Hissetmek istiyorum.
Ne olursa.
Gerçek olsun yeter.
------------------------------------------------------------------
Zaman dedi, geçip gidiyor. Suratlarımız eskiyor.
Ölümlü adamların mezarları var buralarda dedi. Çoğunun mezar taşı yok ama sen yine de dikkat et bastığın yere.
Bir ses geliyor dedim, kulağıma birkaç tak sesi çalınınca. Korkunca.
Merak etme, kaplumbağalardır. Edgar dirilmemiş, bunlar mı dirilecek dedi ve gülümsedi.
Gün batımı kafalarımızın üstündeki çam ağaçlarından belli ediyordu kendini. Sessiz ve sisliydi mezarlık.
Güneş yeni mi doğuyordu yoksa?
Saat kaç dedim.
Çok geç dedi. O kadar geç ki geçmiyor. Bir tümseğin üzerinden büyük bir adımla geçerken, anca siliniyor böyle diye devam etti.
Mezar taşlarını okuyordum. Henüz çok gençti hepsi. Kimisi bir haftalık, kimisi birkaç aylık. Kimi mezarlar birleşikti. Demir çitlerle çevrilmişti.
Kim bunlar dedim, neden böyle onların mezarları?
Yakın arkadaşlar dedi, ev arkadaşları, iş arkadaşları vesaire.
Bazı taşların üstünde şarkı isimleri vardı. Bazılarının baş ucunda alkol şişeleri. Kişisel eşyalar herhalde dedim, bu bizim bilmem neyimiz dedikleri şeyler dedi. Umursamazdı. Sanki hiç yaşanmamış gibi anılar, soğuk kanlıydı. Yer üstünde olmamıza rağmen, yer altındakilerden daha soğuk belki de. Korkuyordum. Fakat bu korku ondan değildi. Hep korkmuştum mezarlıklardan. Geçmişten hep çok korkmuştum.
Korkuyor musun dedim, vereceği cevap hayır olacaktı. Biliyordum, en azından içimi rahatlatmak istemiştim.
Evet dedi. İt gibi hemde.
Şaşırmıştım. Tam korkularımı beslemeye başlarken dur diye fısıldadı. Yaklaştık, duyabiliyorum.
Bir ud melodisi yankılandı kulaklarımda. Yavaşça bir adım attı, Gel işareti yaptı elleriyle. Bende onun bastığı yerlerden yürümeye başladım sakince. Korkumu bile hissedemeyecek kadar korkuyordum.
Kim bu dedim, kimin mezarından geliyor bu ses?
Cevap vermedi. Kafasını çevirdi, omzunun üstünden gözlerime baktı. Kafasını hayır der gibi bir sağa bir sola salladı. Daha sonra işaret parmağını çatlak dudaklarına götürüp bastırdı.
Sustum. Suskunluğumla aynı orantı da titriyordum.
Hava soğudu. Melodinin sesi arttı.
Bir zeytin ağacını gösterdi. İşte, orası. Ağacın altında dedi fısıldayarak.
Yutkundum. Ne var orada diye sordum. Sesim titriyordu, orada bile diyemedim doğru düzgün.
Senin mezarın orası dedi.
Gözlerimi kıstım, dikkatlice baktım. Üstü açıktı mezarın, kürek ve toprak birikintisi duruyordu. O kadar korktum ki, titremem geçti. Kabullendim. Ölümün sessizliği çöküverdi omuzlarıma.
Peki dedim, bu müzik neyin nesi? Mezarımdan dumanlar yükseliyordu.
Telefonun dedi. Oradan geliyor. Yaklaş dedi, ama sessiz ol. Rahatsız etme kendini.
Yaklaştım. Onu geçtim. Mezara doğru ilerledim. Ben vardım. Uzanmış boylu boyunca. Sigara içiyor, müzik dinliyor ve göğe bakıyordum. Hemen çektim kafamı geri. Ellerim buz kesmişti, bacaklarımdan aşağı kaynar sular değil, karıncalar inmişti. Ölmemiştim. Fakat ölmemiş olmam, öleceğim anlamına geliyordu.
Ne olacak şimdi dedim, sesim kısılmış, dişlerim birbirine vuruyordu.
Cebinden parlayan bir glock çıkardı. Gözlerime doğrulttu. Şimdi dedi, kendine kavuşacaksın. Tüm vücudum titremeye başladı, ve anlık bir refleksle dirseğinden yakalayıp kendime doğru çektim. Bir el ateş sesi yankılandı mezarlıkta. Sonra ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü.. On yedi patlama. Ardından zayıf birkaç tık sesi. Ve bir adam bağırdı. Hıçkıra hıçkıra bağırdı.
Kahvaltısını yapmamış kargalar uçuştu çam ağaçları arasında.
Ud dinletisi kesildi.
Onu kendi mezarıma doğru ittim. Üstünü kapatmadım. Geldiğim yollardan, ayak izlerine basarak ilerledim. Mezarlara basmadan, dikkatle. Korkmuyordum, sinir krizinin şokunda, tüm mimiklerimi yitirmiş gibi ilerliyordum sadece.
Hayatımı kaybetmemiş olsam da, kazanmış hissedemiyordum bir türlü. Sanki ölmüştüm, ama henüz bunun farkına varamamıştım.
Schrödinger'in kedisi bendim.
On yedinci mermiden sonra gelen tık sesi bendim.
Mezarda -belki de- hayatının ölümlü aşkıyla ölümsüzce gökyüzünü izleyen ud melodisi bile bendim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder