23 Ekim 2015 Cuma

Bir cevapsız ağrı


Hava ne kadarda kıştan hallice değil mi? Ellerim klozet kapakları kadar soğuk, içimde tir tir titreyen bir çocuk var. Yakında İzmir’e gideceğim. Eve dönüş yolu korkutuyor belki de biraz gözümü. Biraz uzun, biraz da hüzünlü oluyor yolculuklarım hep. Dinlediğim müzikler ve de.. Çocukluktan kalma alışkanlıklar işte. Eskişehir çok güzel. Buradaki duygu ve düşünce karmaşası içinde açlıkla boğuşuyor, elime ne zaman bir miktar para geçse alkole veriyorum. Cebimde sadece sigara param kaldı. Ve bir de ekmek. Neşet baba şey demişti, onu hatırlıyorum her sabah avcumun içindeki bozuk paraları sayarken.

‘Fakirin bir cigarası var, onuda mı ellerinden alacaksınız Tayyip Bey?’

 ------------------------------------------------------------------

 -Nasıl yani?
+Cevabını bildiğin sorular soruyorsun sürekli. Duymak istediğin şeyleri söyletecek sorular. Bilmeni isterim ki bazı cümleler söylenmemek için kurulur, bazı mektuplar yollanmamak için yazılır. Nasıl her çiçek dalında güzelse, bazen her kelime boğazda hüzünlenir. Olgunlaşır. Kelimelerin rahmidir boğazındaki düğümler aslında. Filizlenir ilk önce, delmek, delip geçmek ister gırtlağını. Oradan kalbe uzanır dalları. Sarıp sarmalar ciğerlerini. Aklına ulaşmadan söylemek istersin. Olgunlaşmıştır çünkü. Henüz canlıyken atman gerekir insanların suratlarına yahut saman kağıtlarına. İçinde kalırsa, zehir salgılamaya başlar her kelime. Kıvrım kıvrım sızar beyninin dehlizlerine. Uykunda bile yakar canını. Kurutmaya çalışsan da alkolle, güçlenir her küfründe. Büyür git gide. Vücudunu sardıktan sonra, ciklet kıvamındaki ruhunu başlar çiğnemeye. Şefkat zarlarını patlatır, tahammül sınırlarını deler, sabrından geçer. Kelimeleşirsin sende. Cümle olursun bir anda. Kimsenin okumadığı bir köşe yazısı belki de. Okunana kadar sararır, kurursun hayatın sokak dediği raflarında. Biri bulup okuyana dek, bir kadın bir gül koyana, bir adam kül dökene kadar sayfalarına kapıldığın rüzgarda sürüklenirsin senelerce.
-Çok güzel geçiştiriyorsun insanları.
+(Çayından bir yudum aldı)
+Teşekkür ederim.
-Ne için?
-(Gülümsedi)
+Çay için.
-(Nefesiyle kahkaha attı)
-Ne çayı?
+(Ellerinin arasında boşluğa bakar. Etrafına biraz göz atmak için kafasını çevirir. Park. Soğuk mu soğuk, karlı bir bank. Ne zaman çıkmışlardı oturdukları kafeden, hesabı nasıl ödemişti? Sorgulamadı. Sıkça başına geliyordu. En azından bu sefer karşısındaki kadın duruyordu.)
+(Kafasını ellerini arasına alıp, başını eğdi.)
+Özür dilerim.
-Niçin özür diliyorsun yahu?
+Çay için.

----------------------------------------------------------------------

Ağrı kesiciler. Birkaç tane. Günlerdir aynı müziğin notalarında, benzer duygularla, farklı düşünceler içinde kıvranmamı engelleyip, sanki kameralar tarafından izleniyormuşcasına hareket etmemi sağlıyor.  Bir paket sigara yanımda, diğerinin parası ise yalnız kalmış cüzdanımda. Aslında yanında kupa kızı duruyor ama, pek yüz vermiyor sanırım. Ablamın fotoğrafı, annemin. Kim bilir ne kadar değiştiler onları son gördüğümden bu yana? Babam nerede şu anda? Omzumda bir zamanlar kanat çırpan kelebek dövmesiyle birlikte, bir unutmuşluk buhranında belki de hepsi. Kalbimi çok zorluyor şu ilaçlar. Tok karnına yazıyor kimisinin üstünde. Belli saatler. Güneşin havaya tırmanma, asılı kalma, düşme vakitleri. Bir de reçete. Üstünde mavi tükenmez kalemle yazılmış iki kelime. Ve benim yazım olmadığını kanıtlayan bir imza.

Fuck Everyone
-----------------------------------------------------------------------------------
-Bu mu kısa?
+Ya şimdi okumaya başla, baya akıcı zaten.
-Sonra atsan bana, okusam olur mu?
+Olmaz. Oku işte şimdi, ne işin var? Girip insanların profillerinde bir şeyler beğenmeden gezmeye çalışmaktansa, benim için bir bok yap.
-Tamam, tamam.
--------------------------------------------------------------------------------------

Merhaba yarın! Seninle güneş varken karşılaşmak isterdim. Eğer dün ve önceki dünler söylediyse biliyorsundur, uykusuzum biraz. Geçen haftam arayacaktı seni? Kahve falımda çıkmıştın, beni bekleyen güzel haberler getirecektin. Yok mu? Ha, diğer yarındı o. Özür dilerim, biraz dalgınım bu sıralar. Dün ve önceki dünler söylemiştir, uyumadım pek onlarla. Kitap okuyalım diyorum bugün, biraz yazı yazalım ve de güzel bir sonbahar akşamında çay içelim. Ne dersin? Çok sevmedim yüzündeki gülümsemeyi ama olur sürprizlerin varsa. Onları da yaşayabilirim sanırım. Ama hayal kırıklığına uğrama şaşırmazsam. Mimik yapamayacak kadar yorgun suratım. Geçen haftam mesaj attı değil mi? Duygu karmaşası içindeyim uzunca bir süredir. Bilmiyor muydun? Ne kadar sorumsuz bir geçen haftaymış yahu. Verdiği hiçbir sözü tutmadı desene. Neyse yahu, sanırım biraz şaşırmaya ihtiyacım var. Dün kredi kart limitimin ve de hattımın kapatıldığını öğrendim ard arda. Umarım böyle bir şaşırtman yoktur bana karşı. Sevindim buna işte. Tabi sen geç uyu, yatak yan odada. Ben biraz daha yazı yazar, gelirim yanına. İyi geceler.

------------------------------------------------------------------------------------------

Hayatın indirimdeki ürünler rafında oturuyoruz. Öyle indirgemişiz ki kendimizi, herkesin dikkatini çekiyor, herkese veriyoruz kendimizden bir parça ilgiliyi. Yanımızda yüzlerce iğrenç, vasıfsız ürün. Parlıyoruz belki onların yanında, markalarımız biliniyor belki internet sitelerindeki resimlerimizden. Belki hepsinden daha çok tercih ediliyoruz ama…

Onlarla aynı raftayız işte.

--------------------------------------------------------------------------------------------

Gel kardeşim. Biraz müzik dinleyip, bir sonraki cinayetlerimizi konuşalım. Korkma kardeşim. Cinayet dediysem aşk anla. Ben dersem sen anla. Biz dersem siz anla. Fakat o dersem.. Anlayamazsın kardeşim. Yorulma. Senelerce nelerin yapıp, yapmaman ile ilgili yormuşsun zaten kendini. Neleri kusabileceğin ve de neleri yutman gerektiğiyle dolmuş kafan. Kişiliğini bir katilin sırat köprüsüne oturtmuşsun. Korkuyu beklerken avutmuş, otobüs terminallerinde unutmuşsun ruhunu. Gel içeri kardeşim. Saç jölesi kıvamındaki düşünceleri çekme artık her seferinde burnundan içeri. Mendillere sarıp atmaya çalışma bir köşeye. Bırak aksın, bırak iğrensin insanoğlu ve kızı senden. Bırak konuşsunlar safra kokan ağızlarıyla, gülsünler beyazlaştıramadıkları dişleriyle. Utanma kardeşim. Gün gelecek keseceğiz hepsinin dillerindeki kemikleri kör testerelerle, söküp alacak, şaraba meze yapacağız beyinlerindeki tümör düşünceleri. Renkli haplar kullanıp, sakız niyetine çiğneyeceğiz erimiş ciklet kıvamındaki kalplerini. Ürkme kardeşim. Gel içeri. En sevdiğin şarkılarını al yanına. Bir pakette sigara.

----------------------------------------------------------------------------------------------

Sıradaki?

-----------------------------------------------------------------------------------------------

‘Bu şeyler’ dedi bana. Gözleri gözlerimdeydi. Bir kaldırımdan ötekine yürüyorduk asfaltta. Eskişehir sertti, soğuğu yani. Yüzde bilmem kaç polyester olan derilerimiz mosmor kesilmişti. Trafik ışıkları ve sokak lambalarının uykusu kaçık sabaha karşı sigaraları izliyordu bizi bir tek. Ve belki de ara sokaklardan gelen, geceyi bir bıçak gibi kesen sarhoş naraları, kahkahaları. Burnuna bakıyordum, o kıpkırmızı, ufacık burnuna. Ucunda eriyen kar tanesinin damlamasını bekliyordum. İlkokul öğretmenim inanmıştı bir tek dikkatsiz bir insan olduğuma. O zamanlar bembeyaz tebeşiri izlerdim bir tek. Bıraktığı izleri, bir buz patencisi gibi süzülüşünü yaşlı ellerde. Büyülerdi beni nedense.

‘Neden böyle şeyler Tolga ya?’

O güldü. Ben öldüm. Martılar çığlıklarını kesti, sarhoşlar sızdı bir köşeye aniden. Yıldızlar sildi kendini gökten. Üşümesin diye cebime soktuğum parmaklarım deldi avcumu bir de. Delip damarlarıma, oradan Malatya’ya, oradan da İzmit’e. Bulgar göçmenleriyle dans etti biraz, sonra okyanusta boğulan binlercesiyle süzüldü amaçsızca. Zaten çok bir amaç kalmamıştı koşacak bundan sonra. Pek kimse soru da sormazdı bu saatlerde. Cevap vermezdi beyaz duvarlar genelde, ya da gökyüzüne benzetilerek uyunan tavanlar. En fazla gözler beliriverirdi. Ya da ‘Hala uyumadın mı?’ denilen bir bıçakla açılan bir kapı aydınlatırdı tavanı. Siliniverirdi gözler, dudaklar. ‘Birazdan uyurum’ yalanı söylenirdi geceye. Uyunmazdı da. Uyunamazdı ki. Uyuyamazdım ben. Babam o zamanlarda.. O da uyumazdı. Sürekli beni kontrol ederdi. İnsan elinde kalan son şeye bakmayı hep çok sever zaten. Korkutur çünkü son sıfatının bir insana gelmesi. Elde kalması. Ve bilirsiniz boşverli türkülerden dinlediniz, korku aşkın kalbi olmuştu hep. Nerede kalmıştık? Neredeydi benim parmaklarım?

‘Nasıl şeyler?’

Sonrasında eğdi kafasını. Gülümsemesi düşecek asfalta diye korktum. Saçı bıraktı kendini, gözlerinin üstünden aşağıya. Ben yine korktum kopuverecek diye. Kopmadı. Bırakmadı onu diğerleri. Herhalde hala alıp verecekleri bir davaları vardı. Görüyorlardı onlar kendi aralarında. Ama bir şey düştü. Çok aşağılara. Deldi geçti dünyayı, damarlarımdan kopup. Ne olduğunu göremedim bile. Göremezdim de. O boşluk. Yıllarca taşıdığımız, taşındığımız içinde. Boşluğum düştü böbreklerimden. Eğer söyleseydi doktor bana, böyle düşeceğini, içmezdim o kadar birayı. Saatlerce zıplamazdım konser alanlarında. Böyle olacağını bilseydim, oturur beklerdim. Okumazdım onca kitabı, ezberlemezdim şiirleri. Çay içerdim belki yine ama. Korktum bir an yine. Ya bulamazsam diye boşluğumu. Ya özlersem? Yani ,tekrardan diyorum, boşverli türküler demez miydi ‘Gitme, gidince daha çok seveceksin’ diye. Neredeydi benim boşluğum? Dinlemek istersem belki bir gün o şarkıları tekrardan, görmek istersem o bardakların altındaki kalın camı. Ne olacaktı o zaman? Kim dolduracaktı, pardon, boşaltacak.. Yine olmadı. Kim ne yapacaktı? Kim geri verecekti? Tanrı mı? Neyi geri verdi ki? Biliyorum, tamam bazı şeyleri geri verdi de.. Ne eskisi gibi kaldı? Şeytan neyi satamadan değil de değiştirmeden getirdi?

‘Boşversene’

Benimle mi konuşuyordu? Yoksa senelerdir sorduğu sorunun cevabını, yine alamadığı için üzülmüş müydü? Bunları düşünmekten öte gözlerim hala burnundaki su damlasındaydı. Ortaokul öğretmenim bir keresinde tokat atmıştı bana dikkat dağınıklığım için. Sorduğu irrasyomel sorunun cevabını bilememiştim, oysa cevabı söylemiş bana. ‘Belki söylemek istemiyorum’ diye bağırmıştım. Bağıramıyordum ki şimdi. Büyümek denilen fiili sıkça kullanır olmuştum. Sonuçta bu olgunlaşmak dedikleri, nerede ne zaman konuşacağını değil, susacağını bilmek değil miydi? Su damlası düşer bağırırsam hem, sarhoşlar uyanır, martılar çığlık atmaya, dünya dönmeye devam eder.. Bağıramıyordum.. Parmaklarım tekrardan çıkar diye avuçlarımdan. O boşluk tekrar tutar ciğerlerimde diye, bağıramıyordum. Yoksa bir çocuk kadar düşüncesizce yürüyordum asfaltta. Çocukluğuma indirecek bir psikolog bulamamıştım ama, yeteri kadar alkol almıştım işte. Eskilerde çok duyardım bir büyüğe danışın diyen sokak ağabeylerini. Ne oldu onlara be?

‘Her şeyin tek bir cevabı var bu dünya da.  Ne, neden, nasıl, niçin? Oysa elinizdeki kitaplarda yazıyor. İlk sayfasındaki Oğuz Atay şiirini ezberleyip, bir kahve söylemeseydiniz, çevirmekten korkmasaydınız sayfaları. İzin verseydiniz ruhunuzdaki nasırların yeşermesine, ataerkil teninize dikilmesine kadın kokan sayfaların. Bir kere olsun Kahlo’nun tablosunu izleseydiniz saatlerce. O zaman belki rutubet tutmazdı ciğerlerim. Size doğru bakıp, katil diye bağırdığımda, belki o zaman etrafınıza bakmaktansa, kaçmaya yahut sırtınızda biriktirdiğiniz bıçaklardan birini çıkartıp bana savurmaya çalışırdınız. Boşveriyorum. Bunu da. Sizleri de. Seni de. Hepinizi. Yarattığınız kadavraların üstüne basıp sabah sporu yapmaya, avmler dikmeye, kendinizi avutmaya devam edin. Boşveriyorum. Susuyorum. Susuzluğumu barlarınızda, suskunluğumu kaldırımlarınızda bozana dek. Boşveriyorum.’

‘Yeşilçam var ya?’
‘Ee ne olmuş yeşilçama?’
‘Benim annem dikti onu oraya. Bende kendimi astım o çama.’
‘Ne saçmalıyorsun sen yine?’
‘Boşversene, parmaklarımı bile hissetmiyorum.’


15 Ekim 2015 Perşembe

Kalmak için yanarken, şerefe der gibi terk edenlere



 ‘Ay henüz batmaya hazır değildi. Fakat güneş kararlıydı artık doğmaya. Şarkılar yazmaz mıydı her gecenin bir gündüzü var diye. Umudumuz değil miydi? Peki neden geceler hep kötüydü? Huzurlu gecelerin bitmemesi için yalvaranlar yok muydu aramızda? Her gece bitmeye, her sigara sönmeye alışıktı nasıl olsa. Yahut biz öyle biliyorduk. Düşerken gökten yıldızlar birer birer, basılırken kül tablasına her sigara canları yanmaz sanardık. Oysa karşılıklıydı duygularımız. Güneş özlemez miydi Ay’ı peki hiç? Gözyaşları söndüremez miydi sigarayı? Gidenler giremez miydi kaybedenler kulübüne? Her kahkaha terk edene, her gözyaşı terk edilene mi aitti ulan?’

Üzülüyorsa neden gitti? Neden söndürdü sigarayı? Ay neden doğdu geceye?

Adı geceydi çünkü. Rengi karaydı. Tüm bu topraklar kana bulanıkken, ay ışığı yansımalıydı gökten orospu kırmızıya.
Sevdiğim bir kadın derdi ki ‘’En güzel nefes, hep sonunda saklı şu meretin’’ Bitmeliydi sigaralar. Söndürülmeliydi sinirle, hüzünle, tebessümle. Ki yansın yenisi. Ki çıksın karanlıklar aydınlığa şaire göre.
Eski bir dostuma sormuştum, onca nedeni olan sorumu. Çoğunun cevabını bile bile hatta. ‘’Çünkü’’ derdi her defasında. Getirmezdi devamını. Biliyorduk. Gittikten sonra bembeyaz bir çarşafta hayatla sevişmediklerini. Ama kabullenemiyorduk işte seve seve ayrılmayı. Yalan diyorduk, olamaz ki böyle bir şey. Bağıramıyorduk amana koyayım diye. Gidenlerse son sözlerini boğazına düğümlemiş, meze yapıyorlardı her bardak sesine. Duyguları ve düşünceleri yakarken iç organlarını, söndürmeye çalışıyordu onlar. Sevgi sonsuzdu, külleri kalacaktı. ‘’Asla unutulmayacaksın’’ denilen küllerini başka kadınlar yahut adamlar süpürmeden orada öylece kalacaklardı.

Kalp, hiçbir zaman yönetime geçemeyecek Marxist bir devrimciydi. Beyin ise kapitalist bir diktatör. Kalp kaybederse, beyin güler, biraz alay ederdi. Fakat o da üzülürdü içten içe. Her şeyin değeri zıttı kadardı.
Beyin kazanırsa, kalp paramparça olur, dağılırdı dört bir yana. Ara sokaklarda saklanırdı. Bir gün biri daha çıksın, toplasın diye tekrardan her şeyi. Başlatsın diye tekrardan devrimi.

Kabul et. Üçüncü bir olasılığa sende benim kadar az şans veriyorsun. Evet. Kalbin ve beynin kaybetmesinden bahsediyorum. Anarşiden bahsediyorum. O ütopik duygular içinde yatakta gözlerin açık sızmaktan, sokaklarda, barlarda Tanrı’nın yalnız insanı olarak gezmekten. Sokak lambalarına bakacak yüzün bile kalmamasından. Bir anda içinde bir yangın çıkıp, söndürememekten. Sevdiğine koşmak isteyen bacaklarını kırmaya çalışmaktan. Biliyorsun değil mi? İki kez ölmekten bahsediyorum.

Tüm bunlar. Hepsi. Birilerinin kazanması yada kaybetmesi. Hak edilip, edilmediğinin sorgulanması ve ötesindeki şeyler. Tek bir şey var sevgili okur. Kesin olan tek bir şey. Kim yenerse yensin(!) bu kahrolası savaşı. Kim av, kim avcı olursa olsun.. İster sosyalist, ister kapitalist…

Hep kaybeden; hapishanelerin rutubetli duvarları arasında çürümeye yüz tutmuş ciğerler, ders olsun diye asılan sevgiler, acımasızca yakılan anılar…

Ve birde anlamını yitiren, kaybedilen her şeye şarkılar çalan, şiirler yazan, arjantin bardaklara sarılmış eller. Umutsuzca doldurmaya çalışırken parmaklarının arasındaki boşluğu pişmanlık dolu sigarayla, ‘Keşke’ der. ‘Keşke ölen ben olsaydım’

1 Ekim 2015 Perşembe

Naftalin İstasyonu



Kollarımı sarıyorum ona. Göğüs kafesini açıp, içeri giresim geliyor. Dünyadan, yaşantılardan, hayal kırıklıklarından ve ruhlarımızı bronşit yapan yalnızlık rüzgarlarından uzakta. Kalbim atlıyor. Zıplıyor. Kalbini gösteriyorum işaret parmağımla, tek kaşını kaldırıp ne olduğunu soruyor. ''Tam oram işte'' diyorum. ''Tam oram, böyle çok acıyor biliyor musun? Sanki yanımda değilmişsin, sanki gidecekmişsin gibi. Ne kadar sarılsam, ne kadar baksam, ne kadar konuşsam hiç geçmeyecekmiş gibi oramı acıtan özlem.'' Ellerimin arasına alıyorum yanaklarını. Kafamı yaslıyorum alnına. Gülüyor benimle birlikte. Bende gülüyorum. Öpüyorum. Nefeslerimiz çarpışırken birbiriyle. Mutluyum. Çok mutlu. Yıllardır aradığım kadının kollarımın arasında olması, seven gözlerle, aşık teniyle bana yaklaşması. Ruhumun ısındığını hissediyorum. El ele tutuşuyoruz, bırakıp belini sarıyorum. Dolana dolana ilerliyoruz bir sonbahar sabahında. Nereye gittiğimizin önemi yokmuş ki. Sallana sallana ilerliyoruz saat yediye beş kala.

 Sonrasını pek hatırlamıyorum. Sadece bir yer. Babam ölüyor. Nasıl? Ben bağırabiliyorum sadece. Bir televizyondan izliyorum olan biteni. Sevdiğim kadının omzuna gömüyorum başımı. Fakat ağlayamıyorum. Korkuyorum. Çok korkuyorum. Sanki bu güzel kadının asla dolduramayacağı bir yalnızlık sarmış bedenimi. Bir daha hiçkimsenin dolduramadığı bir yalnızlık sarmış. Bilemiyorum. Başımı saran ellerini hissedebiliyorum sadece. Ağlıyor o. Bense ağlayamıyorum. Göğüs kafesim yarılıyor sanki. Sızı. Acı. Nefesim kesiliyor. Sahte gözyaşlarından ve nefes alış, burun çekişlerinden başka hiçbir şey yapamıyorum.

 Bipolarımın tekrardan bozulduğu vakitlere varmış bulunmaktayız sanırım sevgili okur. Bedenim tekrardan uyuyabileceğimi söylediğinde sevinmiştim oysa. Meğerse bunun içinmiş her şey. Çok mutlu günleri önce derinlemesine hissettirip, sonra bana verebileceği en büyük acıyı yaşatmak aynı rüya da. Ve ardından, uyandırmak böyle bir hayata. Tüm duygu karmaşası mahvetmişken ruhumu, bu sıradan sabaha uyanmak bir anda.

-------------------------------------------------------------------

Kamyonvari yolculuklar lazım bizlere. Otobüs değil, otobüs stresli. Tam yolun akışına dalmışken o güzel müzikle, muavinin uyandırması, yemek servisleri ve de hayatının aşkını bulacağın o köhne terminal molaları. Kamyon öyle mi? Yakacaksın uzun samsunu, koyacaksın teybe şarkını. İstediğin yerde duracak, direksiyon sallaya sallaya unutacaksın. Zaten unutmanın ana teması budur. Önce sallarsın, sonra parissienne moonlight. Ne diyorduk? Ah evet, iki dönümlük ciğerlerde çıkan beşeri yangınlarımız ve de söndürmek için oralara buralara döktüğümüz kova kova kadın gözyaşı. Erkek değil. Kadın. Olgun kadınların velhasıl. Efendim? Kamyon mu? Ne kamyonu yahu beyaz atlar varken? Yani ben kullanamam at falan ama nefret ederim kamyonlardan. Çok sevdiğim bir kadının eşyalarını taşımıştım çünkü bir kamyona; beni taşıdığım kamyon ve onu süren bol bıyıklı adamla terk etmeden önce. Olgun kamyonlar.. Pardon! Olgun kadınlar lazım bize. Görmüş, geçirmiş. Kapıya kadar geçirilmiş. Efendim? Evet biraz öyleyim. Elbette ne bok yediğimin farkındayım. En azından şimdilerde farkındayım. Bu da bir adım değil? Efendim? Adım Tolga. 24 yaşında hissediyorum, tenimi ve de ruhumu. Ciğerlerim ve kalbim biraz daha eski. Sevmiyorum pek insanları. Midemi bulandırıyorlar, böyle bir yanma hissi, bir fokurdama sesi geliyor içimden. Sek içemiyorum çoğu zaman. Seks yapmıyorum, zevk alamıyorum. Sizlerde mi böyleydiniz zamanında? Geçer mi dersiniz? Umarım, her şey hayırlısı. Fakat yarınlar gelmeden bir an önce düzelse ne de künefe olur. Aceleci falan değilim. Yarınlar hiç gelmiyor ki. Her gece yarın olması için uyuyor, bugüne uyanıyorum. Uyumaktan fazlası mı gerek acaba? Gülmeyin lütfen. Bakın şuranız var ya, hayır onun biraz solu. Hah işte tam orası. Oram çok acıyor benim arkadaşlar. Ne olursunuz eğlenmeyin, gülmeyin. Sonbahardayız. Dökülen yapraklara ağıt yakalım, Poe'dan şiirler okuyalım akan her gözyaşına ve de topraklarla yıkayalım nice genç cesetleri. Ardından umursamazca şehrin en ucuz barında, arjantinlerde boğulalım. Karamsar değilim sevgili okurlarım. Dayanamıyorum artık bu kan kokusuna. Yok mu bir yolu? Kan akıtmadan öldürseniz birbirinizi, birazda yağmurla sarhoş olsa şu anadolu. Yok o değil, Şu veya bu anadolu. O dersek şikayet ederler gene, tehditsel eleştiriler dolar kafam. Ağaçlar üniversite kızılı yapraklar açarsa üzülmez misiniz? Yok bipolar değilimdir. Sarı dişleriyle gülümseyen, ağzı sigara ve rakı kokan kadınlarla sevişiyorum ben. Bazen sertleşmiyorum, alkolden diyorum. Görmediğim anne şefkatiyle okşuyorlar onlarda saçlarımı gece boyu. Ağzı sigara ve rakı kokan anne şefkatiyle. Hemen bir sigara yakıp, dumanını basıyorum gözlerime. Ağlıyor musun diyorlar, yok diyorum duman kaçtı. Yalan söylemiyorum. Sinelerine basıyorlar onlarda beni. Yalan söylediğimi düşünüyorlar. Hep öyle düşündüler. Oysa yalan söylemeyeli pek zaman oldu, pek bulut geçti üzerimden. Pek insan öldü. Ama ben pek doğamadım galiba tekrardan. Bulamadıysam demek ki tekrardan o kanlı rahmi, bulupta giremediysem gene.. Efendim? Biraz daha kalsanız? Tamam, siz bilirsiniz. Hoşçakalın. Bende hoşçakalayım demeyin öyle. Uğrayın lütfen tekrar.

Lütfen.