12 Aralık 2016 Pazartesi

Sıradan İsmet'in Sıradışı Hikayesi



Kaçırdığınız fırsatları unutun! Ben size yakalayıp, yine de farketmediklerinizi göstereceğim! Göremediklerinizi görmeye çalışmayın. Ben sizlere, bakıp göremediklerinizi vereceğim!
Sevmeyi, sevilmeyi boşverin. Ben hepinize, canınızı bile yaksa her hissettiğinize saygı duymayı öğreteceğim!

Yapamasam da ölene kadar deneyeceğim.
.
..
...
....ölemezsem de en azından denedim diyeceğim!

-----------------------------------------------------------------------
İsmet, yirmili yaşlarının ortalarında ne o kadar kısa ne o kadar uzun boylu, ne kaslı, ne şişman ne de zayıf olan bir adamdı. Gür saçları yoktu, güzel bir suratı yoktu. Kel değildi, çirkinde. Astrofizikten anlamazdı, insan anatomisini yedinci sınıfta fen bilgisi kitabında sansürlenmiş kadın göğüslerinden öğrendi. Ailesinden nefret etmezdi, onları suçlamazdı belli hataları için. Ki zaten o kadar hata yapmış bir insan bile değildi. İsmet, değildi. Hiçbir şey değildi. Ortaya koyabileceği bir özelliği, ya da yalandan bir özellik yaratacak parası yoktu. Gittiği mekanlarda, girdiği ortamlarda İsmetin ya selamını ya da siparişini alırlardı. Ötesi gelmezdi. İsmet için ötesi yoktu. Çünkü sınırları olmayan bir insandı o. Hayatı deli dolu, enlerde yaşayan esrarkeş ya da alkolik biri olduğu için değil, sınırlar içine alacak bir davası oluşmamıştı bunca yıldır. İlköğretimi ve liseyi teşekkür alarak, ortalama devamsızlık yaparak bitirmişti. İlk senesinde üniversite sınavını kazanan İsmet, yeni yerleştiği şehirde ufak bir odaya tek başına taşınmış ve tek düşmanı çamaşır makinası olmuştu. Cuma akşamları iki bardak bira, bir plastik tabakta tuzlu fıstık. Cumartesi öğleni averaj bir kafede kahvaltı. Pazar sabahları ise gazete eklerinin verdiği bulmacaları çözerdi İsmet. Hasta olduğunda doktora gider, insanları özlediğinde arar halini hatrını sorardı. Tüm dostları ailesi ondan gerektiği kadar haber alır, gerektiği kadar iltifat duyardı. Dünya batsa bile, İsmet'in orada bir yerlerde akşam yemeğinden kalma tabağı yıkadığını bilirlerdi.
 Bir gün ansızın İsmet'ten gelen haberler kesildi. Dünya batmadı. Bulaşıklar yıkanmadı. Tuzlu fıstıkların kabukları ayıklanıp yenmedi. O mekanda, o ortamdı birinin selamı alınmadı, yahut siparişi. Gazete eklerindeki bulmacalar çözülmedi, o kafadeki garson her cumartesi sabahı bahşiş aldığı adamı göremedi. Kayıp ilanları verildi birkaç hafta sonra. İsmet'in yeni evinin ilk misafirleri üç yıl sonra gelen üniformalı birileriydi. Kapıyı çaldılar. Üç yıl sonra. Bu sefer de İsmet açmadı. Yanlış anlamayın, misafirperver bir insandı İsmet. Her zaman ayakkabılığın üstünde misafir terlikleri tertemiz dururdu. Kapı kırıldı. Üniformalı adamlar daldı içeriye, çamurlu botlarıyla. 2001 yılında bir sokak satıcısından alınmış halının üstü mahvoldu. Fakat kimse umursamadı. İsmet olsa umursar, ama yine de sesini çıkartmazdı saygısızlık olur diye. Fakat o yoktu. Gitmişti. Gemiyle bile gidilemeyecek bir mesafeye. Oysa İsmet için en uzak yerlere gemiyle gidilirdi.

 Fakat ne var ki İsmet'i bu bloga getirenler onun sıradan gelişen hayatının, bir anda sona ermesi değil. Her gün karşılaştığımız bir hikaye olurdu bu. Savaşlar, nefret, kan davaları, gurur kavgaları. Bunlardan hiçbir değildi İsmet'inki. Onun ufak bir sırrı vardı.
 Herkesin şu hayatta bir kere yalan söyleme hakkı var denir. Kimisi kendi için, kimisi sevdiği için kullanır bu hakkını. Öyle günlük söylediğiniz yalanlara benzemez. Hissedersiniz şakaklarınızda. O yalanla yaşamanın verdiği yük çöker üzerinize. Ve başka başka yalanlar doğurur omuzlarınızda. Git gide ağırlaşır, taşıyamaz hale gelirsiniz. Bir telaşa tutulursunuz farkedilecek diye. İnsanların ya da kendinizin yüzüne bakamaz hale gelirsiniz.

 Bu gece, sizlere İsmet'in yalanını anlatacağım.

----------------------------------------------------------------------------

16 sene önce bir gece yarısı kabusundan anlam veremediği sesler duyarak uyandı İsmet. Ufak bir odası vardı. Oyuncaklarının olduğu masanın yanındaki çantası, yatağı, gardrobu eşlik edebiliyordu ancak bu odada ona. Sessizce kalktı yatağından. Parmak uçlarında sessiz sessiz ilerledi sese doğru. Gitmemesi gerektiğini biliyor yine de merak ediyordu. Sesler annesinin odasından geliyordu. İsmet düşündü. Düşünmemesi, yatağa girip gözlerini kapaması gerekiyordu. Ama ismet düşündü. Annesi kabus görüyor olmalıydı. Babası çok çok uzaklara gitmişti gemiyle. Hayır, ölüm değildi. İsmet ölümün ne olduğunu biliyordu. Doğarken kıyısından döndüğü, sarılmadan daha, kucağına oturup bayram harçlığı bile alamadan vefat eden dedesini asla göremeyeceğini öğrenmişti annesinin telefon konuşmasından. Ölümün üzücü bir şey olduğunu telefon yere gözyaşlarıyla birlikte düşünce anlamıştı. Babası sadece gitmişti. Bir daha görecekti. Onu yanağından öpecek, cebine birkaç kuruş sıkıştıracaktı. Annesini dudaklarından öpüp banka hesaplarına birkaç milyar daha bırakacaktı. Sonra tekrardan gidecekti. İsmet gitmeleri hiç sevmezdi, ama geleceğini bildiği gidenleri beklemeye katlanabiliyordu.
Annesi babası olmadığında böyle kabuslar görürdü, ama bu kadar sesli korkmazdı hiç. Bu sefer cidden üzülmüş, korkmuş olmalı ki neredeyse ağlayacak. Kapıya doğru yanaştı. Hafifçe araladı. Bir adam annesinin boğazına sarılmış annesini itekliyordu. İsmet öyle korktu ki dili bağlandı. Bacakları titremeye, soğuk soğuk terlemeye başladı. Annemi öldürecekler dedi içinden, ama hiçbir şey yapamadı. Adam annesinin boğazına sarılmış, biraz daha itekledi. Annesi bağırdı. İsmet sımsıkı kapattı gözlerini. Ciğerlerini yırta yırta, içine doğru çığlık atmayı o gece öğrendi. Nefesi bitince açtı gözlerini. Yatağındaydı. Kabus mu görmüştü? Hayır. O kadar emindi ki gerçek olduğuna hala boncuk boncuk terliyordu. Tekrar kapadı gözlerini. Unutmak ve kaçmak için uyumayı tercih etmeyi de o gece öğrendi İsmet.

16 yaşındaydı artık. Yeni yeni terlemeye başlamış bıyıkları, bakımsız ve tütün kokan elleriyle ince çelimsiz bir şeyler çiziyordu. Müzik dinlemeyi seviyordu bir şeyler çizerken. Ritmi daha iyi hissetmesini sağlıyordu. Hissetmeyi seviyordu. Sabah uyandığında yatağın sıcaklığını, eve doğru yürürken bacaklarının ne denli acımasını, sigarayı her içine çekişinde boğazında biriken sızıyı. Ve tabi bir de sıra arkadaşı Gülsüm'le yan yana geldiklerinde kendi bacağı onunkine değdiğinde hissettiği hazzı. Erkek arkadaşlarının anlattıklarını dinlediğinde karşı cinsten aldığı hazlar ufak kalıyordu elbet ama büyük vuslatların insanı olmadığını biliyordu.
Sakin bir geceydi. Babası evdeydi, annesiyle tartışıyordu. Sokakta birkaç çocuk top koşturuyordu, anneleri onları eve gelmeleri için ikna etmeye çalışıyordu. Sakinlik her şeyin monoton devam etmeseydi onun için. Şehirleri sakin bulurdu bu yüzden. Ne zaman bir kumsala, deniz kenarına inse, geceleri sessiz bir sokakta yürüse huzursuz olurdu bu yüzden. Kalabalığın, mazot kokusunun, gri duvarların arasında kaybolmak ona daha çok huzur veriyordu.
Resmini bitirdi, müzik çalarını kapadı. Yatağına uzandı. Uyanıklık ve uyku arasındaki çizgiyi yakalamaya çalıştı yine. Ne zaman uykuya dalardı hep merak ederdi. İnsanlar ne zaman kayboluyordu bir anda? Uyuyan bir katil ve rahip arasındaki farkı bir anda ortadan ne kaldırıyordu? O her neyse neden sürekli olmuyordu? Onun ve Gülsüm'ün sevgilisi arasındaki farkı neden ortadan kaldırmıyordu? Düşünceler arasında boğulurken daldı gitti tekrardan. En derinlere. En göklere.
Bir evin içindeydi rüyasında. Ve sallanan bir ampulün aydınlattığı odada. Bulanık şeyler görüyordu. Sandalyeler ve masa birbirinin içine girmiş, bir Van Gogh resmi içine dalmış gibiydi. Duvarların sıvası akmış, rutubet kokusunu sadece bakarak alabiliyordu. Ovaladı gözlerini ve odaklandı. Önünde iki silüet vardı birbirinin içine giren, yaklaştı, dokunmaya çalıştı. Gülsüm'dü. Diğerini tanımayadı. Ama onun gözlerindeki göz yaşlarını tanıdı. Nasılda akıyorlardı, bulanıklığın içindeki iki berrak damla. Yanaklarından, o okşamaya kalksa kıyamayacağı yanaklarından. Keskin bir sesle bozuldu dikkati. Gözyaşlarını kesti attı bir el. Sert bir tokatla. Gülsüm'ü dövüyordu birisi. Durdurmaya kalktı. Ellerinin ne denli boşlukta sallandığını gördü. Silüet, Gülsüm'e vuruyordu, ardı arkası kesilmeden ve boğuk sesler çıkartıyordu. Bağırdı İsmet. Bütün gücüyle. Çıktı bu sefer sesi. O kadar sesli bağırdı ki uyandı. Ter içinde değildi bu sefer. Sadece sinirliydi. O kadar sinirliydi ki eli ayağı titriyordu. O kadar sinirliydi ki sadece ceketini ve anahtarı alıp fırladı evden. Gülsüm'ler bir gecekonduda kalıyordu. O ev, o ev o olmalı dedi içinden. Gülsüm'ü kurtarmalıyım. Koştu sokakları, ardından gelen kedi köpek seslerine aldırış bile etmeden. Üç sokak, bir de yokuş aştı. Mevlana kapı da oturuyordu Gülsüm. Mevlanayı aştı, evlerinin önüne gelince sesleri duydu. Çığlık sesleri. 6 Sene önce annesinin çığlıklarından farklıydı. Korku değil, acı doluydu. Kapıya vurdu. Duymadı içerdeki silüet her kimse. Kırdı kapıyı bir tekmeyle. Ne yaptığını bilmiyordu, Ne yapacağını içeri girdikten sonra. Sadece tekme atmak istedi. Attı. Çürümüş kapı onun iradesi karşısında dayanamadı. Silüet ile göz göze geldi bir anda. Gülsüm'e bakmadı. Bakamazdı. Kalbi dayanmazdı, ölürdü orada. Ölünce kurtaramazdı Gülsüm'ü. Bir anda sessizleşti ortalık. Bir şey söylemesi gerekiyordu. Bulamadı. Diyecek her kelimesini evde aceleyle çıkarken unutmuştu. Şimdi geri gidip alamazdı. Ne zaman diyecek bir şey bulamasa resim yapardı İsmet. Ellerini kullanırdı. Öğretmeni ne zaman azarlasa sırasına bir şeyler çizerdi, annesi ne zaman babasıyla ilişkisinin artık yürümediğini, hayatında başka biri olduğunu söylese resim yapardı. Ve çoğu zamanda geçerdi o an her ne oluyorsa. Bir şey söylemesine gerek kalmadan. İsmet yine aynı şeyi yaptı. Ellerini kulandı. Kanla boyamak için bu sefer silüetin suratını. Bir yumruk savurdu, hayatında ki ilk yumruktu bu. Gülsüm bağırdı dur diye. Babam o benim.
Hayatındaki ilk yumruğu, sevdiği kadının sarhoş babasına atmıştı. Bir daha asla yumruk atmadı İsmet. Çünkü herkes çok şey kaybetmişti o yumruktan sonra. Baba üç dişini, Gülsüm okul hayatını, İsmet sevdiği kadını.

Üniversite'nin ilk yılları oldukça zor geçmişti. Ailesinin boşanması, birkaç arkadaşının onunla bağını koparması, yeni ve ısrar etmeyi seven bir ahbap topluluğu epey yormuştu İsmet'i. Hiçbir zaman kendini kabul ettirmeye çalışmadı. Fakat kabul etmek eyleminin insanlar için ne denli önemli olduğunu öğrenmişti. Telefonlarında, bilgisayar ekranlarında, sokakta yeni saç rengini, düşünce etiğini, kişiliğini ve sevgilisini kabul ettirmeyi bekleyen birden çok insan vardı.Ve İsmet sevgilisine onu sevdiğini söylediğinde değil, onu her haliyle kabul edeceğini söylediğinde sevgili olmayı başarmıştı. O başarmak kelimesini ikili ilişkilerde yanlış bulsa da öyle bir çağda yaşıyordu ki kendinden daha fazla kabul gören bir insanla ilişki yaşamak bir başarıydı. Resim çizmek, yazı yazmak mühim değildi. Önemli olan onlarla kaç kişiyi etkilemeye başarabildiğindi. Sevgilisi Yonca kendisini epey kabul ettirmiş biriydi. Haftanın birkaç gecesi belli mekanlarda şarkı söyler, aldığı parayı yine o mekanda alkole harcardı. Yonca'yı birkaç defa izlemeye gitmişti. Yaptığı müziğin tarzı, ve içinde bulunduğu ortamlar hoşuna gitmese de İsmet saygı duymayı tercih ediyordu. Uzatılan alkole, uyuşturucuya saygıyla hayır diyordu. Onunla ve onun arkadaşlarıyla aynı masaya oturduklarında, Yonca'ya kısık sesle sorulan sorulara bile saygı duyabiliyordu. İsmet'te ne buluyorsun? En çok sorulan buydu elbette. İsmet'te soruyordu bunu kendisine. Yonca'da ne buluyordum? Bilmiyordu. Yonca kalabalık bir insandı. Gürültülüydü ve kül tablası gibi kokuyordu. Ne zaman öpse alkol tadını alabiliyordu dudaklarından. Yapmayı en sevdiği şey Muhsin Ünlü'nün ne kadar ideolojik yaşıyoruz hayatı yazısını okumaktı. ''Zaten kırılmış bir kızım İsmet, bir de sen kırmaya çalışma beni. Kesilir o güzel ellerin'' der, ellerinden öperdi İsmet'i ansızın. Bazı geceler arkasını dönüp uyur, bazense ağlayarak sevişirdi. Karmaşaydı, kaostu Yonca. Monotonluktan olabildiğince uzak bir yanda da Monotonluğun kendisiydi. İsmet okumuştu, her şey kendi zıttının değerindedir diye. İnanmamıştı. Yonca ona inanmayı öğretmişti. Boka bata bata, dibe ine ine göğe ulaşabileceğini bir insanın. Hayatın dik ve birden fazla paralel bir çizgiden çok, basit bir çember olduğunu. Ne kadar dibe inersen, o kadar göğe çıkarsın diyordu. İnanmayı tercih etmişti belki de İsmet.
Ilıman bir nisan akşamı, hasta olduğu için yatağından çıkıp Yonca'nın sahne aldığı yere gidememişti İsmet. Onun yerine kendi sahnesinde, yatağında uzanıyordu. Kulaklıkları ve yorganın üstünde duran resimleri. Bir bardakta soğumaya yüz tutmuş çorbası ve poşeti doldurmaya yetmiş peçeteleriyle birlikte. Ne zaman hasta olsa kendini mutlu hissederdi İsmet. Çünkü kimse ondan bir şey beklemiyordu hasta olduğunda. Doktoruna gidiyor, istirahat etmesi gerektiği söyleniyordu. Ne kadar rahatsız bir kelimeydi oysa istirahat. Zorla yapması gerekiyordu insanın çünkü. Öyle bir varlıktı ki insan, cennete zorla soksan tereddüt ederdi, belki istemezdi. Etik değerleri kendi içinde sorgularken gözleri yavaştan kapandı, hafiften kaydı yatağın en sıcak ucuna doğru.
Yonca kokuyordu rüyası. Ter, alkol ve sigara. Kapalıydı gözleri. Burun direği deviren koku, özlemden titremişti burnunu. Özlüyordu işte. Seviyordu sonuçta. Ne denli aykırı da olsa, fırtına da olsa. Kapılıp gitmeyi seviyordu İsmet. Yüzündeki tebessümü hissetti. Özlemeyi seviyordu. Demiştik ya hani, geleceğini bildiği gidenleri özlemeyi seviyordu diye. Şimdi konserden gelecekti o uyandığında, öpecekti rakı kokan ağzıyla. Okşayacaktı saçlarını annesi gibi. Sonra kıvrılıp sızacaktı yanına hasta olduğunu umursamadan. İsmet gece öksürmekten uyanacak, Yonca'nın yatışından dolayı açılmış yorganını örtecekti. O da öpecekti antibiyotik kokan dudaklarıyla Yonca'yı. Saçlarını okşayacaktı elleri titreye titreye. Kalbinde mutlu bir sızıyla, tekrar uyuyacaktı. Düşündü hepsini rüyasında. Sonra.. Sonra bir anda düşünebildiğini farketti rüyasında. Rüya da olduğunu biliyordu. İsmet, yavaşça gözlerini açtı. Bu yine o rüyalardan biriydi. Bir otobüs terminalinin içindeydi pijamalarıyla. Ne arıyordu burada? Kimin için gelmişti ya da. Etrafında hayaletler vardı, simsiyah. Koşuşturuyor, uçuşuyorlardı bir yerlere. İsmet ilerliyordu. Nereye gittiğini bilmeden, sadece tek bir yön vardı içinde gitmek istediği. Peron 43. Yazıları okuyamıyordu. Hangi peron neresi. Bağırışmalar ürkütücüydü. Hızlandı adımları. Terledi elleri. Korku hissediyordu. Çünkü ne zaman böyle bir şey yaşasa.. Kötü şeyler oluyordu o an. Bulamadı. Peron 43 neresi bulamadı. O kadar bulanık ve kalabalıktı ki nefessiz kaldı. Ciğerlerinde katmer katmer gürültü birikti. Önce başı döndü, kapadı gözlerini. Sımsıkı kapadı, fakat dönen dünya değil kendiydi. Gözlerini kapatmasına rağmen geçmemişti hiçbir şey. Bu sefer dönen şey karanlıktı. Açtı. Açtığında geçerdi hep. Uyanırdı yatağında. Hala terminaldeydi. Hayır dedi, hayır. Yonca gelmiştir şimdiye dek. O beni uyandırır. Döndü durdu terminalin mazot kokan duvarları arasında. Oturdu banklardan birine, kalktı. O kadar gerçek yaşamaya başladı ki rüyasını bir an sigara istemeye kalktı silüetlerden birinden. İsteği cevapsız kalınca daha çok korku bastı. Ya dedi, ya uyanamazsam. Bu terminalde, buralarda mahsur kalırsam. Çaresizce yürürken dar koridorlarda, bir ışık süzmesi farketti yolun diğer ucunda. Tereddüt dahi etmeden yürüdü. Işık süzmesi bembeyaz bir silüete döndü. Silüet Yonca'ya. Bir elinde bavul, diğer elinde sımsıkı tuttuğu bileti. İsmet durdu. İsmet bu sefer çığlık bile atamadı. İsmet biliyordu. Fırtınasının başka limanları dövmeye gideceğini. O, evinde uyurken, dalgaların çoktan yükselip Yonca'nın bedenini onun kumsalından alıp götürdüğünü biliyordu.
İsmet'in babası, annesiyle ayrıldıktan sonra bir gemi yolculuğunda, kendini okyanusun içine bırakmıştı fırtınanın orta yerinde. Ne zaman bir kadın sigarasını mumdan yaksa, açık denizde bir denizci ölür derdi her defasında. Annesi ne zaman evine, yatağına bir başka adamı alsa, sigarasını hep mumdan yakardı. Herhalde o kadar çok yaktı ki, o açık denizlerdeki fırtına hayatındaki diğer adamı da alıp götürmek üzereydi. Fakat İsmet gitmek istemiyordu. Uyanmak istemiyordu. Çünkü uyanırsa Yonca'nın olmadığı bir sabaha uyanacaktı. Kalmalıydı. Burada. Hayatında onu çeken hiçbirşey olmamıştı senelerce. Kaybetmek başka bir şey yaşamamıştı yıllarca. Çürük bir üzümdü İsmet. Kendini tanıyordu. Şarap olmaya bile layık değildi. Boğazı yanmaya başlamıştı. Git gide daha fazla dönmeye başlıyordu başı. Birden tüm silüetler kayboldu. Koridor ferahladı, tavan açıldı. Yollar yeşillendi, çimler betonu deldi. Otobüsler yerin altına girdi. Dağlar çıktı karşısına İsmet'in. Bir otobüs penceresinden izlerken buldu ki kendini. Yanında Yonca. Uyukluyor otobüste. Silüetler yoktu bu sefer. İnsanlar vardı. Gidecekleri yere ulaşmayı bekleyen insanlar. Yaşlı bir teyze, cama başını yaslamış uyuyordu orada. Nedensizce Yonca'dan daha çok dikkatini çekti. Kalktı otobüsün koridoruna doğru. Dokundu yaşlı teyzeye. Otobüs bir anda kayboldu, dağlar kül oldu, duvarlar dikildi dört bir yana. İnsanlar doluştu duvarların kapattığı odaya. Küçük büyük bir sürü insan. Hepsi İsmet'in sol yanına bakıyorlardı. Sol yanındaki yaşlı teyzeye gülümsüyorlardı. İsmet orada öylece oturmuş, olanlardan haberi yokmuş gibi gazete okuyordu.

İsmet o an farketti. Artık o, dünyamızda arayıp sorma lüzmunda bulunmadığımız bir insan değildi. Sınıfta en arka sıralarda not alan, resim yapan o silik erkek değildi. Barlarda tuzlu fıstık kabuklarıyla oynayan, iki bira içip kalkarken bahşiş veren bir müşteri değildi. Bakkalının her daim hazır tuttuğu pazar gazetelerini alan bir adam hiç değildi. Sevgilisi için katlanamayacağı ortamlardan, kırılmasın diye davet edildiği değişik partilerden çok uzaktaydı. Bir yandan da yakındı. Gecenin gündüze, a'nın z'ye yakınlığı kadar. Çünkü İsmet, artık rüyalarımızın o fark etmediğimiz adamıydı. Orada bir yerlerde. Oturan, yürüyen, kahve içen, sokaktan geçen herhangi biriydi o. Uyandığımızda hatırlamadığımız. Dikkat bile etmediğimiz.

Çokta bir şey değişmedi anlayacağınız.
Herkes baktı.
Kimse görmedi.
Herkes konuştu.
Kimse dinlemedi.
Herkes düşündü.
Kimse sormadı.

Herkes sevildi.
Kimse sevmedi.
Seven si...

Neyse işte.
---------------------------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------------------

''Bu yazı tutmaz hacı, bunu çivilemek gerek''
''Neden?''
''Sonu bir garip olmuş.''
''Hayatımızda bir garip olmayan ne kaldı allasen, vur ya''

---------------------------------------------------------------------------

Şarap olmayı becerememiş her kim varsa, bir kadehte bizden ona. 

28 Kasım 2016 Pazartesi

Ouroboros



Gözlerimin bulanık görmeye başladığı saatler. Gece, şu sokağın başında, elindeki şarap şişesine sıkı sıkı sarılmış, parmakları soğuktan kenetlenmiş şarapçı kadar yaşlı. Her an evin vajinalarının birinden bir güneş fırlayıp, suratında büyük bir tebessümle saplayabilir bıçağı vicdanımıza. Hatırlatabilir bize, saatin ne kadar geç olduğunu. Oysa hak etmiyor muyduk saten çarşafa sarılmış yakışıklı adamların veya güzel kadınların omuzlarından perdenin bittiği yere kısık gözlerle bakıp saatin henüz çok erken olduğunu duymayı aynı güneşten. Haketmiyorduk. Çünkü o saten çarşafa sarılı olan yakışıklı adamlar veya güzel kadınlar bizdik. Ve yalnız olmayı tercih ediyorduk. Maruz kalmıyorduk tabiki de.  Maruzluk bir tek tanrıya mahsustu. O yalnız kalmak zorundaydı. Gökte. Göklerin ötesinde. Her şeyin yaratıcısı, her şeye hükmeden yukarı da tek başına kalmak zorundaydı. Biz değildik. Bizimki tercih meselesiydi. Fakat ikimizin de ortak noktaları vardı.

 Biz de onun kadar yalan söylüyorduk tercih ve maruz konusunda.

 Bizde onun kadar iltifatlara ve ilgiye muhtaçtık. Ve bizde onun gibi, sevildiğimizi ne kadar duyarsak duyalım bir türlü yetmiyordu, çünkü kendimizi bir türlü sevemiyorduk. Hayallerimizde hep başkaları vardı. Kurduğumuz hayallerin başrolü biz olsakta hep en iyi yardımcı erkek/kadın ödülüne aday gösterilecek birileri vardı ve biz ne istersek onu yapıyordu.
 Siz hiç mastürbasyon yapan birinin kendini mastürbasyon yaparken hayal edip mastürbasyon yaptığını gördünüz mü? Bende görmedim. Ama duydum. Ve kendisi yakın bir arkadaşım. Ama konumuz şimdilik o değil. Konumuz bu trajikomik olayın, geceleri uyurken kurduğunuz hayallere ne denli benzemesi.
 Bu hikayenin başrolü yirmili yaşlarının ortasında, eline aldığı ilk kitap, kulağına taktığı ilk kulaklıktan sonra günde ortalamanın üzerinde sigara ve alkol tükettiği için önüne çıkan herkese yaşlı hissettiğini söyleyen; ailevi sorunları olan, cinsel istismara uğramış, akli dengesini on altı yaşında okul çantasında unutmuş kadınların vazgeçilmez aşkı olan çirkin karizmalı adamlar değil. Veya tek bir kadının yokluğuna bağlı kalmış adamların karşısına en güçsüz anlarında çıkan, aşkı sait faik şiirlerinde ki gibi yaşayan, o her an dediğimiz anlarda çekip gitmeye gücü yetecek kadar güçlü kadınlar değil. Tabi soruyorum kendime, Bu herifler, bu kadınlar olmadan nasıl yazılır bir hikaye? Çünkü alıştık değil mi? Sürekli kaybeden birinin olmasına, bu kaybedene acımaya, ama uzaktan acımaya. Olabildiği kadar uzaktan.
 Hatta mümkünse kazananın arkasından, omuzlarından acımaya.

 Kazananın yanında olmak gerekiyordu çünkü. Nasıl olsa kazanmak bir bağımlılıktı. Ne öğrettiler? Hele bir ilk paranı kazan, nasılda tatlı gelecek sonrası. Vergileri, borçları, size kim olmanızı söyleyen sosyal medyayı, kimin nasıl görünmesini seçen modayı ana yemek niyetine geçirdikten sonra kapitalist düzeni tatlı niyetine yedirdiler. Siktiğimin... Neyse. Konumuz bu da değil. Konumuz kaybetmenin aslında kazanmaktan daha güçlü bir uyuşturucu olduğu. Daha bağlayıcı hisleri olduğu. Bunu ufak bir örnekle anlatacağım:

 Sevgiliniz var. Ve siz sevgiliniz olmayan bir başka adam veya kadınla birliktesiniz. Sevgiliniz sizinle mutlu, siz de öyle. O oldukça güzel, yakışıklı. Sizi değerli hissettiriyor. Fakat siz karşınızdaki diğer bireyin ilgisine kapılıyor ve onu arzuluyorsunuz o an. O an dediğimiz andan itibaren yaptığınız aksiyon oldukça güzel hissettiriyor. Sevgilinize ne kadar bağlı kalsanızda, orgazm sırasında oxytocin salgılayarak karşınızda hiç tanımadığınız o bireye bile bağlanabiliyorsunuz. Bağlanma isteği, arzusu duyabiliyorsunuz.
Bir de şöyle düşünelim:
 Sevgiliniz sizden ayrıldı. Mutluydunuz. O oldukça güzel, yakışıklıydı. Sizi değerli hissettiriyordu. Fakat sizi terk etti. Ve şimdi aynı ölçüde mutsuz ve değersiz hissediyorsunuz. Karşınızda yine aynı sevgiliniz olmayan bir başka adam veya kadın var. O an geliyor. Arzulamıyorsunuz. O anla inatlaşıp o andan itibaren yaptığınız aksiyon zerre zevk vermiyor. Çünkü siz artık sevgilinizden çok, sevgilinizin yokluğuna bağlımlısınız. Vücudunuz o rakı bardağı sesi kadar kısa bir süre de yeteri kadar bağlılık hormonu salgılamış, daha fazlasını yapamıyor, istemiyor. Sevgiliniz varlığıyla başaramadığını, yokluğuyla başarıyor. Haberi olmadan bir zafer elde ediyor. Sizse o an anlıyorsunuz, kazanmaktan çok kaybetmeye bağlandığınızı. Sizi, sike sike bağımlı yaptıklarını kaybetmeye. Çocuk yurdunda ağzına zorla sigara sokulan ve arkasından iç diye tezahurat yapılan o çocuk gibi. İnsanların zaferlerinizi kutlamasından çok, acılarınıza sempati yapmasını tercih edecek hale gelmişsiniz. Orospular sikilmişliklerinin acısını, başkalarını düzerek çıkartırmış diye bir söz vardır. Ama konumuz bu değil.

 Konumuz sizlerin; Tanr'ının ve bizim ''Yalnızlığa maruz kalmadım,ben tercih ediyorum'' dememiz gibi, kaybetmeye maruz bırakılıyorum yalanını söylemeniz. Sizi suçlamıyorum. Anlamını bilmediğiniz kelimeler barındıran şarkı sözlerini suçluyorum. Günü bitirip eve gitmeyi düşleyen psikologları, size asla onlar gibi olamayacağınız insanları gösterip, uygun bir fiyata en azından onlar gibi gibi olabileceğinizi düşündüren reklamları, viralleri. Farklı yaşam şekillerine özendiren, kendini bulmana yardımcı oluyoruz dedikten sonra sana çizdikleri maskeyi suratına yapıştıran herkesi. Ha bir de sulu birayı, buzlu bardağı olmayan ve açtığı müzikten ötürü sizi bağırarak ''Bize gidelim mi?'' demeye zorlayan barları. Ama konumuz bu da değil tabiki.

Konumuz sensin.
Neden böyle olduğu?
Neden hala böyle olmaya devam ettiği?
.
.
Bir bardak daha?
.
Şerefe!

20 Ekim 2016 Perşembe

Şeytan uçurtması


                                             


 Gelmedi. Bugün çok bekledim oysa kendisini. Ve kendisi sanırım ayrı bir akşamüstünün bekçisiydi. Düdüğünü asmış boynuna kim bilir hangi düşümün içine düşmüştü? Kırıldım açıkçası hiçbir vuslatın yapıştıramayacağı cinsten. Şimdi akıllarımız da bir soru; olgular mı olayları yaratır, yoksa olaylar mı olguları?

 Neyse, hiç olmadı siz yokmuşsunuz gibi kendi kendime yazarım. Sizinle daha önce tanışmamış gibi kendi kendimi aldatır, şehvetlenirim buna. Bir şarkı daha dinler ve kendi gözlerimi görürüm anlamsızca baktığım duvarda. Daha önce gittiğim yerlere giderim, bakmak için hala orda mıyım diye, yalnız mıyım uğramış mıyım o banklara tekrardan diye. Baharı beklerim ve hep başka bir baharın kursağında kalmış sözlerimi yerine getiririm. Prefabrik yalanlarım, arkasına saklandığım masallarımla kaçarım kendimden, benden uzak dur derim aynaya. Ben tehlikeliyim.

Tamam, duygu sorunsalını bir şekilde yadsırım, ancak ruhumun bekası ne olacak?

Aşk asimile olmaktı. Aynı sokaklarda kendini kaybetmekti. Git gide unutmaktı her şeyin ne kadar aynı ve monoton olduğunu. Dün yüzüne bile bakmadığın insanların, gözlerine bakıp gülümsemekti. Sana saçma gelen her kelimeyi bir anda sahiplenmekti. Oysa, bir buçuk sene boyunca aynı sabaha uyandın. Uykuya dalmandan bile hızlı bir şekilde pencerenin ardındaki simaların değişmesini nasıl açıklayabilirsin? Açıklayamadığın için böyle ya zaten.

Ben aşık olmadığımı açıkça söyleyebilirim sizlere. Ben sevdim. Güzel sevdim. Fakat onu sevmek kendi başına bir soykırımdı. Kırdı geçti ne kadar kemik varsa dilimde. Kökünü kazıdı ne kadar notam kaldıysa şu hayatta.

---------------------------------------------------------------------------------------------------

 Lunaparkları sever misiniz?
Bavulumla birlikte ilk adım attığımda bir lunapark karşıladı bizi. Durmadım bende, ikinci adımımda kapısında beliriverdim. Girişteki kulübede bekçi bir amca vardı. İnsan lunapark diyince neşeli bir yer gelse de aklına, amcanın yüz hatları balerinin eteği kadar paslanmıştı. Bir bilet dedim, şöyle bir süzdü beni. Elinde bavulu, takım kıyafetiyle birlikte karşında dikilen bir adam. Suratına gelen gülümsemeyle birlikte kıtırdadı dudak kenarlarında kemikleşmiş mimikleri. Biletimi aldım, içeri girdim. Her yer ne kadar da çocuk!
 Kendimi aradım bir süre, evet belki bu gülüş ben olabilirim. Ya da.. Ya da şu atlı karıncanın üzerinde tüm masumiyeti görkemli bir şekilde sunan çocuğun gülüşü. Hayır.. Hayır. Gözlerini kaçırıyor benden. Eyvah dedim, çocukluğumu ikinci bavulumda unutmuşum. Kim bilir hangi tren garında bekliyordur beni, çoktan öldüğümü bilmeden. Belki de.. Belki de ihtiyacı olan bir kadın almıştır benim çocukluğumu. Saçlarını örüp, annesinin onun saçları gibi ördüğü kazağı giyip çıkmıştır dışarı. Altında kısa bir etek. Üstü başı alkol olana kadar girmemiştir belki eve. Kahkahalar eşliğinde. Gece tanımadığı bir evde kendisini iki koltuğun arasındaki boşlukta hıçkırarak ağlayarak bulmuştur belki de.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------

I want you to get angry!
Neden ingilizce? Çünkü öyle daha cool!
Sabaha karşı yorgan altı filmlerinden öğrendik hep bu raconları.
Otuzbeş ekrana sığmış hayatlara, hikayelere, kurgulara sığdırmaya çalıştık kendimizi.
Değişmek adına, kırmadık boynumuzdaki zincirleri.
Irine Welsh'e bakacak yüzümüz olmasa da okuduk her cümlesini.
Altını çizdik bir bir renkli kalemle.
Hayatını seç. Aileni. Arkadaşlarını. Bulaşık makineni, televizyonunu, cd çalarını, konserve açacağını. İyi bir sağlık, diş sigortan. Seç hepsini.
Seçtik bizde.
Çünkü zordu hayatsızlığı seçmek.
İlkokulda kötü notlar alınca, öğretmenlerin söyleyeceğini bile bile ailesine yalan söyleyen çocuklardık biz.
Geceleri deprem olduğunda, bütün mahalle inerdi ya aşağı, en yakındaki parkta ateşler yakılırdı, sabaha kadar beklerdi olgunlar. Biz kliması hafif hafif açık arabalarda uzanırdık çocukken, ve çıkan kaosu hayran hayran izlerdik.
Ölüm tanımazlık
Mermi yesek öleceğimize inanmamaktan hep bunlar.
Göğüs kafesinin sol altından bıçak yiyip, hala hayatta kalmaktan.
Bir kaç defa intihara teşebbüs edip, ölmediğini görmekten.
Deliler gibi sevip, bırakıldıktan sonra hiçbir şey olmamışcasına hayatına devam etmekten.
Bütün sevdiklerini kaybedip, otuz beş ekrana sığmaya çalışmaktan.
Ölene kadar ölümsüzüm lafından hep.
Keşke o cümlenin altını o kadar bastırarak çizmeseydik.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------

Oturmuşuz bizim çocuklarla, piyasa yapıyoruz kafamızca. İyi ve entelektüel vakit geçiyoruz anlayacağın. Zaten elimizden alınmış sıfatı söylenince kafada olumlu şeyler canlandıran her şey. Entelektüel vakit dediysem de yanlış anlamayın, onun bunun hakkında bilip bilmedik ne varsa yedirmeye çalışıyoruz birbirimize. Hissetmek istediğimiz ne kadar his varsa, birbirimize anlata anlata hissettiğimize inanmaya çalışıyoruz ki, ne kadar duygusal adamlar olduğumuzu söylemeye yüzümüz olsun. Sunay Akın bile anlatsa yine ilgi çekici bir şekilde dinlemezsin moruk, öyle bir hikaye bu o yüzden okuma boşuna bence. Ama hala buradaysan anlatayım ben sana. Çünkü o günlerde yaptığımız her şey ilgi çekiciydi. E bu ilgi denen meretin bir yere çekilmesi gerekiyordu. Sonuçta medcezirdi yaşadığımız hayat. Gitli ve gelliydi. İlgi bazen bize geliyor, ne kadar sözümüz varsa kendimize, neler yaşadıysak geçmişte, o yalnız gecelerde hangi duvara baktıysak elimizdeki sigara parmak uçlarımızı yakana dek, sahildeki ayak izleri gibi silerdi. Gittiğinde bize yine bir boş sahil. Doldururduk gene ayak izlerimizle üşenmeden. Gezinir dururduk sahipsiz köpekler gibi. Gün gelir, kendi kumlarımızda kaybolurduk, bazı bazı oturur bi' üçlü sarar dalgaların diğer kayalara, taşlara ne de güzel çarptığını izler dururduk. O günde öyle bir gündü. Hepimizin dermanı bulunmaya tövbe etmiş dertleri vardı. Biri çıkıp bugün atım kayboldu dese, sualsizce içerdik atına. Taş bir masamız vardı, tamam mı? Bu masa da ne yaşadıysan, yaşamak istediysen, hayatının yedigenini o çizmiş gibi davranırdın. Ailen mi kardeş? Biraz özler, biraz lanet ederdin öyle aileye. Onlar televizyonlarının karşısında çay içerken, sen devinimlerinle yakınırdı. Kız arkadaş mı kardeş? Tüm insanlık unuturdu sevmeyi. Nobel barış ödülüne layık sevdin sen çünkü. O telefonunda ne denli yalnız bir insan olduğunu kabullenmemek adına ona gelen mesajları okurken, sen iki gün önce ona deseler sözde kanının son damlasına kadar kavga edeceğin lafları, umarsızca, salya ve bira eşliğinde kusuyordun masaya. Sözde dediğime bakma, kavga etmeyeceğinden değil. Edersin çünkü, en boktan sebepler için kırarsın burnunu bir fırsat verseler. Fakat senin kanının bir son damlası yok. Kansızsın zaten sen. Ne bir değerin, ne bir hissiyatın var. İnsanlara sarıldığında canı sıkılan birisin. Bilmiyorsun ki asıl can sıkıcı şey kendin. Kabullenmiyorsun işte bir türlü. Bu yüzden ne varsa hayatın senin karşına çıkardığı, hepsi pek bir can sıkıcı geliyor. Oysa sordun bunun cevabını alabilmek için. Sordun. Benim neyim eksik dedin. Onlar benim sahip olduğum şeylerden bu kadar keyif alıyorken ben neden yapamıyorum? Çünkü sen yapamıyorsun. Öyle şeylerin seni artık etkilemediğinden falan değil. Sen seninle yapamıyorsun. Kadınlara git derken, giderken beni de götür diyemiyorsun. Çünkü seni kimse götüremez. Çocukken parka bile götürülmeyen bir çocuktun sen, hem seni kim nereye götürsün? Bir tek sen götürürsün. Alır insanları o kurguvari hikayelerinin gerçek olduğu diyarlara, entelektüel görünmen için dizayn edilmiş evlere, kime ait olduğu unutulmuşsa bile sırf güzel durduğu için oraya konulan şişelerin önüne. Bu senin fanusun. Nefes al içinde. Arada camlarına vur kendini. Biraz etrafında dön, Yorulunca olduğun yerde dönüp durmaktan de ki ben çok şey yaşadım, çok yol gittim, dağları çölleri aştım. Yoksa yorulmazdım. Hayat bana ağır geliyor. Dinlen biraz. Topla gücünü akıttığın gözyaşlarından. Kalk ayağa, başla tekrar dönmeye. Yorulana kadar. Başın dünyadan hızlı dönene kadar. Çünkü o dönmeyecek. Bari bir şeyler olsun hayatında senin için dönüp duran. Kırk dört kilometre, altı saat yaya yürüyerek gidebileceğin yerlerdeki insanların seni ne denli umursadığını düşün. Sabah yalnız uyanacağını bile bile, geceleri onlara sarılmadan uyuma. Çünkü bir tek kendi şizofrenik sancılarına sarıldığında sıkılmıyor canın. Bıkmıyorsun bir türlü. Ne kadar derdin varsa, sıkı sıkı geçirmişsin parmaklarını. İzin vermiyorsun ki uçup gitsinler. Onlarda uçup giderse ne yapacağını bilmiyorsun. Salmışsın uçurtmayı havaya, diyorsun bak ne güzel uçuyor. İpini de urgandan yapmış, dolamışsın boynuna. Hem izin vermiyorsun ki özgürce kapılsın rüzgara, hemde eğer giderse, beni de alıp gitsin diye ne kadar ellerinden kayıp gidecek şey varsa urgana bağlayıp, boynuna dolamışsın sende olan uçlarını.
Neyse, ne diyordum ben?
Ha işte, öyle bir masaydı bu. Hepimiz birbirimizin ne bok olduğunu, kendimizde o bokun farklı bir renk tonuna bürünmüş hali olduğunu biliyor, ama sesimizi çıkartmıyorduk. Biz bir bağırsak, kör olacaktı yedi milyar insan, sağır olacaktı Tanrı, kopacaktı film. Yani en azından bizim için böyleydi. O yüzden bağırmak yerine bir sigara daha yakıp, dün gece kiminle nerede olduğumuzu hatırlamaya çalışıyorduk. Boşluklar vardı geçmişimizde. Unuttuğumuz anlar. Çoğu zaman kimyasallardan, çoğu zaman o anları yaşayacak insanlar olmadığımızdan, beyni boşa takıp, zamanın süzülmesini beklerdik. Ki doldurabilelim buraları. İstediğimiz şeylerle. Sen ne yaptın iki-üç sene diye sorduklarında, verecek etkileyici bir cevabımız olsun. İnsanlar hiçlikten korkuyor, piçliği çekici buluyordu o sıralarda çünkü. Bizde tek bir harf oyunuyla ilgiliyi üzerimizde toplamayı başarıyorduk. ''Ya o da bir şey mi?'' diye başladığımız hikayelerle, tüm ailesini idam taburuna kaybetmiş suriyeli bir çocukla acı yarıştıracak haldeydik. Pablo Escobar gelse, biz daha çok uyuşturucu kaçırmıştık annemizin yazları dolaba kaldırdığı için buruş buruş kalmış deri ceketlerimizin ufak iç ceplerinde. Saygı duyduğumuz bir takım insan topluluğu vardı. Bunların yüzdesel açıdan büyük bir kısmını intihar etmiş, babası tarafından tecavüze uğramış, uyuşturucudan ölmüş sanatçılar oluşturuyordu. Onları da saygıyla anarken, küfür etmekten çekinmiyorduk. Çekingen kişilik tipinin ağzında ıslak bir süngerle elektrikli sandalyede beklediği zamanlardı. Çekindiğimiz pek bir şey yoktu uzun lafın kısası. Yapmaktan korktuğumuz bir eylem, yazmaya tereddüt ettiğimiz her şeyi bağırıyorduk zaten. Sokaklar, ve o sokaklara bakan evler boştu ama biz yine de bağırıyorduk. Kimse duymasa da evvel zaman önce küstüğümüz Tanrı dinliyordu ya, o bize yeterdi.
Ulan bak bir türlü konuya gelemiyorum. Konu basit aslında. Oturduk, sohbet ettik, buraya yazacak kadar beni etkileyen bir şey olmuştu. Şimdi tam hatırlayamıyorum ama olmuştu işte. Sonra kalkıp gittikten sonra, ve bir sonraki birkaç oturup kalkmamızda bunu konuşmuştuk. O denli duygusalda bir olaydı ama, gelmiyor işte kafama. Kafam demişken, iyice açıldım ben. Bırakayım artık yazmayı da biraz bunaltıcı şarkılar eşliğinde, gündüzleri umrumda bile olmayan dertlerimi düşüneyim. Alkol pahalı, tekellerde kapandı. Hava da soğuk zaten. Kim uğraşacak bir şişe daha alıp gelmeyle?

---------------------------------------------------------------------------------------------------


29 Ağustos 2016 Pazartesi

İhtiras


Asla ama asla bitmeyecek tek yazımdır bu. Nevermore demiş ya Poe, öyle işte. Bir kuzgun yok elbet penceremizde, gelecekten ışıklar sunsun evimize. Ama biliyoruz bir şeyleri işte. Bazen, bazı şeylerin olmayacağını hisseder ya insan, yakar canını tuttuğu köşeden gol yemek. Öyle oluyor her seferinde işte.

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Historia Doble


Kaldırımda dikilmiş, elleri belinde izliyordu etrafı derin derin. Diyecek bir sözü var mıydı? Yoksa tüm kelimeler anlamını mı yitirmişti onun için artık?

Bu sabah yine aynı güne uyandım. Öğlen iki. Telefonumda dört cevapsız arama daha. Üç farklı kişiden beş mesaj daha. Yedi bildirim. Dolu muyum? Kime göre neye göre? Şimdi söyleyin bana, ekranı dolmuş bir telefonla uyandığınızda mı kalabalıksınız yoksa yatağın yine en yalnız yerinde ayıldığınızda mı daha yalnızsınız?

Hafifçe eğdi başını öne. Elini soğuktan çatlamış dudaklarına doğru götürüp, ağzını kapattı. Biraz eğildi bacaklarıyla. Karadeniz de gemisi batmıştan çok pasifikte uçağı düşmüş gibiydi. Aldatılmış mıydı? Yoksa kandırılmış? Ona verilen tüm sözler, o yerine getirmesine rağmen yerine getirilmemiş, dünya hiçbir karşılık vermeden tüm nefesini alıp kaçmış gibiydi. Yakalamayacağını bildiği halde geyiklerin peşinden koşmuş, uçurumun kenarına gelince geyikler kanatlanmış o ise yere çakılmış gibiydi hali biraz. Bilirsin ya, son papazıda düşmüş misali.

Yüzünüzü yıkadıktan sonra aynaya nasıl bakıyorsunuz? Baktığınız da neler görüyorsunuz? Gördüğünüz kişi, olduğunuz kişi mi? Olduğunuz kişi kim? Yalnız mı o da sizin gibi? Tabi, siz yalnızlığınızı aldığınız ruhsal iltifatlarla, kapı numarasını bilmediğiniz dostlarınızla gizlerken, o geceleri her gece şişesinden ucuz şaraplarda boğuluyor. Tabi ya. Bugün hangisi olacaksınız peki?

Tüm sokak sustu. Hayat bir anda duruverdi. Bir ben vardım, bir de o. Hayatın onlara ne kadar adil olduğunu soruşturan birkaç serseri bir de.
''Yapabilirim.. Yapabilirim.''
Yanına gitmek, konuşmak istedim onunla. Belli bir şey olmasa da sadece konuşmak. Çünkü ihtiyacı varmış gibi duruyordu. Farklı konu başlıkları altında, kelimeleri ve nefes duruşları önceden seçilmiş konuşmalar, hitaplar yapmaktansa, yalvar yakarış konuşmaya ihtiyacı varmış gibiydi. Sol gözüm onu böyle görüyor fakat sağ gözüm yanına gidip bir şey söylersem önce bana bir müddet bakacağını, ardından çekip gideceğini söylüyordu. Bir yandan onun -belki de varolan- huzurunu bozmak istemiyor, onu görmenin verdiği duyguları kaybetmek istemiyordum. Bir yandan da şansımı denemek istiyordum.

Ayakkabılarım, saatim, cüzdanım, telefonum, sigara paketim, çakmağım. Ne çok eşyam varmış bu hayatta böyle, say say bitmedi. Kıyafetlerim, parfümüm, kitaplarım. Mesela dünyanın herhangi bir yerinde sırf ayakkabıları olduğu için hayata bağlanan bir insan var mıdır? Parfümü, sigarası olduğu için? Yada çakmağı bittiği için intihar eden bir adam. Demişlerdir ona da belki, dışarı da milyonlarca çakmak var, hepsi aynı şeye yarıyor sonuçta, hatta bak onun kadar güzel görüneni alırız sana. Daha iyisini, daha pahalısını hatta. Sıkma canını, üzülme, çakmak dediğin nedir ki diye. Acaba o da demiş midir, olay ne çakmakta, ne de sigaranın yanmasında. Olay ne zaman bir şeyi seçsem, diğerlerinin kalıp bir tek onun gitmesinde.

Dayanamadım. Gittim yamacına. Sigaramı cebimden çıkartıp diğer elimle çakmağımı aradım. Hayır, tabiki de ona çakmağı olup olmadığını sormadım. Çünkü kendi çıkardı. O da farketmiş olmalıydı. Tüm sokağın sustuğunu, hayatın durduğunu. Bir benim bir de onun kaldığını.Hayatın onlara ne kadar adil olduğunu soruşturan birkaç serseri sızmıştı çünkü.

Seri adımlarla indim merdivenden, çıktım apartmandan. Sokaklar insan doluydu. Gündüz vakti. Bir yere gidenler, dolaşanlar, fikirlerini birbiriyle paylaşırken gezinmek isteyenler. Belki de birilerini arayanlar, birilerinden kaçanlar. Ben hangisiydim peki? Hepsi belki de. Henüz gün doğmamışken tek başıma kıvranırken yatakta görmek istediğim, görmeyi özlediğim insanları görmemek için, onlarla karşılaşıp samimiyetsiz görmezden gelmelerine rastlamamak için kaçınıyordum. Garip değil mi? Yakıp yıkma planları kurduğumuz avmlerin sırf kestirme diye içinden geçip gitmemiz.

''Yalancı yarın'' dedim, henüz yaktığı sigaramdan bir nefes çektikten sonra. Dudaklarımın arasından duman çıkarken devam ettim. ''Düne uyanık, yalancı yarınları yaşıyoruz. Ne vakit uyansam gece bir iki sularında, bir garip his oturuyor cigerlerimin biraz üstüne. Hiçbir sigara bastıramaz, hiçbir ilaç kesemezmiş gibi. İnsanoğlunun tıkış tepiş gittiği yarın trenlerine hep geç kalıyorum sanki.''
''Farklı kumsalların medcezir çizgileri'' dedi.
''Efendim?''
Telefonunu kaldırarak gösterdi, gözleri sokağın diğer ucuna bakıyordu.
''Öyle yazmış. Öyleymişiz. Denize kıyımız olsa bile farklı kumsallarmışız falan filan'' dedikten sonra hafifçe gülümsedi sesi ve dudakları.
Konuyla bir alakam olmadığı için sessiz kalmayı tercih ettim. Ama bu ufak gülümsemelerin ne denli kahkahalara, kahkahaların ne denli gözyaşına ve hıçkırığa döndüğünü biliyordum. Biraz önce bardağı taşıran ufak ve önemsiz bir damla olmuş olabilirdim.
''Farklı siyasi fraksiyonların telgraf telleriyiz dememiş en azından. Çünkü öyle olsaydı, anlaman zor olurdu. Soru işareti atardın, o da açıklamaz kalbini kıracak şeyler söylerdi. Yani. Bilemedim ki. Çünkü fraksiyo..''
''Merak etme ağlamayacağım'' diyip biraz daha sesli güldü.
''Emin misin? O yola doğru ilerliyoruz gibi ama..''
''Alışkınım, yani..'' Elinin tersiyle gözlerini sildi, hırlayarak gülmeye devam ediyordu. ''..yani..Oldu sonuçta daha önce de, yaşadım bunları, tıpkı aynı olayın doğru yolunu bulmak için sürekli geçmişe geri dönen adam gibi. Ama bir doğru yolu yok işte bunun. Kimisinde yere çöktüm komaya girdim ağlamaktan, kimisinde umursamadan devam ettim yoluma..''
Çakmağını elinde sallıyıp duruyordu. Bir anda sigarasının bitmiş olabileceğini düşündüm, o henüz cümlesinin yarısındayken paketimden çıkardığım sigarayı koydum dudağına.
''Sağol..'' dedi ağzında sigara varken ve yaktı sigarasını. ''İşte devam ettim kimi zamanda yoluma. Ama bir doğru yolu bulamadım. Her türlü yaşıyorsun bu ayrılık meretini. İnsanlar bile aynı olsa, zamanlar bile aynı kalsa, ya bak'' diyip gökyüzünü gösterdi.''Şu siktiğimin bulutu bile aynı yerinde, öylece kalsa, yine de yaşıyorsun her defasında. Sırf alıştın diye acısı azalmıyor yani. Acı yine aynı acı, sadece sen biliyorsun ne yapacağını. Paniğe kapılmaktansa usulca, sessizce çekiyorsun acını. Bilmem kaçıncı dövmeni yaptırmak gibi, anladın işte.''

Hayatın bu maratonluğunda en büyük zevkim yanımdan geçen insanların bakışlarına hikayeler yazmak olmuştu. Kim bu, nereye gidiyor. Zaten başka hayatlara olan merakımızdan yapmadık mı çoğu şeyi? Sınırları aştık, savaşlar çıkardık, sevgili olmak zorunda kaldık belki de. Televizyon programları, biyografi kitapları, sosyal medya takipleri. Ne kadar uzun zamandır konuşuyorum kendimle? Oldu baya. Telefonuma bakıyorum biraz da. Bir sevgilim var. Anlaşamıyoruz uzun zamandır. Önceleri her saniyesi hayatın onu dinlemek isterdim. Ezberlemek için kelimelerini, farklı, hoşuma giden, bazen tüylerimi diken diken eden duygulara büründürürdü beni. Tıpkı.. Tıpkı bir şarkı gibi. Dünyanın en güzel şarkısını bulduğumu düşünürdüm. Defalarca dinlerdim. Yolculuklarda, gecelerde, bir şeyler yaparken. Her yaptığım harekete anlam katıyor, kendimi ona göre şekillendiriyordum. Fakat son zamanlarda. Sıkılmaya başlamıştım, aynı bas gitarı, aynı vokali dinlemekten belki de. İşin garip yanı bu grubun tek şarkısı buydu. Tıpkı her insanın tek olduğu gibi. Evet biraz önce bir çakmak örneğim vardı ama makro düşünmeyin dediklerimi. Belki de biraz başka şeyler dinlemek istiyorumdur. Hemen yargılamayın beni.

Yürüdük biraz. Yorulunca bir parka oturduk. Tanışma molası dahi vermeden devam ediyordu konuşmamız. Birbirimizin cümlelerini tamamlıyorduk. Uzun saçlarının rüzgarda dağılışını izliyordum o konuşurken belli etmeden. Bu park, bu sokak. Hiçbirini izlememiştim daha önce bu şekilde. Susuyorduk ara sıra etrafımızla gerçekliğimizi koparmamamız için. Belki de gece ikimizden birinin evine gitmemek için. Susuşlarımız ve birbirimize attığımız gülüşler arttığında, kalkma kararı aldık. Numarasını bir kağıt parçasına yazıp verdi. Şarjımın olmadığını ben bile unutmuştum. Kanatlanıp gitmek istedim bir sonraki güne. Ona o mesajı atmayı düşünmek o kadar cazip geliyordu ki. Bir an önce ayrılmak istiyordum ondan ve bu sonu yaklaşan geceden. Ki bir sonraki buluşmamız daha hızlı gelsin. Yeniden göreyim onu. Gözlerimin önünde olmasına rağmen özlemeye başlamıştım bile sohbetini.

Aniden sevgili olan insanlar, neden bu kadar düşünürler ki ayrılık mesajlarını? Sanırım insanın kendi cenaze merasimini planlaması gibi bir şey bu da. Kimler gelecek, kimler ağlayacak? Hepsine olan merakı. Tamam bununla bir alakası olmayadabilir ama ben ayrılıkları becerebilen biri sayılmam pek. Aslında ben ayrılık öncesini de becerebilen biri değilim. Becerdiğim şeyler çok kısıtlı olabilir evet. Bilgisayarımı açıyorum, gün batmış çoktan. Perdelerimi çekiyorum, odamın ışığını açmak için uzanıyorum yan duvara. Biraz kafa dağıtıcı egzersizden sonra, telefonumu alıyorum ve yazmaya başlıyorum. Mms sınırına gelmeden sıyırmam lazım. Evet. Evet. Sonuna da etkili birşeyler. Hmm, şu nasıl olur?
''Farklı kumsalların medcezir çizgileriyiz seninle.''

Nazikçe reddediyor onu evine bırakma teklifimi. Sarılmak için yaklaşsak da bunun doğru olmayacağını ikimizde biliyoruz. Hafifçe el sallayıp, başımızla selam veriyoruz. Arkama dönüyorum, hızlanıyor adımlarım. Dudaklarımda bir gülümseme, ne düşüneceğime henüz karar vermemişcesine yürüyorum. Eve gidip, uyanmak, o doğru saati beklemek için sabırsızlanıyorum. ''Belki de. Belki de doğru saat yoktur. Direkt mesaj atmalıyım, bu geceyi yalnız başına geçirmesini istemem.'' tarzında düşüncelerimle birlikte evime varıyorum. Perdelerimi kapatıyor, ışıklarımı açıyorum. Üstümden kıyafetlerimi bir çırpıda çıkarıyor, telefonum şarj olurken vakitin hızlı geçmesi için bilgisayarı açıyorum. Bir kaç dakika sonra dayanamayıp priz yanına yere çöküp, açıyorum telefonu. Verdiği numarayı tuşluyorum, kaydediyorum. Ne demeli? Belki de aptalca bir espri ''Nerelerdesin, ses seda çıkmıyor, o kadar zaman oldu görüşmeyeli?'' Saçmalama. Daha düzgün, endişeli, sahipleniyormuş, merak ediyormuş gibi. ''Vardın mı evine?'' Yok hayır. Eğer doğru zaman yoksa, doğru mesajda yoktur. Bir tek doğru olan gerçekliktir. O halde, neden bu yaldızlı yalanlar?
''Dayanabileceğimi sanmıyorum. Bu geceyi seninle konuşarak bitiremezsem, gözüme uyku girmez. Kusura bakma.''

26 Haziran 2016 Pazar

Çok uzun bir hikayenin ortası


-Peki bu iz? Bu hangi hikayeye ait?

Dedi ve gülümsedi, elinde yarıya gelmiş birasını sallıyor ve gülümsüyordu. Hoş bir akşamın geceye bağlandığı saatlerdi. Kafalar hafiften çakırkeyf olsa da gözler hala dinçti.
Gülümsedi adam, uzun parmaklarını yarasında dolandırdı. Bunu anlatmasam dedi, sanırım daha iyi. Bazı şeyler geçmişte kaldıkça daha güzel. Tıpkı ölü insanların mezarlara ait olduğu gibi aslında. Yolun ortasında onlarca cesetin arasında gezersen, rahatsız olursun, kaldıramaz, çöker ağlarsın. Geceleri bunu gördüğün için uyuyamaz, yemek yiyemezsin. Ne zaman başka bir şey düşünmeye çalışsan aklına gelir, durduk yere bulandırır mideni, kokusunu hatırladıkça başına ağrılar girer. Ama mezarlıkta, gezinirken onca gömülü cesetin arasında, bir huzur gelir içine. O sessizlik ve ulu ağaçların verdiği oksijenden değildir tabiki de bu. Her şeyin orada ait olduğu yerde olmasındandır. Sen üstünde, onlar altında toprağın. Mezarlığa gittikten sonra unutursun her şeyi. Çünkü sadece bilirsin o cesetlerin orada bir yerde olduğunu, çıplak gözlerle görmezsin. Anılar da böyledir. Eğer konuşursan görürsün her defasında. Ne kadar çok kişiye anlatırsan, o kadar kaplar içindeki sokakları cesetler. Seni de çekmeye çalışırlar o toprağın altına, o aslında aylar, seneler önce bıraktığın geçmişe. Gelecekten umudu olmayan insanlar kapılır gider de bu geçmiş seline. Her gece düşlerini yaşadıkları süsler, boğazını söylenmiş sözler düğümler.

-Devam ediyor musunuz?
Garson, biraların bittiğini görüp, hemen atılıvermişti masaya doğru. Elindeki boş biraları sallıyor, görevini yerine getiriyordu. Adam kızamadı sözünün kesilmesine. Sonuçta o genç, sakalları henüz çıkmaya başlamış çocuk için ne anlamı vardı bu sözlerin? O daha yaşayacaktı, inanabilmek, hak vermek için bu konuşulanlara. Tabi ki de tel tel gözyaşı olarak kusmayacaktı tüm iç organlarını sırf bir hödüğün lafına hak verebilmek için. Ama hak verdiği zaman, iyi ki de yaşamışım be diyebilmek için yaşayacaktı her birini. Neyse, hikayemize devam edelim. Adam eli havada kalmış olarak durdu, kadının gözlerine baktı. Başını hafifçe öne eğerek garsonun sorusunu bu işaretle tekrar sordu. Kadın evet, ediyoruz dedi. Garson boş şişeleri alıp gitti, ve adamımız konuşmasına devam etti.

O yüzden sadece yaşandığını bilmek, yetiyor bazen. Ve yaşanmışlık hissinin verdiği huzuru kabullenebilmek. Tıpkı bir gün bizimde bu bastığımız toprağın altına uğurlanacağımızı kabullenmek gibi. Bir gün bizde birileri için asla anılmayacak birer anıdan ibaret kalacağız. Belki unuttukları, belki hatırlamak istemedikleri. Ve bu böyle dönüp gidecek hayat devam ettikçe.

-Neden peki? Bu kısır döngü.

Adam düzeltti oturuşunu, kendini geriye doğru ittirip dikleşti. Paketinden bir sigara çıkartıp, yaktı.

İkimizde, hayatımızda oldukça fazla insana kaptırdık gönlümüzü. Birden çok isme, sevgi dolu sıfatlar koyduk, yüzleri,gözleri mutlu etti bizi. Bağlandık, koptuk, iğrendik, aşık olduk. Hatırladıkça bir kadeh daha kaldırdık. Bazen hatırladığımıza lanet ettik. O kadar çok insan oldu ki, duygularımız yetmedi yeri geldiğinde. O kadar çok insan ki, kendimizi tanıtma kısmını atlayıvermek istedik. Kendi hikayemizi bir başkasına anlatmak, o sözleri, o cümleleri farklı yüzlere söylemek bir anlam vermemeye başladı. Taa ki, o biri çıkana kadar. Hep oldu o biri. Belki de binlerce kez kurduğumuz cümleleri tekrar kurduran o biri.

Biralar geldi, buzlu arjantin bardaklarda. Kül tablası değiştirildi. Adam etrafta başka biri olduğunda konuşmasını hemen kesiveriyordu. Konuşma esnasında göz temasına, el hareketlerine oldukça fazla yer veriyordu. Sanki cümleleri hazırmış, bir kitabı okuyormuş gibi hiç ara vermeden anlatıyordu bu düşüncevari hikayeyi. Garson tekrar gitti, adam bu sefer devam etmedi.

-Donup kaldın bir an, bir şey mi oldu?

Pardon kendi kendime konuşuyordum. Kendimle epey bir yakın sayılırım. Neyse ne diyorduk, ah o binlerce kez kurduğumuz cümleler...

-----------------------------------------------------------------------------
-Çok şey istemiyoruz aslında.
--Ben hiç istemedim zaten, onlar istediler.
-Biz hep onlarla olduk, onlarla olmamalıydık belki de.
--Tecelli değil, kader. Maruz kalmak değil, seçmekti bize yakışan.
-Peki bu bir seçim değil miydi?
--...
-Peki kelimesi bana çok masum ve şefkat dolu geliyor. Sanki bazen ona sarılıp uyusam, her şey geçecekmiş gibi.
--Peki..
------------------------------------------------------------------------

Seneyi tam çıkartamıyorum şu anda ama.. Sigarasından bir duman çekti, yutkundu. O zamanlar en deli çağımızı yaşıyoruz. Deri ceketler, bira ve kadınlar. Her gün bir kaldırım taşına daha yazıyoruz adımızı. Nirvana dinliyoruz, yaşlı insanlara kötü sözcükler kullanıyoruz, kimse bizi farketmiyor diye ağlıyoruz yeri gelince de. Sertiz anladın mı? Kafamızca. Bir duman daha çekti sigaradan, biraz öksürdü. Bu ciğerler hep o vakitlerde çürüdü. Neyse, biz onunla bu vakitlerde tanıştık. Odada grunge ve ot kokusu buram buram. Yalanım varsa nimete kör bakayım, bir metre ötedeki sandalyeyi doğru düzgün göremiyorum, nasıl olduysa onu gördüm. Ne kullandıysa artık kevaşe gözleri far görmüş tavşanın ki gibiydi. Açmış sonuna kadar bakıyordu etrafına. Boynuna da sülük gibi bir herif yapışmış, kızı itmeye çalışıyordu kollarıyla koltuğa. Önümde şişe falan var, etrafımda bizim çocuklar. Kadirlerin evindeyiz, annesi babası tatilde, mobilyalar falan gıcır. Çocuk göt korkusuna üstüne yorgan sermiş, yakarız, birşey dökeriz diye. Ben bu manzarayı gördüm, parmak uçlarımı hissedemiyorum, ama o kızı, tıpkı sisin içinden görmem gibi, cız diye hissediverdim içimde. Bana bakıyordu ama beni görüyor muydu emin değildim. Böyle biz birkaç dakika bakıştık. Herkes tabi ben tribe girdim sanıyor, takılıyorlar. Anasını avradını, gözlerimi ayıramadım. Çok sinirlendim, hem ona, hem yanındaki herife. Bir tokat patlatasım geldi ikisine birden ama tuttum kendimi. Derken kız yeter ulan az çekil dedi elemana bir tokat koydu, eleman koltuktan düştü, kimse farketmedi tabi. Eleman tam eline bir şarap şişesi aldı, noluyor lan diye kalkıp, aklınca kıza vuracak. Bir atlamışım ortadaki masanın üstünden, adam yerden daha kalkmadan bitiverdim orada. Bir yumruk çocuğa, elimin tersiyle bir tokatta kıza. Ne arıyorsun lan sen burada diye bağırdım. Yok diye bağırdı bana, yok amınakoyım, hiçbir şey hissedemiyorum dedi. Bu yüzden burdayım. Dilinde, kaşında piercingler, uçarı saç rengi, morarmış kolları, siyah ojeleri. Ulan çıkmadı aklımdan hala. Neyse, bir tokat koydu bana ben onun makyajı akmış gözlerine bakarken, kendimi elemanın yanında buldum. Hepiniz aynısınız, hepinizden iğreniyorum diye bağırarak çıktı odadan. Ben kendime geldiğimde, çıkıyordu henüz daha doğrusu. Açtım gözlerimi, kalktım ayağa, geçerken çocuğun suratına bir tekme çıkardım, o tekrardan düştü. Kalkamamıştır o gece bir daha. Tabi benim umrumda mı, koşturdum kızın peşinden, mutfağa kaçmış. tam dedim tutayım kolundan, bir bıçak savurdu arkasına dönerken. Eğer o tokatı atmasaydı, biraz ayılmasaydım, şu an çenemin altındaki iz olmayacaktı. Hemen kafayı çektim geri, bıçağın ucu biraz kanlandı. Elimle tuttum çenemi. Baktım o kan benim kanım. Napıyorsun lan sen dedim. Siktir git, çekil, sokarım bu bıçağı sana dedi. Gözümü bile kırpmam. Korktum lan. O gün, harbiden korktum. Onca adam bıçak çekmişti bana, hiçbirinin gözlerinde bu nefret yoktu. Bu kadar sağlam nedenleri yoktu. Bu kızdaki kadar. Ben sadece tanışmak istiyorum, seni buradan çıkarıp, bir yerlere götürüp, hikayelerini dinlemek dedim. Ne hikayesi lan diye bağırdı suratıma bıçağı bana doğru tutarken, hepiniz aynı tepkileri veriyor, aynı şekilde beni yatağa atmaya çalışırcasına etkilendiğinizi söylüyorsunuz. Hiçbirinizin umrunda değil. Seni de biliyorum, kim olduğunu, neler yaptığını kadınlara. Alçak herifin tekisin, kullanıp, bir şeyler yaşayıp bununla övünürcesine anlatıyorsun. Kan emen iğrenç bir sivrisinekten ibaretsin. Akbabasın lan, kadınların kalbi kırıldığı anda çıkıveriyorsun ortaya. Bu keşlerden, aşklarını çay kaşığında kaynatan aşağılık bir herifsin. Dön arkanı, ve bir daha asla ama asla karşıma çıkma, bana bu geceyi hatırlatma. Diyemedim lan bir şey, harbiden döndüm arkamı. Çıktım. Ne bir laf, ne ikna etmek için bir şey. Çünkü haklıydı. Kelimesine kelimesine haklıydı. Çıktım dışarı evden. Sadece evden değil, o hayattan. Öyle biri olmaktan çıktım. Evime girdim, kafamı önce duvara, sonra üç numaraya vurdum. Duşa girdim. Arındırdım kendimi. Öyle sandım, sandığım için oldu da. Üç ay boyunca. Üç ay çıkmadım evden. Çıldırdım, delirdim. Bir nefes için, bir şırınga için, bir daha o kadının gözlerine bakabilmek için. Tüm arkadaşlarımı kaybettim, neyim varsa, kim beni nasıl tanıyorsa, önce nefret etti, midesi bulandı sonra unuttu. Bir yıl, dört ay sonra, kafelerden birine denize karşı biramı yudumlarken aheste aheste. O gözleri gördüm. Apaçık. Ne bir sis, ne de boynuna yapışmış bir adam. Elinde bir tepsi, etrafa gülücükler saçıyor. Saçlarını siyaha boyamış, piercingleri çıkarmış, dövmelerini sildirmiş. Hayatımda ilk defa mutlu oldum lan. Hiçbir uyuşturucunun, uçucu kaçıcı maddenin vermediği mutluluğu kalbimde hissettim. Saklandım masanın altına, kıs kıs gülüyordum. Bir nisan şakası için öğretmeninden saklanan üçüncü sınıf öğrencisiydim artık. Neyse o gitti, bende kalktım gittim mekandan. Hiç bilmediği, hiç görmediği biriydim, ama onundum ben. Hayatım onundu. Ve ona bunu borçluydum. Onun için, ondan vazgeçebilirdim. Hayalini kurduğum kadından. Hayalini hiç kurmadığım bir hayat için. Vardı ya bir çocuk mark mıydı neydi, Tanrı görmeyecekse iyilik yapmanın ne anlamı var derdi. Bu anlamı vardı işte, masanın altına saklanıp, kıs kıs gülmek bile yeterdi. Tanrının görmesine gerek yoktu. Hatta kimsenin görmesine gerek yoktu. İçinden gelmesi yetiyordu işte, ne kadar bazen parçalasa da içini.

-------------------------------------------------------------------------

                                                                                                                      Mira'ya.
                                                                                                                                   Sonsuzluğa.

                                                                                 

27 Nisan 2016 Çarşamba

Ölüm bizi ayırana dek

''The darkness enfolds, the shadows shroud; Yet only your heart is what cries aloud. From this forest, like a bleating foal, The trees will see one more phantom soul. Though a shroud you may now don, Your sad ghost must still carry on.''

Ufak titreşimler hissediyorum. Arılar varmış gibi kalbimin içinde. Sabahın ayazı vurmuş evimin duvarlarına, bense sıcacık bir battaniyenin altında uyanmaya çalışıyormuşum gibi. Alışkınım bu hisse. Yedi kere daha geldi başıma. İlki 11 yaşındaydı. Yan koltukta annem kitap okurken uyuyakalmış, bense o vakitlerde adını bile hatırlamadığım devlet onaylı bir kitabın sayfalarına daireler çiziyordum. Bir elimde kalem, bir elimde pergel. Bir an. Bir an o kadar sıkılmıştım ki, gitmek istedim. Kaçmak, uzaklaşmak. Fakat çaresiz ve de güçsüz görüyordum kendimi demir kapıları kırıp çıkmak, sokağın karanlığıyla ve insanların sapsarı dişleri, kan kırmızı gözleriyle savaşmaya. Bir tavşan deliği gerekiyordu bana. Belki saklandığım masanın altında, belki odamın çimen yeşili duvarında. Belki.. Belki kolumda. 11 yaşındaydım, elimdeki pergelle bir tavşan deliği açtığımda koluma. Sığamadım sandım başta. Bembeyaz duvarlar, bembeyaz insanlar vardı gözlerimi açtığımda baş ucumda. Geldim mi dedim, uyandı dediler. Koştu sarıldı kim varsa boynuma. Geldim dedim. Burası kolumun, damarlarımın içi olmalı. Rüyalarımdaki sevgiler, ilgiler yağıyordu üzerime. Sonra. Sonra tekrardan döndüm o alçak, çimen yeşili duvarlara. Hayır diye haykırdım, hani gitmiştim, giden geri döner mi diye bağırdım..Oysa duymadı kimse. Bir ben, bir de babamın malzeme çantasından düşürdüğü paslanmış pense. Tekrar dedim, demirden dikişleri sökmek istedim bir bir demir penseyle. Açıldı çimenden mahsenimin kapısı, babam girdi içeri. Dedi ki pense burada mı, düşürmüşüm galiba sökerken çivilerinden tahtayı. Söylemezdim hiç yalan, al dedim, titriyordu ellerim, uzattım yine de.

 İkincisini kovaladı üçüncüsü. Hiç durmadan devam ediyordu kaçışlarım. Penceremden atlıyor, koşturuyordum denizlere, gözlerimi kumsalda açıyor, yürüyordum başım öne eğik eve. Uzanırdım yatağımda sessizce, kurardım planlarımı bir bir keyfimce. En büyük neşe kaynağım olmuştu intihar planlarım uykusuz ve karanlık gecelerimde.
 Hatırlamasam da şimdilerde, beşinci, altıncı, yedinci. Hiçbiri kaçıramadı beni bu dipsiz ve derin çukurdan. Birileri sürekli çekip kurtarıyordu beni, huzurlu mezarımdan. İlk başta ilgi çekmeye çalıştığımı düşünmeyenler, üstüme geliyordu her gün. Sanki her yerde karşıma çıkıyordu, kaçış yok gibiydi psikologlardan, doktorlardan ve de umursuyormuş gibi yapan o sahte suratlı kadınlardan. Yaşam dolu gözleri bulandırıyordu midemi, göremiyorlardı içimdeki çukurun dibini. Ellerimden tutup oturuyorlardı uçurumun kenarına, ne zaman ileri doğru itsem kendimi, yakamda bitiveriyordu elleri.
 Sevgi diyordum, aşk diyordum, izin vermeyecekse mutluluğa, ne anlamı kalır ki hissetmenin bu köhne boşlukta?
 Sarılmak varken içindeki her organa, ne gerek vardı ki yaldızlı yalanlarla süslenmiş tenlere dokunmaya?
 Tutmak varken aşkının kalbini avuçlarında, ne lüzmu vardı başını binbir parfümle kapatılmış ter kokusunun içine basmaya?

''I will rip off my wings, and grow my own,
Why waste my energy and time trying to fly up,
When I can just glide down?''

Fakat hiçbir anlamı yoktu artık bunların. Başarmıştım sonunda. Yerçekiminin eskittiği bedenim orada uzanıyordu. Bense ayağa kalmış, bakıyordum beni uyandırmaya çalışan doktorlara. Gülümsüyordum bir yandan çabalarına, korku duyuyordum bir yandan da başarma olasılıklarına. Dikilirken öylece orada, bir siluet belirdi koşuşturup duran hemşirenin arkasında. Üzerinde uzun, siyah bir cübbe, eski, pek tozlanmış bir kitap elinde. Bakıyordu bana, gözleri yoktu. Bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, fakat dudakları da yoktu. Bembeyaz boş bir surat, sivri mi sivri. Bir şeyler dememi bekliyor gibiydi aynı zamanda. Beni gece yarısı bir çıkmaz sokağa sıkıştıran birkaç kırma sokak köpeğiyle karşılaşmış gibi sallanıyordu, kasılıyordu bacaklarım. Çöktüm arkamdaki tabureye, elimle dokundum arıların uçtuğu kalbime.

 ''Geldim mi?'' dedim sessizce, eğikti başım öne. Sanmıyordum bir daha bakabileceğimi, beni izleyen gözsüzlüğüne. Bir hareketlenme sezdim tam önümde. Kaldırdım başımı, baktım hafifçe. Salladı o da başını, bir anda upuzun saçları oluverdi. Simsiyah, dümdüz saçlar. Parıl parıl parlıyordu odanın ucuz florasan ışığında. Ovaladı göz yuvalarını, damarları parmak uçlarına kadar belli olan kar beyazı elleriyle. Odamın çimeninden gözleri göründü, kırptı birkaç kere. Kirpikleri battı sanki o an, arıların bir türlü ulaşamadığı yere. Dudakları yeni vişne yemiş bir kız çocuğunun dudakları gibi kankırmızı, burnuysa öyle bir biçimdeki sanki bir mezar taşı. Ben izlerken tüm bu olanı, doğrulmuş boynum, göz göze getirmiş beni habercimle.
 ''Yok'' dedi. Pürüzsüz sesinde ki alaycılık kimya dersinde öğretilen yağın suyun üzerinde yüzmesi gibiydi.''Bak görmüyor musun? Hala uğraşıyorlar, tırnaklarını saplamış, tutuyorsun sende yaşama, hayata.'' Gülümsedi, yürüdü sonra. Geldi oturdu yanımdaki masanın kenarına. Gözlerini benimkilerden söküp fırlattı bedenimle uğraşan doktorlara. ''Senelerdir anlamadım, neden istemiyorlar kabullenmek, neden dayanıyorlar onca yoksulluğa, açlığa, savaşa.''
 Ellerime bakıyordum bense, hangi tırnaklar onlar tutunan hayata? Söyleyin, gösterin, kırayım gözümü bile kırpmadan bir anda. Dediklerini duydum sonra, bir tebessüm kondu dudaklarıma.
 ''Bunlar'' dedim. ''Bunlar benim defterime yazdığım sözler. Nereden biliyorsun bunları?''
Beklemedi cevaplamak için bir saniye. Eğdi başını yana, bana doğru. ''Ben senin ölümünüm Afgan. Seninle birlikte yaşadım, yanında benden bir haber onca şey yaptın yaşadın. Hepsini gördüm, hepsini izledim. Uyurmuş gibi yapmanı, pencerenin altında ağlamanı, içtiğin hapları, seviştiğin kadınları ve kendine dokunduğun anları.''
 Bir anda düşününce, kızardı yanaklarım. Utandım. Yalnızken yaptığım delilikleri, duşta söylediğim şarkıları, yüksek sesli şarkılarda ettiğim dansları, yakın arkadaşlarımı düşünürken kendime dokunma anlarımı, başı boynuma gömülü kadınlar, adamlar ağlarken, ne denli gülmemek için kendimi zor tuttuğum zamanları ve dahasını.. Düşünüverdim hepsini bir anda. Konuştum ve de kendi ölümünden çekinen bir ses tonuyla.
 ''Biraz rahatsız edici düşünmek nelere tanıklık ettiğini. Tüm o anlarda, en derin yalnızlıklarımda bile bilmek yanımda olduğunu.''
''Gerçeği söylemek gerekirse'' dedi, çıplak ve kemikli ayaklarını sallandırıyordu masadan aşağı, ''İstemesem yapmazdım. Zorunda değildim. Ama farklıydın diğer ölümlülerimden, sanki..'' Sustu, kederli bir susuştu bu.  Ölmek için geceleri planlar yaptığımı beni seven gözlere söylemeye karar vermişken, bu susuş buzdağına çarpardım. Sonra eritirdi onlar, inatla son kelimemi tekrarlayarak.
''Sanki?''
Salladı başını, etrafına baktı biraz. Yalnız olduğumuzdan emin mi olmaya çalışıyordu? Belki de kendi içinde ikna olmaya uğraşıyordu. Dayanamadı sonunda her ne yapıyorsa, sol elini kaldırıp parmaklarına baktı ve söyledi;
''Sanki.. Ya anlasana işte, mermer kafa. Dostumdun, arkadaşımdın. Bilmiyorum belki daha ötesi. Düşüncelerimiz o kadar birdi ki..''
Derin bir nefes aldı ölümüm. Belki de benim hayatta almadığım kadar derin. O kadar derin ki nefes aldı ki perdeler, hatta perdelerin ardına gizlenen pencerelere çarpan dallar ürperdi.
''Korkusuzdun. Sonrasında ne olacağını merak etmiyordun, düşünmüyordun bile. Hatırlıyor musun o uçurumun kenarına gittiğimiz..'' duraksadı yine. Elini şöyle bir havaya kaldırdı salladı, hata yaptığını anlamış gibi, ''gittiğin günü. Nasıl da esiyordu rüzgarlar, itmeye çalışıyordu seni? Oysa yazdı ve yaprak bile kıpırtamıyordu koskoca adada?''
 Oydu. Bu denli istememi ölümümü. Çünkü o da beni istiyordu. Gerçekti, gördüğüm o siluet geceleri.
Yalnızken, yalnız hissetmektense, kalabalığın içinde yalnız hissetmem. Cevaplayamadığım onca sorunun cevabı karşımdaydı. Geceleri benimle beraber planlar kurardı, gündüzleri benimle birlikte o da dinlerdi aynı müziği, takardı kulaklığı. Birlikte atmıştık o halde en güzel kahkalarımızı, birlikte dökmüştük en acı gözyaşlarımızı. Sevdiği için bekledi yanımda, zorunda değildi diğerleri gibi. Ve gitmedi, çekip gitmedi. Bir daha yapmayacağıma dair içtiğim her yeminde, belki sinirlendi. Ama yine de terk etmedi beni. Başarısız olduğum her seferde, hayal kırıklıklarıyla doldu belki kalbi. Fakat inandı, bekledi beni. O benim bir türlü kavuşamadığım ilk aşkımdı.

''Come to my arms and let me seduce you.
Surrender your soul, and I will reduce you
To simple sensation and fleshly delight. 

So fly to my side and embrace the night.'
'


Konuştuk saatlerce, sanki görüşmemiş gibi asırlarca sene. Anlattı bana nasıl gördüğünü beni, hangi yönlerimi sevdiğini. Hayranlaştı bakışları kabullenişimi gördükçe onun gelişini. Biraz alay ettik anılarımla, gülüştük boylu boyuna uzanan bedenimin ve hala saatler geçmesine rağmen uğraşan doktorların yanında. İğrenir gibi bakıyordu onlara, düşmana duyulan saygıdan eser yoktu, hatta nefret vardı, alıp veremediklerini bir şey varmış gibi aralarında. Fakat biz konuşmaya, gülmeye, alay etmeye devam ediyorduk umarsızca. Huzurluydum, düşünmüyordum artık hiçbir şeyi, sorular soruyordum art arda. Ta ki o sorum gelene, yüzlerimizdeki tebessüm silinene kadar. Emindim cevaptan, biraz olsa düşünmeliymişim oysa sorarken.
''Peki, gelelim can alıcı soruya.''
Başıyla onayladı, bacaklarını kenardan atlatarak bana döndü, bağdaş kuruyordu üzerinde masanın. Gülüyordum bense bu duruma, ölümüm karşımda öyle bir davranıyordu ki sanırsın genç bir kız 90'lardan kalma.
''Şimdi ne olacak? Yani sonsuza kadar bu odada kalacak değiliz herhalde? Nereye götüreceksin beni, nereleri gezeceğiz? Aklımda şey var, mısıra hiç gitmedim mesela, hep merak etmişimdir piramitlerin içini, ya da..''
Sözümü kesildi, suratındaki tebessüm misali. Ağırlaştı oda, görünce ölümümü üzgün bu denli. Ciğerlerime doluverdi, tapılası yüzünün kederi. Saniyeler geçmek bilmedi, cevabı gelmeye yüz çevirdi sanki! Hadi diyordu atmayan kalbim, söylesene bir şeyler hadi! Ayırmayacaklar değil mi bizi? Varsa yakarım cenneti, dondurur çıplak ayaklarla gezerim cehennemi. Bulana kadar ta ki seni, durmam bu dünyada, yıkarım piramitleri, delerim everesti. Çünkü seviyorum seni, hep sevdiğim gibi.  Bağırıyordu gözlerim, fakat sessizlik odaya hakimdi. Okunuyordu suratından kederi.

''Buradan sonra..'' dedi. Olsaydı, koparacak gibiydi ses tellerini. ''Buradan sonra, sevgilim. Alıp götürecekler seni. Sadece bu araf, bu araf getirebilir bir araya bizi. Ölüm ve hayat arasında, ip ince bir çizgi. Aşağısı Azrail'in elleri, yukarısı Tanrı'ya olan inancın şefkatle atan yüreği. Fakat burası, sevgilim, burası son notası şarkıların, son nefesinden bir adım önce insanlığın, başladığı yer o anlatılan beyaz ışığın ve.. Ve her buluşma noktası her gelişi başka bir veda olan aşkımın.''

''Weak and restless, regret comes to play.
 Falter, watching her pain.

Helpless, i do not rest,
By her side, i wake in a sleepless dream.''

El ele tutuştuk, dokundu dudakları dudaklarıma. Elleri soğuk fakat bir o kadar şefkatliydi, sardı kolları kadife bedenimi. Ürkek hareketlerle sokuldu boynuma, yasladı kafasını. İzledik doktorları, birbirlerini ne denli kutlayışlarını. Atmaya başlayacaktı birazdan kalbim, biliyorduk. Başarmışlardı. Fısıldadı kulağıma, unutma her zaman yanındayım, yaşadığın her saniye, duyamadığın, göremediğin kadar yanında. Öptü ardından kafasını çevirip boynumdan. Konuştum bende, ilk defa bu bu denli güçlü ve kendinden emin bir sesle.

''Geri döneceğim sevgilim, her sene, kasım ayında kucaklayacağım seni ve bizi. Saracağım karanlığını ölümlü kollarımla. Sana olan sevgim kadar pürüzsüz planlar kuracağım her seferinde. Ölmeyeceğim, yaşayacağım her saniyesini hayatın seninle. Her kasım ayında, geri döneceğim ama. Öpmek için bir daha, duymak için sesini ve tekrardan dirilmek için hayata. İşte bu yüzden sevgilim, bu yüzden katlanacağım zehr-i hayata. Bu yüzden savaşacağım zorbanın zulmüyle, parasızlığın kederiyle, insanlığın tüm kahpeliğiyle.''

Öptüm saçlarından, ve son bir defa çektim ciğerime kokusunu.

Ellerini koydu başıma, okşadı saçlarımı ince uzun tırnaklarıyla. Kafasını kaldırıp baktı, çenemin altından burnumdan yukarıya.
''Sana inanıyorum.'' dedi o da. ''Sonsuza dek, inanmaya devam edeceğim sevgili ölümlüm.''

Gözlerimi açtığımda başımdaydı okuldan, sokaktan tanıdığım dostlarım. Beyaz önlüklü hemşire gülümsedi, bir şeyler söyledi. Her bir göz ağlamaklıydı, gözlerimle buluşamadı fakat hiçbiri. Çevirdim kafamı solumda duran masaya ve tabureye.

Oradaydı, hissediyordum artık onu. Gözlerimden bir yaş süzüldü tuzlu mu tuzlu. Dalgalandı ardından masanın üzerindeki şişenin içinde duran su. Dudaklarım kıvrıldı yukarı doğru hafifçe,

''Geldim mi?'' sordum yıllar sonra bir kez daha. Dostlarımın attığı sessiz ve tuzlu kahkahalar boğuldu kulaklarımda. Ben masaya bakıyordum, masa da bana.

''Tell her to gather three lilies of white,
Yesterday holds memories in time. 
To place at my headstone, beneath the moon's light,
Then she'll be a true love of mine. 

                                             For ever she'll be the one true love of mine.''







 Ne yaşanırsa yaşansın, her daim yanımızda kalanlara. İnancını, sevgisini sonsuza dek şakaklarımızda hissettirene.
 Sevgiye ve güvene,
  Aşka ve saygıya her muhtaç bedene.

                                                           ~Hikayedeki kötü adam.





24 Nisan 2016 Pazar

Güzelliklerden payını almayanlara



Pro illis qui non vivant!


---------------------------------------------------------------------------------------------------

 'Çünkü günlerden pazartesi olması umrumuzda değildi. Ne kolumuza bağlı bir saat ne de adresini bildiğimiz sıcak bir yatak vardı şehrin kahpe sokaklarında. Havanın soğukluğunu ucuz şaraplarımızın ısıttığı kahkahalarla yenip, daha ne kadar çirkinleşebileceğimizi öğrenmeye çalışıyorduk. Leş gibi sigaralar içip, sapsarı dişlerimizle gülümsüyor, acı biberden şişmiş dudaklarımızla küfürler savuruyorduk dört bir köşeye. Dinlediğimiz bir müzik türü yoktu. Çalan her şarkının nakaratını biliyor, devamında kafa sallıyorduk. Kollarımızda belli bir örgüte, tarza ait takılar, dövmeler yoktu. Her örgüte ve tarza üyeydik çünkü. Herkesin tadını kaçırıyor, önümüze gelenden sigara istiyorduk. Pahalı sigaralar, ucuz sigaralar, sarma sigaralar... Boğazımızda birikmiş balgamı arttırıyordu hepsi sadece. Ve bizde tükürmek için insanların suratlarına, sıraya giriyorduk. Titanik filminden tükürmeyi, iyi bir adam olmak uğruna acıdan kıvranarak ta insanların ne denli iğrenç ve acınası olduklarını öğrenmiştik. Bizi kimse durduramazdı artık. Güçlüydük. Bizim kadar bizden, geceleri yatağımızın altında ve açmaya korktuğunuz gardırobumuzda saklanıyordu.

 İnsanlar güzel bir ilkbahar sabahına uyanırken, attıkları mesajlarla zorla kendilerini sevmeye ikna ettikleri iyi giyinimli adamlar ve kadınlarla buluşmaya giderken, bizler henüz daha yeni sızmaya başlamış, gideceğimiz buluşmada hangi kişiliğimizi giyeceğimizi tartışıyor olurduk kendimizle. Her biri birbirinden yalan gerçeklerimizi gördükçe insanların gözlerinde ki ışıkta, daha fazla şehvetlenirdik. Cinsel açlığımız da ruhsal açlığımız kadar derin ve dipsizdi. Gözlerine yakıştığımız her güzel kadını ve adamı tabiri caizse sikmek, pahalı kıyafetlerinin değersizce yatağın kenarından halıya bir paspas parçası gibi düşmesini izlemek istiyorduk. Bizim için zile basıp kaçmak, sokağın ortasında devamını bilmediğimiz bir şarkıyı bağıra bağıra söylemeye başlamak ve sırf suratını çok beğenip kıskandığımız için çıkardığımız kana bulanmış yumruklar arasında hiç bir fark yoktu. Bir insanın gözyaşlarının, leş gibi ucuz şaraplarımız kadar acı fakat değersiz ve sahte olduğunu biliyorduk. Kazımıştık kafamıza. Sonra da kafamızı. Aynanın karşısında o gözyaşlarını döke döke kazımıştık hatta. Olayın ne kadar iyi göründüğünle bir alakası yoktu çünkü. Olayın ne kadar iyi hissettiğinle bir alakası vardı, ne kadar tam bilmesekte. Hiçbir şeyi bilmiyor ama her şey hakkında yalan söylüyorduk. Söylediğimiz yalanların ne kadar tutup tumayacağı önemli değildi. Henüz yazılmamış bir kitabı anlatmaya başladığımızda illa ki biri çıkıp o kitabı okuduğunu söyleyecekti, daha söylenmemiş bir şarkıyı mırıldanmaya başladığımızda her zaman birileri bize eşlik etmişti.
Ne olursa olsun, sürünün içinde daima bir koyun kurt olduğunu iddia etmeye çalışacaktı çünkü. Kurdun yanına geçip, kurdu ve sürüyü kandırmaya çalışacaktı beyaz ve kirlenmemiş tüyleriyle. Ve kurtta kabul edecekti. İnandığına ikna edecekti. Hatta bir dostça bir akşam yemeğine çağıracaktı kurt olduğunu iddia eden koyunu.

 Ve sevgili dostlar, okurlar;
Koyun asla menüye bakmayacaktı, görmeyecekti adının kurtlar sofrasının yemek listesinde geçtiğini.

---------------------------------------------------------------------------------------------------

Peki neden mi böyle olduk? Neden mi bu olmayı tercih ettik? Hepimizin ayrı bir hikayesi var çünkü. Vazgeçmişsiniz, umursamamayı, kaçmayı seçmişsiniz diyebilirsiniz. Küfür de edebilirsiniz, hakarette. Bunların sadece sizler için önemli olduğunu asla göremeyeceksiniz. İşin aslı şudur ki; Bizler böyle olabilmek için mücadele etmişleriz. Vazgeçmek, umursamamak, kaçmak için yorulmuşlarız. Ve en sonunda başarmışlar. Başaramayanlara ne mi oluyor? Üstlerinde indirimlerden aldıkları kıyafetleri, sabah sekiz otuza kurulu saatleri, iki biradan sonra mekana bıraktıkları bahşişleriyle orada, sizin aranızda yaşıyor. Hayat diyor, devam ediyor bir şekilde, ileri de nasıl olsa bir şeyler olur diyor. Bekliyor. Kısa ve çelimsiz, umursamaz hayatını bekleyerek geçiriyor. Önemli biri olma hayaliyle yanıp tutuşurken, yolda gözlerinin buluştuğu insanlara umut güdüyor. Dostlarına sarılmaya çalışırken, ben kendime yeterim yalanıyla kapatıyor gözlerini. Ve dönüp duruyor yatakta, uykuyu bekleyene kadar parlayan telefon ekranında parmaklarını gezdiriyor.

Kimimiz aldatıldı, kandırıldı, sevdi karşılığını alamadı, yeminler içti düzgün bir adam olacağına tutamadı yeminini, yenildi zorbanın zulmüne, yarenin ihanetine, uykunun gidip bir daha dönmemesine, ilgisizliğe, sevgisizliğe.. Kimimizse doğuştan böyleydi. İlk başta bilmiyordu, fark etti, red etti, biraz kabullendi, gözlerini sahilde açtı, tekrar red etti. Hayır dedi, ben böyle biri olamam. Ağladı kadehlere, yazdı, kustu sayfalara, dostlara. Kadehler kırıldı, sayfalar yandı, dostlar kayboldu. Tekrar kabullendi. Gözlerini bilmediği bir şehirde açtı, bilmediği, tanımadığı bir kadının/adamın omuzlarında. Anladı. Ağlamadı. Kırıldı kalbi kadehler gibi, yandı sayfalarla içi ve kayboldu sokaklarda, hayatın soluğunda.. Dostları yine gelmedi. Bu son dedi Cem karaca, bu son olsun. O dinledi. Herkesi dinledi, herkese kafa salladı, hak verdi. O kadar verdi ki, delirdi. Kalktı ayağa, vurdu masaya. Yaktı sigarasını. Baktı aynaya. Kırdı aynayı. Döndü arkasını ve bağırdı.

'Çirkin olan ben değilim, sizlersiniz. Hadi biraz daha makyaj yapın, biraz daha fazla para verin kıyafetlerinize. Hiçbir zaman benim kadar güzel olamayacaksınız. Çünkü sizi yeri geldiğinde unuttuğunuz Tanrı'nız çizdi, beni sizin unutkanlığınız. Umursamaz olan, vazgeçmiş olan ve kaçan ben değilim. Siz masalarınızın, telefonlarınızın ardında saklanırken dünyadan, egolarınızın gölgesinde filizlenmeye çalışırken, ben koştum çırılçıplak gün ışığında resimlerini çektiğiniz manzaralarda, ve açtım girmekten korktuğunuz karanlık sokaklarda, deldim binbir üç kağıtla ördüğünüz sıvası dökük duvarları. Sırf bakabilmek için gözlerinize, bakıp bağırabilmek için burada olduğumu. Tanrının gökyüzüne çıkmaktan değil, oradan düşmekle alakalı olduğunu. Hayatın herkesin güzel olduğu ekranlarda değil, kırık bir aynanın verdiği kesikte yaşandığını. Bakmadınız ama, bakmıyorsunuz, bakamıyorsunuz suratıma. Çünkü siz, siz yarattınız beni. Sizin egonuz, umursamazlığınız, ilgisizliğiniz yarattı beni. Ve şimdi savaşamıyorsunuz benimle. Çünkü benimle savaşmak, sevişmekten ağır. Çünkü çıplaklıktan daha çok utandırıyor gözlerim sizi.

------------------------------------------------------------------------------------------------------

Neden bilmem bize derman olacakların bizden kaçması?

------------------------------------------------------------------------------------------------------

'İçim acıyor oğlum ya. Çok acıyor ama. Dişlerimi falan sıkıyorum. Nefes almakta zorluk çekiyorum. Hafiften de midem bulanmaya başladı. Bu kafanın ardından bir rahatlama gelmesi gerekmiyor mu?'
'Al şundan çek biraz, gelir birazdan.'

-------------------------------------------------------------------------------------------------------

Cebimdeki son parayı birkaç saat önce masaya vurup 'Bu benim son param, daha güzel nasıl değerlendirebiliriz ki?' diye bağırdığımı hatırlıyorum. Şu anda ağzımda karıncalar varmış gibi. Böyle bir ucuna ağırlık bağlamışlar sanki.

------------------------------------------------------------------------------------------------------

Şimdi yalnızlık yan odadan gelen ses. Haluk levent'in şarkısını bağıra bağıra söyleyen iki sarhoş adamın sesi. İçmekle, yarına saklamak arasında gidip geldiğin bir şişe şarap ve gelmeyen uyku.
Şimdi hayat...

Şimdi hayat kendin sardığın sigarayı içmek, Ulus Baker'in sözlerine sızmadan önce kadeh kaldırmak gibi.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------

Neyse ki akış, dünyada kodlanabilen tek şeydir de. Unutmayalım ki, fikirler akışlardır: Herakleitos 'aynı nehre bir kez daha giremeyiz' demesinin ardından ekliyordu: 'üstümüze başka başka sular geldikçe, hem biziz, hem değiliz.' Sorunun bir zaman sorunu olmasından çok, bir akış sorunu olduğu besbellidir. Yine unutmayalım ki, arzular akışlardır; davranışlar akışlardır; zaman ve olaylar akıp geçerler.

17 Şubat 2016 Çarşamba

Waltz of Regret


                                         

Usul usul sızıyorum gündüze. Gözlerimin kamaştığını görebiliyorsunuzdur umarım. Biri şu güneşi kısmalı. Bir de lütfen arka fona daha güzel müzikler alabilir miyim? Sessizlik yakışmıyor mutluluğa. Şu boş yolun etrafına biraz sazlık koyalım. Gün ışığını filtrelesin. Ama aralarından da birkaç metre ötedeki denizin maviliği seçilsin bakınca. Araba? Arkasında, oturanın canını yakmaması için demir parçanın üstüne konulmuş yastık olan bir bisiklet. Önünde de sepeti. Rengi solmuş bir kırmızı bisiklet hemde. Siyah direksiyonlu. Ben sürüyorum, yastığın üzerinde de o otursun. Sepette 90'lardan kalma radyomuz. Ve radyoda da ne alakaysa Ode To Viceroy çalsın.

Tamam gerçekçi olalım radyoyu boşverin, telefon da olur. Salad Days'de çalabilir. Polaroid fotoğraf makinamın yanında durabilir. Giderim ben de o zaman. Kalpten. Birkaç kilometre ötedeki kumsala doğru giderim.
Hafif kızarık elmacık kemiklerimizin üstündeki deri, biraz da bronzlaşmışız. Güneş yakıyor ama rüzgar da hafifletiyor umursamayacak kadar. Eğer hafifletmezse hızlanırım. Umursamak istemiyorum. Hiçbir şeyi. Sazlıklardan tutun, direksiyona kadar. Tek umursadığım şey o yastıktaki kadın. O yüzden siz boşverin bu manzarayı. Gelin, simsiyah bir boya dökelim bu tabloya. Onu çizelim beyaza bulanmış bir fırçayla. Şimdi de ıslanmış, parıl parıl parlayan asfalt yol. Birkaç bina serpiştirin, boş koliler ve çöp konteynerları. Taşları kırık iki kaldırım. Kepenkleri kapatılmış mağazalar. Neyi mi unuttuk? Sokak lambaları. Her yere. Onun adını ezbere bilen sokak lambaları hemde. Konteynerların aralarına da kediler. Gökte yıldızlar, bulutların arasından sıyrılmaya çalışsın. Ay olmasın. Olsa bile soluk görünsün, aşamasın sabaha karşı yağacak olan bulutları. Şimdi sıra bende. Çizin beni. Asfaltın tam ortasında yere uzanmış, bir eli havada. Yanına dokunuyor eliyle. Çağırıyor kadını. Kadın ayakta olsun, gülümsesin. Ama o gözlerle. Hangi mi? Hani birinin yaptığı aptalca hareketin altında size olan aşkı yatar, sizde bunu bilirsiniz ya, aynen öyle işte. Yok mu? Bilmiyor musunuz? Hiç mi görmediniz? Aşkı mı yaşamadınız yoksa aptalca hareketlerden kaçan biri misiniz? O halde burada ne işiniz var? Neyse. Atın bu tuvali o halde. Duvara çivileseniz bile tutmaz bu. O gülümseme olmadan tutmaz. Hepimiz bir gün göreceğiz sokak lambalarını, kedileri, yağmurlu asfaltları ve o asfaltta yatan sarhoş adamları. Fakat hangi biriniz göreceğine emin, o ışıl ışıl parlayan, kısık mayhoş gözleri ve altındaki ana rahmi gibi sıcak gülümsemeyi?

---------------------------------------------------------------------------------------------------

 ''Herkesin inandığı bir şey var şu amınakoduğumun hayatında. Benimki de sensin lan.''

Ganja kokan matruşkalar gibi sanardık birbirimizi. Sarıp sarmalardık çarşaflara, hiç çekinmez, utanmaz yakar içerdik insanları bir bir. Farklı kumsalların medcezir çizgileriydik biz anlayacağın. O Akdeniz'le sevişirdi uykusu bölündüğünde, ben Ege'yle savaşırdım her kahpe gece.

----------------------------------------------------------------------------------------------

''Tolga uyan lan.''
Baş ağrım. Evet! Artık benimle konuşuyor. Uyandırıyor hatta. Sabahın sekizinde.
''Kalk bir sigara yak oğlum''
Niye bu kadar kasılıyor çenem sabahları? Dişlerim ağrıyor, diş etlerim sızlıyor. Nerede bu çakmak? Açım ben. Ne yesem acaba? Yolda bir şeyler atıştırabilirim. Günaydın sevgilim. Nasıl, rahat uyudun mu? Yine aynı kabuslar bende ya. Dün geceden kalma baş ağrım var biraz ama iyiyim onun haricinde. Kaç gibi buluşuruz bugün? Anahtar. Cüzdan. Telefon. Sigara ve çakmak. Bu soğuk ne anasını satıyım. Benim bugün öğlen bire kadar dersim var. Çıkışta direkt yanına gelirim, belki biraz vakit geçiririz. Dün gece olanları anlatırım. Nereye otursam? Arkalarda bir yer. Hoca gelmeyecek mi lan acaba? Tamam yavrum, iyi dersler. Bit artık. Bit. 20 dakika mı geçmiş? Kart basıp kaçayım, biraz yemek yerim. Ben çıktım hayatım, eve geçerken bir şeyler yerim. Senin gelmeni beklerim. Tamam ararsın. Tavuk mu tantuni? Niye hiç inandırıcı değil? Paket yaptırıp evde yiyeyim, belki bir şeyler izlerim. Alo kanka. Çıktın mı sen evden? Bende şimdi gidiyorum çıktım dersten. Sonrasında manite kaçıcam, akşamüstü uğrarım eve. Bir şey olursa ara. Evdeyim. Dizi mi film mi? Aa yeni bölümü mü çıkmış?
''Ağrı kesici al bence. Dayanamazsın.''
Yok hayatım geçmedi ama ağrı kesici kullanmayacağım. Tamam çıkıyorum bende şimdi, beş dakikaya sendeyim. Başım.. Ağrı dağı. Anahtar, telefon, çakmak ve sigara.

----------------------------------------------------------------------------------------------

Özlüyor muyum? Neyi diye sorma işte. Biliyorsun. Geçmiş yaşamımı. Uyuşturucuyu, karşılığını düşünmeden yapılan seksi, düşüşlerde dinlenilen şarkıları, yalnızlık acısını ve litrelerce alkolü. Umursamadan para harcamayı, bitince de evden dışarı adım atmamayı. İlk görüşmemde eve gelmeyi kabul eden kadınları, sabahları kendimi bulduğum yabancı evleri, soğuk yastıkları. Uykusuz geceleri ve o evlerden kaçmak için sabahın körüne kurulmuş saatleri. Serseri bir kurşun gibi yaşamayı hayatı.

Hayır.

------------------------------------------------------------------------------------------

Yazı yazamıyorum demeyeceğim. Yazmıyorum. Yazmak beni tüketiyor. Öldürüyor. Kahrediyor, mahvediyor. Her ne sikimse işte. Yaza yaza delirmek istemiyorum tekrardan. Elimdekilerin bazılarını temize çekmeyi düşünüyorum, ama uğramam uzun bir süre gibi duruyor buralara. Damarlarımda acıların kol gezdiği zamanlarda oluşuveriyor 'vay be!' denilen yazılar. Eh, orospunun yemini yarrağı görene kadar derler. Büyük konuşmayacağım. Şimdilik sadece kafa dinliyorum ve kitap projem, sevgilim, dostlarım, mali durumlarım ve iflas etmenin eşiğinde duran iç organlarım üzerinde yoğunlaşacağım.

Sanatlı kalın, sevgiyle kalın. Yalnız kalın da azıcık adam olun kardoğlar. Şu ekranlardan daha çok bakın kendinize ve kedinize. Belki o zaman, bir şeyler yoluna girer. Kim bilir? Siz şu anda bu yazıları okurken, kader usul usul örüyordur ağlarını..

Şaka lan şaka. Bir sikin olduğu yok. Hiçbir şey de geçmiyor. Doğumla ölüm tarihiniz arasındaki tireden başka bir bok değilsiniz. Bari o zayıf, güçsüz, çelimsiz vücudunuzu birilerini tatmin etmek için kullanın ki bir halta yarasın. Kadınları okşayın, adamlara sarılın.

Unutmayın, şiir okumaktan daha güzeli varsa, bir şiir ezberleyip birinin gözlerine bakarak söylemektir. Adını bilmediğiniz ilaçların kafasını yaşamaya, o insanı bulana kadar da hiç durmadan aramaya, yorulmaya, sevişmeye, düşmeye, sarhoş olmaya, kusmaya ve uykusuz kalmaya devam. Umut edin ki yirmi yedinizden önce gelsin.

Hoşçakalın, sanatlı kalın dostlar.

--------------------------------------------------------------------------------------------
                                       

20 Ocak 2016 Çarşamba

İki ağrı kesici, bir şişe de şarap alabilir miyim? Hah, bir pakette Camel White.


Yürüyoruz. Upuzun ve karanlık bir yol. Nereye varacağı faili meçhul katillerin günlüklerinde yazılı. Hayır. Bir saniye. Yürümüyoruz. Motorun tepesindeyiz. Ben sürüyorum, belime.. hayır hayır belime sarılmıyor. Kollarını havaya kaldırmış çığlık çığlığa.

Sabaha karşı martıları gibiyiz. Günün ilk ışıklarından bile hızlıyız.
Bugüne kadar her ne halt yediysek, hepsinin sifonunu çoktan çekmiş gibiyiz. Elli iki yaşında bir babanın askerlik anılarından daha yalanız.
Benzinlikte sigarasını yakan rimeli akmış kadın gibiyiz. Mesajla gerçekleşmiş ayrılıklar kadar umursamazız.
Tanışmak için harcanan nefesleri, çığlık atmaya ayırmışız. Biz aynı şarkının nakaratına yanlış zamanda girmişiz ama hiç umursamadan söylemeye devam etmişiz anlayacağın.

Neyse kısa kesiyorum.
----------------------------------------------------------------------------

-Ülkenin en batısında bir kasaba var. O kasabada da bir mezarlık, şehir dışında. Koca mezarlıkta tek bir tane zeytin ağacı, ağacın altında üç mezar var. Üçünden biri beni mahveden kadının annesinin.

 Neden anlatıyorsun bunları bana dedi. Nereden geldik şimdi buraya. Gülümsüyordu. İçinde biraz heyecan vardı. Çünkü biraz önce belki de aynanın karşısında defalarca tekrar ettiği cümleyi söylemişti. Her cevaba hazırlamıştı kendini. Hayırlara, alaylara ve tabi olumlularına da.  Ama buna tatbikatını yapmamış ilkokul talebeleri kadar hazırlıksız yakalanmıştı. Sıranın altına saklanamadan kan revan içinde kalmıştı mavi önlüğü.

-Bayramlarda giderim oraya. Zeytin ağacını bulana kadar öyle taşları okurum, insanlara bakarım. Pek kalabalık olur. Ama ne kadar kalabalıksa o kadar da sessizdir. Hep huzurlu bulmuşumdur bu nedenle mezarlıkları bayram vakitleri. İş çıkışı şehir merkezi kadar kalabalık olsa da, kış vakti kumsalından bile sessizdir. Siyah gömleğimin kollarını sıvar bir testi ararım. Hayratların başında sıra beklerken herkesin gözü genelde üstümde olur. Ama hır gür çıkartamazlar. Çünkü kızlarıyla beraber yakalandığım babaları tutan ''Beyim yapma, mezarlıktayız'' diyen bir anneleri vardır. Bir mutluluk sarar bu nedenle içimi. İnsanlara bakıp, merhaba dedikten sonra bana saldırmadıkları nadir yerlerdendir çünkü. Testimi doldurur, bir zamanlar tümsek olan ama bakımsızlıktan çökmüş kum tepelerine basmadan ilerlerim. Gözlerim zeytin ağacını arar. Bulamazsam mezar bekçisi Rauf dayıya sorarım, o gösterir eğer ayıksa. Ki genelde bayram zamanı kumar oynamadığından parası olur, çok ayık olmaz..

 Dikkatle beni dinliyordu. Dişlerini sıkmış, bu hikayenin nereye varacağını bekliyordu. İç organları titriyordu sabırsızlıktan, yüzüne çiviyle çakılmış gülümsemesi o kadar sırıtıyordu ama yine de hislerinin karışıklığından onu oradan almayı unutmuştu. O da benim kadar vahşi görünüyordu. Bir ressam olsa, çırılçıplak bir adamın bayram günü mezarlık ziyaretlerini, çırılçıplak bir kadının vahşi bir gülümsemeyle dinlediğini nasıl çizerdi acaba?

-Mezarı bulduktan sonra başımla selamımı verir, otları yolmaya başlarım. Bulduğum bir taşla toprağı biraz karıştırır, havalandırırım. Önce kenar taşlarını yıkarım sonra da mezar taşındaki tülbenti temizler, tekrar bağlarım. Tüm işlemlerin bitmesi için iki üç testi su gerekir. Eğer yeteri kadar gücünüz varsa hepsini yüklenirsiniz ama mezarlıktakilerde testi aradıkları için pek hoşnut kalmazlar almanızdan. Sonra bu işlemleri yanındaki mezarlara da yaparım. Pek bakmazlar onlara, geleni gideni bir ben olurum bayramdan bayrama.

------------------------------------------------------------------------------
Balkonumdan bir sigaranın dumanı daha veda ediyor aylardır saklandığı sigaramın çarşafına. Birazı gözlerime kaçıyor, gözlerimden de biraz yaş. Parmaklarımı dayayıveriyorum hemen gözlerime telaşlı bir şekilde. Kaçırmak istemiyorum bu sefer evimin manzarasında yaşanan saniyeleri. Yarım saat önce sızdığım koltuklarda kulağıma müstehcen şeyler fısıldarken dokunan dudaklara sahip kadının, nasıl da hiçbir şey olmamış gibi yürüdüğünü izliyor apartmanım. Gülümsüyor etrafa. Biraz sonra aldatıldığını öğrenen kocasının sinir krizi tarafından öldürülse bile, onun adına tutulacak kayıtlarda geçecek olan evime giriş çıkış saatleri arasında ki tirede her şeyin sıkışıp kalacağını nasıl da güzel biliyor. Cinsel doyumsuzluğunu bastıran vücut, nasıl da güzel siliyor surattan, bakışlardan suç izlerini.
Sokaktan geçerken onunla bakışmaya çalışan erkekler, kocası, oğlu. Asla bilmeyecek. Kimse. Yaptığı iyiliği yedi düvele duyurmaya çalışırdı insanoğlu. Karşılık beklerdi. Karşılık alamazsa, bir boşluğa düşer, kimse duymayacaksa iyilik yapmanın ne anlamı var derdi. İşlediği suçu kimsenin duymadığını, duymayacağını bilmekse ayrı bir keyif katardı bu yedi düvelin insanlarına. Fakat biz o insanlardan değildik. Bizim en büyük keyfimiz, işlediğimiz suçları itiraf ederken karşımızdakilerin bize attığı bakışlarıydı. Suç ne kadar büyükse, mimikler o kadar sertleşir, anlaşılması kolay olurdu. Şaşkınlıkları, iğrenen bakışları, dudak hareketleri, yüksek frekanslı bağırışlarının ardından gelen çığlık dolu göz yaşları. Ve nefretleri. Çünkü biz bununla besleniyorduk. Ve en büyük korkumuz bizi işlediğimiz suçlara rağmen kabul edecek olanlardı. En büyük korkumuz bizdik. Aynalarda dahi bazen, kabullenemiyor, kendi yansımamızı kırıyorduk. İlk ayna kırışımdı. O kadar korkmuştum ki; biri bana yumruk atarsa paramparça olup yerlere döküleceğim sanıyordum.Yıllar sonra fark ettim ki kırılmak yerine daha dayanıklı oldum. Kırıldı elbet. Burnum, elmacık kemiğim ve de bira şişelerim.. Aynı zamanda patladı da. Dudaklarım, kaşlarım ve de arjantin bardaklarım. Bir de… bir de özledi. Evet! Özledi, özlüyor aslında hala parmaklarım, tenim ve de sigara külüm. Daha tanımadığım birini, sokak köpeklerinin üstüne asfalt dökülmüş gömülü kemiklerini özledikleri kadar özlüyorlar. O kadar ağır ki, hiçbir kadının aşkı, hiçbir dostun sevgisi dengeleyemedi bu alçantrak teraziyi. Bir tek işte alkol var. Hafifletiyor bir geceliğine. Ya da öyle bir sarhoş(!) ediyor ki izin veriyorum bu ağırlığın beni ezmesine. Bir keresinde canımı bile almasına izin vermiştim. Ama hiç öldürmüyor. Çok kısık bile olsa, nefes alabiliyorsunuz altındayken. Yaşamanıza, işe, okula gidip, zaruri konuşmalara bile yetecek kadar.
Zaten öldürse adı aşk yerine, intihar olurdu.

-----------------------------------------------------------------------------

Bu saatte neyin uçağı bu?
Neyin kafası?
Şarap aldım son paramla.
Sorumluluklarım var elbet.
Ama Zibidiler çalıyordu. Sinirlendim. Çok sinirlendim. Alıp boğazımdan bir şişe bocalamak istedim. Baş ağrımı dindirmek içindi elbet.
Aldım da, bocalayamıyorum. Uzun zamandır alkol almamıştım, tadını unutmuşum.
Şimdi ağrı kesicileri vurucam.
Üstüne de bir sigara.
Tamam ben iptal beyler.