Mira iğrendi kendinden. Sabah beş trenini kaçırmış gibiydi. Aldığı ağrı kesiciler ve kullanmadığı antidepresanların etkisinde, sürükleniyordu evinin odasında, duvardan duvara. Hayatımız da olan biriydi Mira. Sevdiğimiz, düşüncelerine değer verdiğimiz ve de ara ara gıcık olduğumuz. Arayıp sormayan birisi. Ama yargılamıyorduk onu. En azından onun kendini yargıladığı kadar. Onun kendinden iğrendiği kadar seviyordu kimileri. Hatta kimisi daha fazla. Kimisi diyorum çünkü tek bir kişi vardı onu o kadar seven. Tek bir kişi. Sokakta görmekten çekindiği, mesaj atmak istemediği. Mesajlarını okumak istediği. Ve kendinden iğrendiği kadar sevdiği.
Nefret ve aşk. Daha önceki yazılarımda söylediğim gibi aynı boşluğa bakan uçurumların iki ucudur. Her nerede durursan dur, illa ki oradadır o boşluk. Pencerenden onun manzarasında uyanırsın, günlük işlerini yaparken onun seyrine dalarsın ve anksiyeten her zaman insanların içinden geçip onu görür. Kiminle konuşursan konuş, bileklerinde morarmış zincir izleri bağıracaktır. Dizlerinde çimen izleri o kokacaktır. Nefret ettiğin yahut aşık olduğun. İçtiğin alkolün fiyatından, yaptığım konuşmanın kalitesine kadar, ne kadar derine bakarsan bak, onu göreceksindir.
Mira o zamanlar aşkın kavramını öğrenmeye çalışıyor, iki uçurum arasında bir köprü görevi görüyordu. İlk önce aşık olanlar, sonradan nefret, ilk önce nefret edenler sonradan aşık oluyordu. O ise köprüydü. Sadece bir köprü. Üstüne basanların korkusunu yaşayan bir köprü. Dışarıdan bakıldığında da üstünde gezerken bakıldığında da aynıydı. Tahtaları sağlamdı, ipleri kaç barut komplosunu asmıştı belki de.
Unutmuyoruz. Sadece unutmuş gibi yapıyoruz ki unutmamaya çalıştığımızın kalbi ağrımasın. Yok hayır, yanlış anlamayın beni. Kimileri o kadar da umrumuzda değil Mirayla. Sadece uğraşmamak için söylüyoruz çoğu yalanı. Ben onun iğrençliğiyim. İsa'yım ben. Unutamadığı bir avuç ailesiyim. Avutamadığı acılarıyım ben. Ölse bile beni sevmeye devam edecek. Bunu bilen tek kişiyim ben.
Mira o gün biraz kırgın, biraz dargındı hayata. Yine, o boşlukta hissettiği günlerden birinde, telefonunun ekranında yazdığı kelimeleri ve biraz önce onu sevdiğini söylediği adamın yazılarını çift görüyordu. Oysa hayat çift olamayacak kadar yalnızdı. Oysa, parmaklarının ağrısını dindirmek için kullanıyordu alkolü. Ve de ellerini nereye koyacağını bilemediği için yakıyordu sigarasını. Kime, neyi anlatması gerektiğini bilemediği için yazıyordu. Nerede, ne zaman sevmesi, ne zaman terk etmesi gerektiğini hissedemediği için gidiyordu. Ve bunu bir tek ben biliyordum. Fakat o, bunu fark edemeyecek kadar inatçı ve iyimsizdi.
Mira, ölümün ne olduğunu bilmekten çok, ölümün nasıl beklendiğini biliyordu. Beklemenin ne demek olduğunu öğrenmişti, henüz fark edemeyeceği yaşlarda. Umut ettiği şeylerin, gerçekleşmeyeceğini bilerek inanmayı öğrenmişti. Büyüyordu. Olgun bir kadın olma yolunda, tökezleyerek ilerliyordu. Eğer Tanrı olsaydı, bacakları olmayanlara kanatlar verirdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder