20 Mart 2013 Çarşamba

Akmayan nehirler, uçmayan kuşlar


 Açtı gözlerini. Sızladı her yeri. Artık istemiyordu. Parmaklarının arasında süzülen saçları hatırladı. Uzun siyah saçlar. Kendi saçlarından daha çok sevdiği saçları. Daha önce adına sarhoş olduğu o güzel kadını. Çok güzeldi. Siyah saçları, uzun ve ince beli. Akmayan nehirler, uçmayan kuşlar kadar gibiydi. Sönemeyen sigaraların söndürüldüğü kül tablaları içine gömmüştü adamı gülümsemesiyle. Göz yaşı ise bir çöle baharı yaşatırdı. Çok severdi adamı. Belki de bundan terk etmişti saat 3 ila 5 arası aşık olduğu tek kadını.

 Fakat zaman özlemenin değil, siktir etmenin zamanıydı. Zaman elinde ki bira şişesi ve karnında ki alkolle sokaklarda dolaşma zamanıydı. Dayak yiyebilirdi, yumruk yedikten sonra gözüne ne olduğunu soracak kimsesi yoktu sonuçta. Hayatın amına koyabilirdi, öldükten sonra sorgulanacak bir ruhu yoktu nasıl olsa !. Durdu olduğu yerde. Sokak boştu, elinde ki bira şişesi sokaktan bile boştu. İntihar edebilirdi, halat alacak parası bile yoktu oysa. Son parasını sigaraya vermişti. Düşündü. Yavaş yavaş ölecekti. Mutlu oldu. Gülümsedi. Tıpkı yıllar önce yaptığı gibi gizli gizli sigara içmeye çalıştı. Hayattan gizleniyordu. Hayat görmeden kendini öldürmek istiyordu. Hayatın engel olmasından korkuyordu. Elinde ki sigarayı söndürmesinden, halatı koparmasından. Kırdığı kalpler, ayaklarının altına serilip onu yürütüyordu adeta. Binlerce, milyonlarca kırık kalp parçası kesiyordu ayaklarını her adımda, her duruşunda. Her nefesinde bıraktığı kadınları özlüyor, dünyayı daha hızlı döndürmeye çalışıyordu. Fakat sadece başını daha hızlı döndürüyordu. Bilmediği kaldırım taşına kafasını vurmadan önce düşündü.

 Hiç hatırlamadığı bir yılın eylül ayı, hiç hatırlamadığı bir günün gecesiydi. Hala unutamadığı bir sokağın başında, adını hatırlayamadığı bir kızla öpüşüyordu. Kız kafasını yavaşça çektikten sonra parmak uçlarından aşağı attı kendini. Gözleri adamın dudaklarına indi. Kaldırdı kafasını. Gülümsedi. Adam tebessümüyle cevap verdi. Kız bayıldı. Kız öldü. Kız yok oldu. Ay ışığında ki uyuşuk gece, bir lambanın aydınlattığı gündüze döndü. Ağaçlar, duvarlar oldu. Yol, halıya büründü. Adam yatağında uzanırken buldu kendini. Gülümsüyordu. Başı dönüyor, dönen başından terler damlıyordu. Vücudunu örten şey beyaz bir battaniye ve de yanında uzanan kadının sol koluydu. Beli sızlıyor, o umursamıyordu. Sırada dünya vardı, onu da becerecekti. Bir anda adamın tebessümüyle yok oldu yanında yatan dünyanın en çıplak kadını. Yatak kumsala, tavan yıldızlı geceye büründü. Lambası ay, karşıda ki duvarda uyuyan nirvana posteri ege denizine dönüştü. Yavaşça doğruldu yattığı kumların üstünde. Sıra ona gelmişti. Yeteri kadar yıldız izlemiş, sıra kafasını şişeye gömmeye gelmişti. O 4. kişiydi sırada ki. Bu bir çemberdi. Yani ilk de olabilirdi son da. Umursamadı. Aldı şişeyi, eğdi kafasını. Uzun saçları önüne döküldü. Tek nefes çekti. Boğuldu. Karşısında ki denizin dibinde değil de, elinde ki şişenin içinde boğuldu. Öksürürken ağzından ve burnundan çıkan dumanlar yavaş yavaş çekilirken kendini elinde sigarasıyla kaldırımda otururken buldu. Gülümsedi. Kapadı gözlerini. Dinlemek istedi İstanbul'u. Gözlerini bir daha açamadı. Çünkü burası İstanbul değil, hayat denen cehennemin kör noktasıydı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder