''... comes from the embodiment of the bodies. Thus in this matter question has to be asked. Do waves belong to the sea or the coast itself? ''
im bleeding. roll me an another cigarrette roll my sleeves, too. dont be sad
there will always be another rose to render the fucking concrete
''..with every increase in the degree of consciousness, and in proportion to that increase, the intensity of despair increases: the more consciousness the more intense the despair''
kanıyorum bana bir sigara daha sar parmak uçlarıma da yara bandı üzülme her yağmurdan sonra birileri boyar elbet siktiğimin gökkuşaklarını
Geceleri zor oluyor. Yani tüm bu beş senelik düzensizlikten sonra bir anda düzene girme bekleyişi. Eski alışkanlıklarım devam ediyor. Huzursuzluklar, içim içimi yiyor. Uykusuzluk çekmemi saymıyorum, zaten onlarca ilaç içiyorum onları gidermek için. Keşke kendimi gidermek içinde içebilsem. Yanlış anlamayın ben ölümden korkmuyorum, olay tabutların tek kişilik olması.
özür dilerim. bazen, bazen dayanamıyorum, ve bu da beni dayanılmaz bir adam kılıyor. kıırıcı cümleler söyleyebiliyorum, çok kırıcı. derim sertleşti biliyor musun? daha sinirli biriyim. eskisinden daha sinirli. tense. past perfect bile değilim biliyorum. future olacak mı bilmiyorum. kanıyorum sürekli bacaklarım, avuç içlerim. kendimi yırtarcasına geçiyorum tırnaklarımı derime, kazmak için hissiz tabakayı. bir öğlen uyandım, suratımda kırmızıya çalınmış. hala sağ elim suratımda uyuyorum demek ki. seninle bazen gerçekten konuşmak istemiyorum ama konuşmayınca da canım yanıyor o kadar alışmışım ki sana derim sertleşiyor daha sinirli biri oluyorum eskisinden daha sinirli shame pişmanlık değil, daha çok shame kimselere karşı değil, yanlış anlaşılırsa anlaşılsın o da umrumda değil ama kendime karşı ya rab diyip kalkıyorum oturduğum digitürk koltuğundan. başım siktir et başımı, annem geldi yarın pttye gidicekmişim. eskisi gibi sen onlara inanma seni sevmelerin en güzeli yakından sevmek ---------------------------------------------------------------------
''...limited in time and space. He experiences himself, his thoughts and feeling as something separated from the rest, a kind of optical delusion of his consciousness. This delusion is a kind of prison for us, restricting us to our personal desires'' you know the umm story of a man who fell from the skyscrapper?
you do?
right then
what im about the tell you is something like that but not exactly
bunlar benim hislerim değil, üzüntü, mutsuzluk, pişmanlık, acı çekmek.. kim buldu lan bu kelimeleri veyahut köklerini? Fasça mı fransızca mı? Sevmiyorum anlatmayı, yazmaktan sıkılmaya başladım. Kelimeleri kullanmaktan. Benim hayatımın bir ismi var. Duygularımın, kahkahalarımın ve gözyaşlarımın. Seninle birlikte mutfakta, yer minderinde oturduğumuz gecede hissettiklerimin bir adı var. Neden var? Çünkü birileri bunu yaşamış, bana söylemiş adının o olduğunu. Ama eminim, adımdan bile daha eminim, o mutfak boşluğunda senden ve benden başka kimse yoktu. O halde nasıl bilebilirler kalbimin ne denli attığını, gözlerine bakmamak için bütün bulaşıklara yapışmış yemek artıklarını izlediğimi. Peki ya ilk otobüs yolculuğumuz? Muavin mi koydu benim hissettiklerimin adını? Sabaha karşı omzuma yattığında, omzumun üstünde sanki hayatım boyunca bir ağırlık varmış, sen başını koyunca kalkmış gibi hissetmemi? Ne demiş peki? Aşk mı demiş, sevgi mi? Tutku mu! Ben diyorum, ben seçeceğim. Ne hissettiğimi ben seçeceğim. Bir lunaparkta, dönen dolabın en üstünde senin yüzüne bakarken hissettiğim duyguya şey diyeceğim.. şey.. Trejivüyen.. belki de brejövo. Her gidişinde benden, beni her bırakışında, gözyaşları içine bulanmış suratına baktıkça kalbimde hissettiğim sızıya da Yurwadiel diyeceğim. Kendi sözlüğümü yazacağım gerekirse. Senin bana hissettirdiğin binlerce eşsiz duyguyu, en acısından en mutlusuna kadar.. hepsini yazabilmek için. Belki başkaları anlamasa da, yıllar sonra açıp okuyup, bir an bile olsun tekrardan hatırlayabilmek, yaşayabilmek için.
“..for example that our most private thoughts and emotions are not actually our own. For we think in terms of languages and images which we did not invent, but which were given to us by our society.”
what ever this is still I cannot name dont wanna see the finish line even come to think about crossing it
Bir başka insanla tanışmanın birden fazla yönü var bugünlerde. Eğer kategorileştirmek istersek bunları; ki hepimizin istemeden yaptığı bir şey olarak düşünüyorum bunu, sanırım ben üç kategoriye ayırabilirim. İsteyerek, tesadüfen ve.. Üçüncüye daha bir isim ama koyamadım şimdilik o yola Tolga diyeceğim. Birinci kategorimiz(kategori yazarken zorlanıyorum nedense); İsteyerek- Umutsuzluk ve çaresizlikle dört uzuvla sarıldığın telefonlar, bilgisayarlar, belki arkadaşlarla olan akşam gezisinden önce ne olur ne olmaz diyip sipariş verdiğin dürümde soğan istememek umudu, oturağı masasına uzak olan bar taburesinden karşındaki masada duran iki ensenin arasından sana bakan birilerini aramak, zaten yapmayı bildiğin bir şey için yardım istemek ve belki de mevzu bahsi hiç olmayan bir fotoğraf çekimi için kameraman aradığını söylemek. Liste uzun gördüğün gibi. Neden uzun? Çünkü çok insan var. Hayır sadece çok insan olduğu için değil, çok insan olduğu halde, çok yalnız olduğun için. İkinci kategorimiz(alıştım yazmaya) Tesadüfen- Belki de en tatlı tanışma, en merak uyandıranı. Hayatın sen dün akşam bulaşıkları yıkarken senin için hazırlamış olduğu planlar, yaptığın en ufak hareket, aldığın en saçma karardan doğan çarklar bütünü. Hani vardır, ya beş dakika önce çıksaydın evden ya da rüzgardan dolayı koltuğuna dökülen kül tablasını temizlemeyi yarına bıraksaydın? Tüm bu sorular, büyük suskunluktan sonra gelir tabi. Her tesadüf içinde denize karşı bir bankta oturuyormuş sessizliği bırakır arkasında. Ne demiş Beydeba; kader konuşunca, insan susar. Üçüncü kategorimiz(yok alışamamışım) Tolga- Ben diye başlamak istiyorum. Ben insanların en doğru şekilde tanışmasının film, kitap ya da şarkı önerileri yoluyla olduğuna inanan biriyim. Sosyalleşmek adına çıkılan yolda dahil olduğunuz bir etkinlik grubunda sohbet esnasında bahsettiğiniz filmi duyunca gözleri parlayan o insanı bir anda farketmek gibi. Hem istek hemde tesadüf barındıran. Bu yirmili yaşlarda katıldığınız punk topluluğunun içinde kaldırım köşesinde sarhoşluktan farketmeden söylediğiniz bir şarkının nakaratına doğru giriş yapan biri de olabilir, sahaflardan birinde gezerken elinde Ferdinand Celine'in kitabını görüp, bak bu Ahmet Arif bunu da seversin dediğiniz biri de. Çünkü biz birşey okurken, izlerken, dinlerken sanatçıyla ortak bir hayata bürünüyoruz. Üretileni göğüs kafesimizde büyütüyoruz her geçen dakika. Anlayarak başladığımız bu yolculukta, sanatçının bizi anladığını düşünerek son buluyor özümseme yolculuğumuz. Derler ya bana en yakın arkadaşınızı söyleyin size kim olduğunuzu söyleyeyim diye hani. Siktir ordan. Bana yemek masasındayken bile dizlerinize koyup okuduğunuz kitapları söyleyin, ne zaman kalbiniz buruk olsa sizi huzura kavuşturan filmi önerin ya da gecenin henüz sabaha kavuşamamış karanlığında sokağa çıkıp kulaklıklarınızdan ruhunuza dokunan şarkıları dinletin. Ben o zaman anlarım sizi ancak. Mesela ev arkadaşınız Kadir'in ailesinden yemek için istediği parayla ot alıyor olması ya da çocukluk arkadaşınız Zeynep'in iki en yakın arkadaşla yatıyor olması benim için çok bir şey ifade etmez. Ne kadar zor bir hayatının olduğu, ne tür travmalar yaşamış olduğun, kaç kere aldattığın veya aldatıldığın... Hiçbiri beni seninle tanışırken etkilemez. Önemli olan (tıpkı filmlerde olduğu gibi), tüm bunlar olurken arka fonda hangi şarkının çaldığıdır. Çünkü zaten travmatik olan hayattır. Gerçek trajedi, aslında komedinin ta kendisidir. Hangi kelimeleri seçtiğindir mühim olan anlatırken unutulmaz kabuslarını. Ancak kitaplar öğretir insana acılarını kılıç olarak değil de, başkalarının yaralarını sarmak için kullanmayı.
Neyse konudan çok ayrıldım, şöyle bir toplayıvereyim bu anekdotun sonunu. yok toplayamadım. kategorikategorikategorikategorikategorikategorikategorikateogirkateogirkatagorikategori
------------------------------------------------------------ Suratında bir tokat patlamasıyla başladı her şey.
''Your turn GI, bang bang bang!''
Alnından akan ter damlaları henüz çenesine varamadan buharlaşacak kadar kızarmış ve sıcaktı sol yanağı. Önünde duran Colt Python'a bakarken Nietczhe'nin ''Uzun süre uçuruma bakarsan, uçurumda sana bakar'' sözü aklına geldi. Acaba bu .357 kalibre mermi kullanan metal canavarda ona bakıyor muydu? Bakıyorsa ne düşünüyordu?
Bir tokat daha.
''Uyan, gel kendine gel, uyan''
Gözlerini açtığında annesini gördü, o kadar ağırdı ki herşey, zaman, alnındaki annesinin eli, burnunun içindeki plastik. Bembeyaz bir rüyadan ötekine. Çarşaflar, duvarlar, suratındaki sargılar. Her şey beyaza, midesi kadar bulanmıştı. Sinirliydi tabi, yediği tokatın yanaklarındaki yanığı haricinde pekte bir şey hissetmiyordu. Konuşmak istedi, ya bunlar bana çok kötü vurdular demek istedi, yapamadı. Çenesi kitlenmiş, titremekten yorulmuştu. Birkaç dakika sonra gözlerindeki buğulanma kalkınca, solunda duran ufak aynaya uzattı elini. Olamazdı, kendisi de oda kadar beyazdı.
Bir tokat daha.
''Eşkiya mısınız oğlum siz? Okuldan kaç, tuvalette sigara iç, diğer öğrencilerle kavga et, öğretmenlere saygısızlık..''
Utangaçlığın bir rengi olsaydı bu kırmızı değil, mor hiç değil, koyu yeşil olurdu diye düşündü. Önünde durduğu tahta kadar koyu yeşil. Aldatılan bir kadının, kafa dağıtmak için arkadaşlarıyla çıkıp kendini bir başına eski sevgilisinin evinin önünde kusarken bulduğu koyu yeşil. Kaçırdığı son dakika penaltısından sonra, küfürden ağır sırtı sıvazlanan bodrumspor forveti koyu yeşili. Belki de bu yüzden mezarlıklardaki tüm ağaçlar koyu yeşildi. Tüm insanlık, utanmak için gelmiştik sanki dünyaya. El uzatıp karşılıksız kaldığımız anlardan, asla geri dönmem diyip ilk fırsatta hadi geri dönmeyi bırak, heyecanlanmamız. Tabi o bunları düşünürken, karşısındaki babasından yaşlı adam ona utanmaz diye bağırmaya devam ediyordu. Önemli olan soru yaşlı adamın söylediği değil, haklı olup olmadığıydı. Yürüyebilmenin değerini her gün dokuz beş çalışan bir postacı mı biliyordu yoksa bacaksız doğan on yaşında bir çocuk mu? Çok saçma dedi içinden, o halde hiç kitabı olmayan bir adam mı bilecekti kitapların değerini? O değer bilmek değildir, elde etme isteğiyle yanıp tutuşmaktır. Hangisi daha iyiydi henüz bunu bilecek yaşta değildi, ancak erkek arkadaşının kendisinin değerini bildiğini söyleyen kızlara ne kadarmışsın diye sormayı severdi.
Son bir tokat daha.
''Sakın gelme, sakın. Daha var bana, devam edeceksin, duyuyor musun beni? İşe yaramaz herif, aldatıcam seni gittiğinde''
Saçma buluyordu işin gerçeği tüm bu fantazileri. Tamam belki birkaç tokat vücudunda kan akışını hızlandırıp ereksiyonuna yardımcı oluyordu ama konuşmayı oldum olası sevmezdi. Erotizm ve pornografi arasındaki fark inceydi. Birkaç saat önce sevdiğini söylerken kaçan gözlerin, tüm varlığıyla küfür ediyor olması garipti. Cinsellik adı altında dolaylı intikamdı bu, onun üzerimden tüm topluma, baskılara, yakıştırılmış davranışlara ve modelleyerek öğrenme yetisine.O alınmıyordu tabi, evet diyordu sadece. Söz konusu erotizm olunca, Marquis de sade'den tüy kalemleri tek başına canlandırabilirdi yatakta, ama pornografinin ona yıllarca öğrettiği tek şey evet demekti. Mutluluğa basit yoldan erişmenin tek yoluydu. Ancak o zor seviyordu. Düşündü, sonuçta baya bir vakti vardı düşünmek için daha. Pekte zor sevdiği söylenemezdi. Kapalı kutular ardına saklamış insanlar sessizdi, kısa nefesler alıp verirdi ve en kötüsü de karanlık olurdu. O duymayı, derin nefesleri ve görmeyi severdi. Küfür de olsa, erotik nefes sanılmış astım krizi de veya beyaz ışıkta tel tel görülen sırt kılları da. Atladığı suyun dibinde ne var bilmek isterdi.
birinci hikaye; Silah zoruyla oynadığı rus ruletini kazandı, hemde ard arda üç defa. Birkaç gün sonra idam taburu tarafından öldürüldü.
ikinci hikaye; Başarılı geçen bir burun ameliyatından sonra hayatının en uzun bir buçuk haftasını yaşadı, yeri geldi sinirleri bozuldu ağladı, ağzı kurudu, yutkunamadı. Plastikler alındıktan sonra tekrar nefes almanın keyfini dört ay sürebildi. Bir bar çıkışında olan kavgayı ayırmak için girdiğinde, kör yumruk tekrar burnunu kırdı.
üçüncü hikaye; Davranışlarını devam ettirdiği için dönem sonunda okuldan atıldı, açık liseye kayıt oldu. Otomobil kokuları satan bir mağazada kasiyer olarak çalışıyor.
All them witches'ın Our mother electricity albümünde Elk blood heart şarkısını dinliyorum. Saat sekiz kırkyedi. Birkaç gündür, belki bir hafta olmuştur, akşam dokuz sularında uyuyup gece iki üç gibi uyanıyorum. Daha fazla vaktim oluyor kendime gelip, güne alışmak için. Bu aralar günlere alışmak zor oluyor. Bugün pazar mesela, ama bunu yazabilmek için önce düşünmem gerekti. Alışverişe çıktım birkaç saat önce, abur cubur falan almaya işte, öyle bir film gecesi yapayım dedim, listemden birşeyler izliyeyim. Neyse aldım üç beş birşey, daha önce denemediğim kakao kaplı yuvarlak şekerlemeler, tuzlu krakerler, içecek vesaire. Öyle dedim hazır gelmişken dondurmada alayım, kalsın dolapta pek sevmem aslında ama insan istiyor bazen. Ben öyle iki üç parça birşey almak için gelmiştim, girerken sepet almamıştım elime, baya kucağım dolu bir şekilde girdim sıraya. Kasa da farkettim her şeyden iki tane aldığımı. Bu aralar günlere alışmak zor oluyor.
''Atlıyor muyuz?'' hayırhayırhayırhayırhayırhayır ''Atlıyoruz tabi, atlamayanın mınakoyım'' ''Bir'' Bu kadar mı zor istemiyorum demek? Korkmuyorum atlamaktan, ama canım istemiyor şu an demek. Neden bahane veriyorsun ki? Korksan ne olacak? Kime neyi kanıtlamaya çalışıyorsun? Bilemiyorum, korkmaktan mı daha çok korkuyorum yoksa bir korkak olarak gözükmekten mi. Bazı geceler geliyorum buraya, anlamak için. Atlamak için değil tabi. Yok, anlamak. Acaba ben insanları etkilemek için mi yaşıyorum? Yaşıyorum değil, ölüyorum olacaktı galiba o. Bakın, en güzel ben ölüyorum. ''İki'' Bir profesör vardı ya, derste eline yüz dolar alıp buruşturan, yere atıp üstüne basan ardından bu parayı kimler kabul eder diyen Evet, tüm sınıf el kaldırmıştı alabilmek için. Hah işte, ben o para olmayı seviyorum sanırım. Ne kadar kırılsamda, korksamda, yaralansamda insanların yine de beni kabul etmesi hoşuma gidiyor. Sen çok yanlış anlamışsın ama. Neyi? İnsanlar o parayı istemiyor ki, o parayla elde edebileceği şeyler istiyor. Yoksa kim tutar ki sırf kirli olduğu için sevdiği yüz doları cebinde. Bir an önce harcamak, tüketmek istiyor tüm öğrenciler. Unutmak o paraya dokunduklarını, başkasının üzerine bastığı, değer vermediği bir şey için efor sarf ettikleri gerçeğini. Sen hiç eline bir on lira alıp, kim bilir kimler neler yapmıştır tam bu kağıt parçası için diye düşündün mü? Kimler dokunmuştur, belki üç ay bir kavanozda kalmıştır yaz tatili için biriktirilmiştir, karnı aç olan biri yerde bulmuştur, tamam kabul edelim kimse on lirayı rulo yapıp kokain çekmez ama belki birileri bu on lirayla alınan paketten içmiştir ilk sigarasını, güzel bir akşam yemeğinden sonra çıkılan yürüyüşte pamuk şeker ısmarlamıştır bu on lira güler yüzlü bir kadına. Hayalperestsin. ''Üç'' Neden atlamadın? Cebimde on lira var.
Bir çığlık atıyorum rüyamda, sesim çıkmıyor ama camlar çatlıyor, pencereler patlıyor. Böyle slow motion cinsinden, bana doğru patlıyor, sanki çığlığı içime doğru atmışım.
Yazdığım bir kitap vardı, böyle bir deftere. Baya emek harcamıştım, senelerce üstünde çalışmıştım. Boktandı, gerçekten. Yirmi yaşımda bir sevgilim oldu, tam sevgili de sayılmaz ama iki aylık bir tek gece gibi. Sanki her evine gittiğimde sarhoştuk, daha o gün tanışmıştık ve depresyondaydık. O denli sevişmeler olurdu anlayacağınız. Yabani, yabancı, göz kontağı az olan. İşin garip yanı hiç evden çıkmazdık. Neyse, ben bu defteri ona götürmüştüm, zaten onda kalıyorum, yazmaya devam ederim dedim sıkıldıkça. Sonunda tabi dışarı çıktık. Bu ikinci dışarı çıkışımızdı o geçen zamanda. İki ay önce gittiğimiz bara gittik ve orada ayrıldık. Çok klasik bir ayrılık olduğu için nedenlerini yazmayacağım zaten anlamışsınızdır zaten konumuz o değil. Aylar sonra, sarhoş bir şekilde, arkadaşıyla birlikte kapıma dayandı. Yani dayanmış, ben o sıralar başka bir evdeyim. Aradı beni, güney afrika aksanıyla türkçe konuşan bir çocuk bana diyor ki 'Abi, burada iki kız var evinmiş burası, aşağı inecekmişsin' Dedim ben evde değilim. Çocuk anca ''inecekmişsin'' diyor. Ver dedim, konuşmayacakmış dedi. İyi dedim ne hali varsa görsün, evde değilim ama. Bakmayın, beklesinler geliyorum der beş dakikaya da giderdim, ama istemedim. Şimdi sarhoş, belli arkadan sesi geliyor, ağlayacak, kusacak sonra o kusmukla bana sarılmaya çalışacak. Zaten gözümde bir değeri yok dedim bari daha düşmesin ben bu olayı unutayım. Unuttum da. Peki diyeceksiniz unuttuysan niye buraya yazıyorsun. Kitabı yazdığım defteri getirmiş meğerse. Yıllar sonra aklıma o defter geldiğinde nerede diye ararken düşündüm bunu. Kitabı en son ona götürmüştüm, aldığımı hatırlamıyordum. Ondan sonra o kitaba yazdığımı da. Kapıma dayandıktan birkaç gün sonra temelli gitmişti Eskişehir'den. Yaz bu kitabı, devam et diye getirmişti. Bir kadını aylar sonra kapıma dayandıracak bir kitaptı galiba. En kötüsü de, hiçbir cümlesini hatırlamıyor olmam.
Belki de en önem vermediğiniz, en saçma ilişkilerimden dediğiniz insanlar bile, giderken sizden en sevdikleri yanınızı alıp gidiyorlar. Birlikte izlemeyi sevdiğiniz filmi, önerdiğiniz bir şarkıyı, sigarayı nasıl tuttuğunuzu, seçtiğiniz bazı kelimeleri, sabah ondan erken uyanıp kahvaltılığın yanında bir de dondurma almanızı. Siz zamanla geçti sanıyorsunuz, unuttum diyorsunuz. Kim bilebilir ki, belki nasıl harcadım ben bu kadar parayı on beş günde dediğiniz zaman sıraladığınız yemekler, içilen biralar, alınan kıyafetler değildir paranızın olmayış nedeni. Belki de çalmıştır birileri. Ya da unutmuşsunuzdur bir masada o hiç çıkarmadığınız güneş gözlüğünü. İster israf diyin, ister dikkatsizlik. Ama ben kader diyeceğim. Paranın çalınmasına da, gözlüğü unutmaya da, o kitabı bir daha hiç hatırlamayacağıma da. Çünkü ancak böyle yatıştırabiliyorum kendime olan sinirimi. Belki diyorum, belki böylesi daha hayırlı oldu.
nah oldu.
-----------------------------------------------Gökdelenden düşen adamın hikayesini duymuş muydunuz? Her katı geçtiğinde kendi kendini teselli ediyormuş; ''Buraya kadar her şey yolundaydı... buraya kadar her şey yolundaydı... buraya kadar her şey yolundaydı...''
Nasıl düştüğünüzün önemi yoktur ki. Önemli olan yere nasıl çarptığınızdır.
Öğle yarısında uyanmanın tek kötü yanı, günün ilk sigarasını içene kadar göğüs kafesinden çıkmayan vicdan azabıydı. Oysa hayatında yanlış giden pekte bir şey yoktu, ama o olmalı diyordu. Yani istediğinden değil ama bu saatte uyanıyorsa vardı bir şeyler. Neyse ki birbirinden komplike rüyalarını düşünürken geçiştiriyordu bu azabı.
Öğle yarısı yapılan kahvaltıları da hep yalnız ve hüzünlü bulurdu. Tabağından taşmış vişne reçeline uzanırken bir an, sadece bir an açmak istedi göğüs kafesini ucu oval yağ sürme bıçağıyla. Başarısızlıkla sonuçlanan intiharlarına günlük hayat süsü veriyordu. Bileklerini kesmeye kalksa damara varamadan kanı görünce bayılırdı. Çatıya çıksa gözleri gökyüzüne dalardı, ve artık tren peronlarına sadece biletle girilebiliyordu. Ona yazılı ilaçların ise yüksek dozu sabah daha dinç kalkmasını sağlıyordu.Cemal korkağın tekiydi aslında. Yanında olan insanların bu denli güvende hissetmesi ondandı belki de. Cemal onların yerine de korkuyordu. Bilhassa kendinden bile!
''Hayır madem bir türlü varamıyoruz yarına, bari düne dönelim be''
-------------------------------------------------
Karanlık.
Göz kapaklarının ardı kadar karanlıktı pencerenin diğer yüzü. Bir kaç ufak nokta aydınlatmaya yetmiyordu alacalığı.
Hatırladı.
Yedi yaşındayken kafasını çarptığı kaydırağın altında dakikalarca baygınca yatışını. Gözlerini açtığında ufak noktalar görmüştü önce. Korkmuştu. O kadar korkmuştu ki kimseye söyleyememişti kafasını çarptığını. Ve o gün karar vermişti kakül bırakmaya. Saklamak için alnındaki morarıklığı. Korkusunu ve o ufak noktaları. Hiçbir zaman bırakmamıştı ufak parlayan noktalar onun hayatını. İlk sigarasını içtiğinde, ilk kavgasında, ilk ağlama krizinden sonra eşlik etmişti ona bu noktalar. Taa ki bu ana kadar. Taa ki sona, her şeyin sonuna kadar.
''RS-25 Engines have been activated. Thirty seconds to high acceleration.''
-----------------------------------------
Her geçen saniye, ufukta kayboluyorsun
Ve ben korkuyorum
Nefesim dayanmıyor
Yutmak istiyorum güneşi, denizi, toprağı
Gidecek yerin kalmayana dek
-------------------------------------------
''Can I hug you?''
Gözümün önünden geçiyor tüm izlediğim filmler. Bir cevap arıyorum, soruna değil belki ama bunu neden sorduğuna. Tabi diyemiyorum. Çünkü anlamsız geliyor. Defalarca izlediğim, ezberlediğim kelimelerin arasından birini seçemiyorum, tutuluyor dilim.Senin yüzünden diye bağırmak istiyorum, senin yüzünden bu suskunluk, yenilmişlik ve yitirmişlik. Henüz yirmili yaşlarımın başında, kuracak tek bir cümlem olmadan oturuyordum eczanenin önündeki taş çitlerde, elimde konumuzla hiç alakası olmayan bir kitapla. Senin yüzüne bakıyorum, baktıkça da tornavida saplıyor kalbimin vidalarına gözlerin, o kadar hissizim ki anlayamıyorum saatin hangi yönüne çevrildiğini her bir ''şimdi cevap verme sırası Tolga'' adlı vidaların.
Kısa bir tavsiye size, her zaman kavşağın gideceğiniz kafenin tam tersinde kalan kaldırımında buluşun. Şansınız yaver giderse, trafik olur, arabalardan birkaçı kavşağa hızlı girer, hatalı sollama yapar. Ve belki sizinde kalbiniz tutuşur ilk buluşmanızda ve el elle tutuşmanın o inanılmaz hissini gizlersiniz koruma iç güdüsü altında.
----------------------------------------------
Dans etmek
Kalabalığın içinde, kimsenin farketmediği bir kolonun yanında.
Kendimi kaybetmek istiyorum, sarhoşluktan belki de.
Belki de sokaklarda, otobüs terminallerinde, yıldızlarda.
Sadece kaybetmek.
Senin kaybolduğunu görmemek adına.
Parmak uçlarımdan kök salan bu özlem, kırmaya çalışıyor bastığımız kaldırımları
Biliyorum ki yapamayacak
Biliyorum ki kalbime doğru yön alacak.
Mezar taşından sert kalbimi
Dudaklarında eriyen pamuk şekere çevirecek
Bu yüzden kaybetmek istiyorum
Lunaparkta, Zach Braff filminde, ya da kırmızı bir pikenin üzerindeki sigara yanığı izinde.
-----------------------------------------------
Başardım.
-----------------------------------------------
Evden çıktıktan beş bilemedin on dakika sonra ayakkabılarını çıkartmadan giriyordu kafatasanın içine anksiyetesi. Her adımda, her yanından geçtiği insanda artıyor, daha da yaklaşıyordu. Hele ki karşıdan karşıya geçerken, önce sola mı bakılıyordu yoksa sağa mı? Soldan gelir, sağdan gider diye tekrarlıyordu içinden. Peki ya tek şeritlerde, o zaman yukarıdan mı iniyordu? Peki ya önce ölüm mü geliyordu yoksa doğum mu? Son neanderthal öldüğünde mi adı insan olarak kalmıştı geriye kalanların? Yoksa bu konumuzla çok alakasız ve saçma bir soru mu oldu? Tek şeritli bir yolda her iki tarafından da arabalar gelirken birine ne kadar uzaksa, diğerine de ancak o kadar uzak olmayı dileyebilirdi sadece. Sonuçta ne doğumunu ne de ölümünü hatırlıyordu insan. Bahsi geçen konu o ortalarda bir yerde anlaşılmadan anılaşan, yaşanan ve ilkokulda koluna aşılanandı. Cemal o zamanda korkmuştu. Oysa karşıdan karşıya geçerken yanında biri varsa hemen bellerine, ellerine elini koyar, bir kurt edasıyla sağa sola bakar, şimdi geç, dur derdi.
Cemal sanırım yalnız yapılan her aktiviteden korkuyordu. Belki bu nedendir; çocukluğundan beri yanına birisini arar, dururdu usanmadan. Geçebilmek için karşıdan karşıya korkmadan; Ve kesebilmek için bileklerini soldan başlayıp damarın en sağına kadar.
Belki bu nedendir; hep uzaklara itti sevdiklerini, Kah sabaha karşı beşte bir taksinin arkasından yaktığı sigarayla, Kah bir kısa mesajla bitti sanarsın rap vakti canım dinle yanarsın.
YAPAMIYORUM YAPAMIYORUM AHAHAHAHA
Biraz bekler misiniz?
Misiniz ayrı mı bitişik mi yazılıyordu? Ensemden başlayıp, parmak uçlarıma uzanan bir depresyonun eşiğindeyim yine. Elimden gelenin en iyisi buydu, burnumdan da. Ben mesela, pek dönen avizeli telefon kullanmadım. Tuşlu aşklar yaşadım hep, parmak uçlarım morarana, mms sınırına dayanana kadardı benim özlemim.
YA ATAMIYORUM KAFAMDAN, ATAMIYORUM.
yoğrum ne yoğrum doğru bildin ölüyoğrum
------------------------------------------------
Bir gün aptal bir insan, diğer aptal olan insanlardan hiçbir farkı olmadan, sizin ''aptal hayatınıza'' giriyor. Ve sizde o hayatınızdan ona bir parça veriyorsunuz, ''hayatınız'' gidiyor, geriye diğer aptallardan hiçbir farkı olmayan başka bir ''aptal'' kalıyor. Şemayı görüyorsun dimi? Hayal edebiliyorsun yani? Ha, sende aptalsın. Eyvallah.
------------------------------------------------- Insan bence, uykusu olduğu için değil de, yarın uyanmak için bir nedeni olduğunda uyumalı. Şimdi ben neden durduk yere uyuyayım ki?