high acceleration.''

-----------------------------------------

Her geçen saniye, ufukta kayboluyorsun
Ve ben korkuyorum
Nefesim dayanmıyor
Yutmak istiyorum güneşi, denizi, toprağı
Gidecek yerin kalmayana dek

-------------------------------------------

''Can I hug you?''

Gözümün önünden geçiyor tüm izlediğim filmler. Bir cevap arıyorum, soruna değil belki ama bunu neden sorduğuna. Tabi diyemiyorum. Çünkü anlamsız geliyor. Defalarca izlediğim, ezberlediğim kelimelerin arasından birini seçemiyorum, tutuluyor dilim.Senin yüzünden diye bağırmak istiyorum, senin yüzünden bu suskunluk, yenilmişlik ve yitirmişlik. Henüz yirmili yaşlarımın başında, kuracak tek bir cümlem olmadan oturuyordum eczanenin önündeki taş çitlerde, elimde konumuzla hiç alakası olmayan bir kitapla. Senin yüzüne bakıyorum, baktıkça da tornavida saplıyor kalbimin vidalarına gözlerin, o kadar hissizim ki anlayamıyorum saatin hangi yönüne çevrildiğini her bir ''şimdi cevap verme sırası Tolga'' adlı vidaların.

Kısa bir tavsiye size, her zaman kavşağın gideceğiniz kafenin tam tersinde kalan kaldırımında buluşun. Şansınız yaver giderse, trafik olur, arabalardan birkaçı kavşağa hızlı girer, hatalı sollama yapar. Ve belki sizinde kalbiniz tutuşur ilk buluşmanızda ve el elle tutuşmanın o inanılmaz hissini gizlersiniz koruma iç güdüsü altında.

----------------------------------------------

Dans etmek
Kalabalığın içinde, kimsenin farketmediği bir kolonun yanında.
Kendimi kaybetmek istiyorum, sarhoşluktan belki de.
Belki de sokaklarda, otobüs terminallerinde, yıldızlarda.
Sadece kaybetmek.
Senin kaybolduğunu görmemek adına.
Parmak uçlarımdan kök salan bu özlem, kırmaya çalışıyor bastığımız kaldırımları
Biliyorum ki yapamayacak
Biliyorum ki kalbime doğru yön alacak.
Mezar taşından sert kalbimi
Dudaklarında eriyen pamuk şekere çevirecek
Bu yüzden kaybetmek istiyorum
Lunaparkta, Zach Braff filminde, ya da kırmızı bir pikenin üzerindeki sigara yanığı izinde.

-----------------------------------------------

Başardım.

-----------------------------------------------

Evden çıktıktan beş bilemedin on dakika sonra ayakkabılarını çıkartmadan giriyordu kafatasanın içine anksiyetesi. Her adımda, her yanından geçtiği insanda artıyor, daha da yaklaşıyordu. Hele ki karşıdan karşıya geçerken, önce sola mı bakılıyordu yoksa sağa mı? Soldan gelir, sağdan gider diye tekrarlıyordu içinden. Peki ya tek şeritlerde, o zaman yukarıdan mı iniyordu? Peki ya önce ölüm mü geliyordu yoksa doğum mu? Son neanderthal öldüğünde mi adı insan olarak kalmıştı geriye kalanların? Yoksa bu konumuzla çok alakasız ve saçma bir soru mu oldu? Tek şeritli bir yolda her iki tarafından da arabalar gelirken birine ne kadar uzaksa, diğerine de ancak o kadar uzak olmayı dileyebilirdi sadece. Sonuçta ne doğumunu ne de ölümünü hatırlıyordu insan. Bahsi geçen konu o ortalarda bir yerde anlaşılmadan anılaşan, yaşanan ve ilkokulda koluna aşılanandı. Cemal o zamanda korkmuştu. Oysa karşıdan karşıya geçerken yanında biri varsa hemen bellerine, ellerine elini koyar, bir kurt edasıyla sağa sola bakar, şimdi geç, dur derdi.

Cemal sanırım yalnız yapılan her aktiviteden korkuyordu.
Belki bu nedendir; çocukluğundan beri yanına birisini arar, dururdu usanmadan.
Geçebilmek için karşıdan karşıya korkmadan;
Ve kesebilmek için bileklerini soldan başlayıp damarın en sağına kadar.

Belki bu nedendir; hep uzaklara itti sevdiklerini,
Kah sabaha karşı beşte bir taksinin arkasından yaktığı sigarayla,
Kah bir kısa mesajla bitti sanarsın rap vakti canım dinle yanarsın.

YAPAMIYORUM YAPAMIYORUM AHAHAHAHA

Biraz bekler misiniz?

Misiniz ayrı mı bitişik mi yazılıyordu? Ensemden başlayıp, parmak uçlarıma uzanan bir depresyonun eşiğindeyim yine. Elimden gelenin en iyisi buydu, burnumdan da. Ben mesela, pek dönen avizeli telefon kullanmadım. Tuşlu aşklar yaşadım hep, parmak uçlarım morarana, mms sınırına dayanana kadardı benim özlemim.

YA ATAMIYORUM KAFAMDAN, ATAMIYORUM.

yoğrum
ne yoğrum
doğru bildin
ölüyoğrum

------------------------------------------------

Bir gün aptal bir insan, diğer aptal olan insanlardan hiçbir farkı olmadan, sizin ''aptal hayatınıza'' giriyor. Ve sizde o hayatınızdan ona bir parça veriyorsunuz, ''hayatınız'' gidiyor, geriye diğer aptallardan hiçbir farkı olmayan başka bir ''aptal'' kalıyor. Şemayı görüyorsun dimi? Hayal edebiliyorsun yani? Ha, sende aptalsın. Eyvallah.

-------------------------------------------------

 Insan bence, uykusu olduğu için değil de, yarın uyanmak için bir nedeni olduğunda uyumalı. Şimdi ben neden durduk yere uyuyayım ki?


9 Temmuz 2018 Pazartesi

Orbitofrontal Cortex


Otel odalarında kapalı devre porno yayını yapan televizyonlar gibi bir gün daha başlıyor

Kapalı bir devrede düzensizlik daima arttığına göre parmaklarımızı göğüslerimize sokup, köpeklerimizin kafeslerini açmamızın, düzenli düzensizliğin saadet zincirini kırıp, köpeklerimizi tekrardan bilmedikleri arabaların peşine, kayıp otobanlara salmamızın vakti geldi!
Neden mi?

Birkaç saat önce kapımı çalan kadının ağzından çıkan sigara dumanı okşarken suratımın diri diri gömdüğüm mimiklerini, belinden soğuk terler akan bir telaşla dikmeye çalışıyorum dudaklarımı. Hazır değilim. Hazır değilim diyorum kendime. Berberin cam kenarına yakın koltuğunda daha henüz saç traşım bitmemişken hoşlandığım kızla göz göze gelmem gibi, hazır değilim. O gün saçlarımı kestirmekten vazgeçtiğim kadar vazgeçtim kelimelerden. Çünkü biliyorum. Ne söylesem bana doğru ona yalan. Fraksiyonlarına ayrılmış sol kroşe kadar sert geri dönecek seçtiğim, gece yatmadan önce kurduğum cümleler. On bir senedir kendim kesiyorum saçlarımı. On bir sene daha susabilirim. Ama biliyorum ki bekleyecek. O camın önünde ben kendi saçlarımı kesmekten bıkana, makasım kırılına kadar bekleyecek.

-------------------------------------------------------------
A rich man opens the paper one day, he sees the world is full of misery. He says, “I have money, I can help.” So he gives away all of his money.But it’s not enough. The people are still suffering.One day the man sees another article, he decides he was foolish to think just giving money was enough.So he goes to the doctor and says, “Doctor, i want to donate a kidney.”The doctors do the surgery, it’s a complete success.After, he knows he should feel good, but he doesn’t, for people are still suffering.
So he goes back to the doctor.
He says, “Doctor, this time I want to give it all.”The doctor says, “What does that mean, give it all?”He says, “This time I want to donate my liver, but not just my liver. I want to donate my heart, but not just my heart. I want to donate my corneas, but not just my corneas. I want to give it all away. Everything I am, all that I have.”
The doctor says, “A kidney is one thing but you can’t give away your whole body piece by piece, that’s suicide.” And he sends the man home.
But the man cannot live knowing that people are suffering and he could help. So he gives the one thing he has left, his life.

------------------------------------------------------------------


Susmak. Tek bir eksiğim vardı bu hayatta aynaya baktığımda. Ben susamıyordum. Konuşmaktan nasır tutmuştu dilim, kurumuştu. Her kurudunda ıslatmak için içtim, içtikçe daha çok kuruttum. Ah dedim, ah kessem bu dili. Ya da.. Ya da bir çığlık atsam, sağır olsa insanoğlu. Kopsa film, kör olsa tanrı. Duymasalar beni. Duymasalar sesimin boğuk ve buhranlı yankılarını.

''Eskiden mesajlaştığımız telefonları hatırlar mısın?'' dedim. Öğretmenler odasına azar işiteceğini bile bile girip, olmaması gereken bir yerde olmanın verdiği heyecanla mermerin üzerindeki grilikleri sayan bir çocuk gibi yere bakıyordum.

''Evet'' dedi. ''Ard arda yolladığın mesajların titreşiminden uyuyamazdım geceleri.''
''İşte bende onu diyorum. Çok fazla kahve içiyorsun, ellerin hiç durmuyor. Sanki, o zamanlardaki telefonunu derine kazımışsın gibi.''

Ben susmayı hiç beceremedim.

''Kahve ve sigara dönemi çocuklarıyız biz. Bizden öncekiler pasta ve kahveydi. Ailelerimizin buluşma noktaları, kaçamakları olan pastaneler. Şimdiler ise bira ve sigara çocukları. Bir türlü ısınamadım biraya.''
''Bende'' kelimesi yanaklarımdan çarpa çarpa çıkıp, onun kulaklarına gider gitmez, kahkahayla yırttı havada zift gibi yapış yapış olmuş hüznü.
''Nedenmiş o?''
Gülmemesi gereken bir kadını güldürmek ya günah ya da tuzaktır.
''Sarıyı hiç sevmedim. Biliyorsun. Bana hep ölümü hatırlattı. Hastalığı. Azrailin dişlerinin sarısı, mermi sarısı, iltihaplı ilik sarısı.''

Patlamış, şişmiş, morarmış ve hatta kesilmiş ruhları onarmayı iyi bilirim. Eksik ruhların terzisi olsamda, dudaklarımı dikmeyi hiç başaramadım. Çoraptan fırlayan baş parmak gibi, her daim bir delik buldu çıkacak o en söylenmemesi gereken söz.

Ayağa kalktı, balkona doğru yavaş adımlarla ilerledi. Sokağa bakan penceremde durdu. Başını eğdikten sonra saçları daha gözlerini kapatmadan gülümsedi. Saçları bitiş noktasına ulaştığında sordu; ''Senin en sevdiğin şair Poe değil miydi? Hani şu ölümüne aşık olan? Evet galiba oydu. Sanırım beni aldattığın beş kadının dördünün sarışın olmasının en felsefik açıklaması''

''Dorothy.. Yapma..''

Hırçın ve kin bulamış gözlerini hadım etti. Sessizce oturdu geri koltuğuna.

''Neden benden nefret ediyorsun bu kadar, Dorothy? Ne yaptım ben sana?''
''Hiçbir şey. Hiçbir şey yapmadın. Ben izledim. Seneler boyu.'' Sesi duvarlardan sekip kulaklarıma bir babanın evladına vurduğu tokat gibi sıcak ve sertleşmeye başlıyordu. ''Verdiğin sözleri dinledim, nasıl yerine getirmeyişini, attığın yalanları, son dediğin ilkleri, ilk dediğin sonları ve daha fazlasını. Odadaki sigara dumanı ne zaman fazla gelse ciğerlerine, kendini ferahlatmak için odayı yarım saat açmanın yeteceğini düşünür gibi yollamaya çalıştın beni hayatından. Her yeni ilişkinde, beni çıkartabileceğini düşündün aklının en derin dehlizinden. Ne zaman mutlu ve kalabalık hissetsen, benimle doldurduğun her alyuvarını, bileklerinden akıtmaya çalıştın.'' Derin bir nefes aldı. Daha sigarası kül tablasında acı çekişirken bir diğerini yaktı telaşla. İki elinin arasına aldığı başını çevirdi balkona sonra. Gözlerime dahi bakmadan sordu.
''On dört yaşında ilk yazdığın yazıyı hatırlıyor musun? Sana yaratmanın verdiği gücü, parmakların kararmıştı yazmaktan gece sabaha uzanana dek. Hiç bitmesin istemiştin, ve ilk defa bilincin yerine geldiği andan itibaren bütün hissettiğin yalnızlığın ve arkadaşlığa olan sussuzluğun dinmişti. Söyle şimdi bana, kaç sene geçti o günden beri? Kaç kelime ve sayfa. En büyük hatan hep uzun cümleler kurmak olmuştu.'' Tebessüm eden sesiyle; ''Nokta koymayı hiç beceremezdin, yeni cümleye geçmeyi. Sürekli bir benzetme, başka bir benzetmeyle devam ederdi. Sadece yazılarında değil, her ilişkinde ne kadar uzun o kadar iyi dedin, tabi en uzun ilişkin hiç iki ayı geçmezdi.''

Insanlar tanıştıkları zaman hep birbirlerine en uzun ilişkilerini sorardı. Kiminki daha uzunsa saygı kazanırdı bir bakımdan. Sonuçta ilişki ve aşk emekti. Sahip olmak, ait olmaktı. Sorumluluktu. Paylaşmaktı. Arkadaşlık, dostluktu. Anlamını yitirmiş sevgi sıfatları, aşınmış günlük konuşmalar ve aynı dersi beşinci kere aldıktan sonra tekrardan çalışmanın verdiği bıkkınlık hissiydi uzun ilişki. Her akşam kulaklık takıp, ezbere bildiğin parkın, ezbere bildiğin bankında oturup denizi düşlemekti. Bu denli, insanlar hep daha uzun ilişkiler kurabilmek için doğru olanı, doğru zamanda ve mekanda ararlardı. Oysa ben her daim en uzun cümlelerimi yanlış yerlerde ve yanlış zamanlarda kurmuştum. Bu da sadece o anlardan biriydi.

''Biliyorsun Dorothy, bu dediklerin adını bile unuttuğumuz kumsallara gömdüğümüz içi kurtarılmayı bekleyen dileklerimizle dolup taşan, şişesinden ucuz şaraplar kadar eskide kaldı ve ben artık kurtarılmak yerine o kumsalı döven dalgalara inat yedi yaşında istanbul boğazında özgürlüğü için kulaç atan Karl Detroit gibi mücadele vermek istiyorum gidebilmek için hayalini kurduğumuz o uzaklara.''

Ben susmayı hiç beceremedim.

Kabullenişi, tebessümü ve gözyaşları. Keşke bir ressam olsaydım dedirtti bana o an. Olsaydım da gösterebilseydim herkese. Bir galeri açsaydım, ya da yanımda gezdirip bağırsaydım insanoğluna görmeleri için senelerdir aradığı hayatın anlamını bulduktan sonra başlarına ne geleceğini.

''Nokta koymayı unuttun yine.'' dedi. Eli oturduğu koltuğun sırt kısmıyla onun sırtı arasındaki yastığın arkasına uzandı. Saçları kadar siyah bir glock çıkardı oradan. Kırk üç model, dokuz milimetre. Tek mermisiyle ortalama bir erkeğin her tendomunu parçalayacak cinsten. Sol baldırımdaki yaranın sahibi.
''Bu sana son yardımım'' dedikten sonra kafasına doğrulttuğu tabancayı ateşledi. Sarı mermi sağ yanağından girip, dilini ve sol yanağını parçaladıktan sonra biraz önce açtığı balkonun kapısından özgürlüğüne kavuştu. Aramızdaki masada duran kül tablasına oluk oluk akan kana aldırmadan bakıyordum sadece bense Dorothy'e. Elimden hiçbir şey gelmiyordu, hiçbir mimik gösteremiyordum. Gözlerimi açmış, bakıyordum sadece. ''Izin ver'' diye bağırdı. Sanırım. Ağzındaki kandan ve parçalanmış dilinden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Gözyaşları da cabası. ''Izin ver bari gideyim, yapma bunu bana'' diye bağırdıktan sonra bir kaç defa daha çekti tetiği. İlk mermi sağ kaşını parçaladı, ikincisi ise kulağını. Eli çok fazla titriyordu. Ve artık kan kaybından ötürü iyice halsizleşmiş kolunu kaldıramıyordu birde. Acı çekiyordu, çok fazla acı çekiyordu. Fakat bu kadar etkiye, tepki verecek dahi gücü kalmamıştı. Susuyordum bense. İlk defa. Belki de konuşmam ve hatta birşeyler yapmam, bağırmam, çığlık atmam gereken yerde susuyordum.

''Lüvftfen'' dedi. Göz kapakları daha fazla tutamıyordu kaşlarından gelen kan nehrini. Silahı son havliyle masaya koyup bana doğru itti. İnlemeleri sessizleşmeye, bulanıklaşmaya başlamıştı. Yuttuğu kana midesi dayanamayınca kafasının düştüğü masaya kusmaya başladı. Ağlıyordu, inliyordu ve kanla karışık türk kahvesi kusuyordu. Belki de son gücüyle bana silahı atmış olmasa, bir defa daha çekebilirdi tetiği. Fakat artık hiç gücü kalmamıştı. İnlemeler yerini hırıltıya, gözyaşları ise kana bırakmıştı.Göz pınarlarından akan kanı durduramadığı göz kapakları, açıktı gözleri.Yaşıyordu hala. Her şeyi hissedebiliyordu ama hiçbir hareket gösteremiyordu. O an, masada son dakikalarını yaşayan Dorothy'le aramızda pek bir fark olmadığını anladım. Bende hiçbir hareket gösteremiyor ve konuşamıyordum.

----------------------------------------------------------

A man has a fox, a rabbit and a cabbage, and he wants to get across the river, but his boat can only carry one of them at a time. The problem is if the man leaves the fox and the rabbit alone, the fox is gonna eat the rabbit and the same for the rabbit and the cabbage. So how does the man get across the river without losing any of them?

------------------------------------------------------------

Koltuğum titriyordu. Birer saniye aralayla tam üç kere titredi. Biri sağ yanağa, biri kaşa diğeri ise kulağa. Hayır hayır, telefonum. Titreyen telefonumdu. Biri annem, biri benden her gün dışarı çıkmam için yalvaran arkadaşım ve diğeri ise tanımadığım bir numaraydı.

''Alo''
''Alo güzel oğlum, nasılsın? Napıyorsun bir arayayım sesini duyayım dedim''

Dorothy'nin son nefesi havadaki hüzün ziftine karışalı birkaç dakika olmuştu. Gözlerimi hala onun üzerinden alamamıştım. Susuyordum ve en garip yanı, senelerdir kafamın içinde susturamadığım iç sesim dahi susuyordu.

''Oğlum bir şey desene, sesim mi gelmiyor? Alo?''
''Alo, iyiyim anne. Yeni uyandım, daha kendime gelemedim''
''Tamam ben sonra ararım seni. İlaçlarını alıyorsun değil mi?''
''Alıyorum anne.''

----------------------------------------------------------------

Kemerlerini sıkı bağla Dorothy, çünkü Kansas yok olmak üzere!

----------------------------------------------------------------
Otel odalarında kapalı devre porno yayını yapan televizyonlar gibi bir gün daha son buluyor.

Odamın Tanrı'ya bakan penceresinde izliyorum sokağı, kalabalığı ve yalnızlığı. Evimin uzak köşelerinden birinde Mac Demarco çalıyor, sigaram parmaklarımı yakıyor. Ben gözlerimi kırpamıyorum. Ne kadar acı versede kuruluğu, kırparsam Dorothy'i görmekten ve daha kötüsü, onu bir daha asla ziyaret edemeyeceğim bir mezara gömmekten korkuyorum. Son bir yaş tanesinin içinde, kirpiklerimden en kırığında izliyor oda benimle gün batımını ve Tanrı'yı. 
''Lütfen'' diyor. Duyuyorum. ''Göz kırpma, izlemek istiyorum'' Rüzgardan saklanırken, gözlerime kaçan saçlarıma aldırmadan kırpmıyorum bende. Kirpiklerimde hayatsızlığımın aşkı, izliyoruz son bir defa daha güneşin bize vedasını. Kısık ve titreyen bir sesle ''Yarınlara'' diyorum..

-------------------------------------------------------------------

''
yarın, bugünü yaşanabilir hale getiriyordu. kendimizi bir binanın tepesinde hep beraber boşluğa bırakmayışımızın tek nedeni yarındı! lotonun çıkma ihtimali, aşık olunucak insanla tanışma ihtimali, sonsuz mutluluk ihtimalini içinde barındıran o sihirli sözcük: yarın. gelecek iyi bir sermayeydi. yaşadığınız sürece bitmeyen anapara gibi. gelecek zamanda çekilmiş fiiller kulağa çok tatlı bir melodi yayıyordu.''