Kaçırdığınız fırsatları unutun! Ben size yakalayıp, yine de farketmediklerinizi göstereceğim! Göremediklerinizi görmeye çalışmayın. Ben sizlere, bakıp göremediklerinizi vereceğim!
Sevmeyi, sevilmeyi boşverin. Ben hepinize, canınızı bile yaksa her hissettiğinize saygı duymayı öğreteceğim!
Yapamasam da ölene kadar deneyeceğim.
.
..
...
....ölemezsem de en azından denedim diyeceğim!
-----------------------------------------------------------------------
İsmet, yirmili yaşlarının ortalarında ne o kadar kısa ne o kadar uzun boylu, ne kaslı, ne şişman ne de zayıf olan bir adamdı. Gür saçları yoktu, güzel bir suratı yoktu. Kel değildi, çirkinde. Astrofizikten anlamazdı, insan anatomisini yedinci sınıfta fen bilgisi kitabında sansürlenmiş kadın göğüslerinden öğrendi. Ailesinden nefret etmezdi, onları suçlamazdı belli hataları için. Ki zaten o kadar hata yapmış bir insan bile değildi. İsmet, değildi. Hiçbir şey değildi. Ortaya koyabileceği bir özelliği, ya da yalandan bir özellik yaratacak parası yoktu. Gittiği mekanlarda, girdiği ortamlarda İsmetin ya selamını ya da siparişini alırlardı. Ötesi gelmezdi. İsmet için ötesi yoktu. Çünkü sınırları olmayan bir insandı o. Hayatı deli dolu, enlerde yaşayan esrarkeş ya da alkolik biri olduğu için değil, sınırlar içine alacak bir davası oluşmamıştı bunca yıldır. İlköğretimi ve liseyi teşekkür alarak, ortalama devamsızlık yaparak bitirmişti. İlk senesinde üniversite sınavını kazanan İsmet, yeni yerleştiği şehirde ufak bir odaya tek başına taşınmış ve tek düşmanı çamaşır makinası olmuştu. Cuma akşamları iki bardak bira, bir plastik tabakta tuzlu fıstık. Cumartesi öğleni averaj bir kafede kahvaltı. Pazar sabahları ise gazete eklerinin verdiği bulmacaları çözerdi İsmet. Hasta olduğunda doktora gider, insanları özlediğinde arar halini hatrını sorardı. Tüm dostları ailesi ondan gerektiği kadar haber alır, gerektiği kadar iltifat duyardı. Dünya batsa bile, İsmet'in orada bir yerlerde akşam yemeğinden kalma tabağı yıkadığını bilirlerdi.
Bir gün ansızın İsmet'ten gelen haberler kesildi. Dünya batmadı. Bulaşıklar yıkanmadı. Tuzlu fıstıkların kabukları ayıklanıp yenmedi. O mekanda, o ortamdı birinin selamı alınmadı, yahut siparişi. Gazete eklerindeki bulmacalar çözülmedi, o kafadeki garson her cumartesi sabahı bahşiş aldığı adamı göremedi. Kayıp ilanları verildi birkaç hafta sonra. İsmet'in yeni evinin ilk misafirleri üç yıl sonra gelen üniformalı birileriydi. Kapıyı çaldılar. Üç yıl sonra. Bu sefer de İsmet açmadı. Yanlış anlamayın, misafirperver bir insandı İsmet. Her zaman ayakkabılığın üstünde misafir terlikleri tertemiz dururdu. Kapı kırıldı. Üniformalı adamlar daldı içeriye, çamurlu botlarıyla. 2001 yılında bir sokak satıcısından alınmış halının üstü mahvoldu. Fakat kimse umursamadı. İsmet olsa umursar, ama yine de sesini çıkartmazdı saygısızlık olur diye. Fakat o yoktu. Gitmişti. Gemiyle bile gidilemeyecek bir mesafeye. Oysa İsmet için en uzak yerlere gemiyle gidilirdi.
Fakat ne var ki İsmet'i bu bloga getirenler onun sıradan gelişen hayatının, bir anda sona ermesi değil. Her gün karşılaştığımız bir hikaye olurdu bu. Savaşlar, nefret, kan davaları, gurur kavgaları. Bunlardan hiçbir değildi İsmet'inki. Onun ufak bir sırrı vardı.
Herkesin şu hayatta bir kere yalan söyleme hakkı var denir. Kimisi kendi için, kimisi sevdiği için kullanır bu hakkını. Öyle günlük söylediğiniz yalanlara benzemez. Hissedersiniz şakaklarınızda. O yalanla yaşamanın verdiği yük çöker üzerinize. Ve başka başka yalanlar doğurur omuzlarınızda. Git gide ağırlaşır, taşıyamaz hale gelirsiniz. Bir telaşa tutulursunuz farkedilecek diye. İnsanların ya da kendinizin yüzüne bakamaz hale gelirsiniz.
Bu gece, sizlere İsmet'in yalanını anlatacağım.
----------------------------------------------------------------------------
16 sene önce bir gece yarısı kabusundan anlam veremediği sesler duyarak uyandı İsmet. Ufak bir odası vardı. Oyuncaklarının olduğu masanın yanındaki çantası, yatağı, gardrobu eşlik edebiliyordu ancak bu odada ona. Sessizce kalktı yatağından. Parmak uçlarında sessiz sessiz ilerledi sese doğru. Gitmemesi gerektiğini biliyor yine de merak ediyordu. Sesler annesinin odasından geliyordu. İsmet düşündü. Düşünmemesi, yatağa girip gözlerini kapaması gerekiyordu. Ama ismet düşündü. Annesi kabus görüyor olmalıydı. Babası çok çok uzaklara gitmişti gemiyle. Hayır, ölüm değildi. İsmet ölümün ne olduğunu biliyordu. Doğarken kıyısından döndüğü, sarılmadan daha, kucağına oturup bayram harçlığı bile alamadan vefat eden dedesini asla göremeyeceğini öğrenmişti annesinin telefon konuşmasından. Ölümün üzücü bir şey olduğunu telefon yere gözyaşlarıyla birlikte düşünce anlamıştı. Babası sadece gitmişti. Bir daha görecekti. Onu yanağından öpecek, cebine birkaç kuruş sıkıştıracaktı. Annesini dudaklarından öpüp banka hesaplarına birkaç milyar daha bırakacaktı. Sonra tekrardan gidecekti. İsmet gitmeleri hiç sevmezdi, ama geleceğini bildiği gidenleri beklemeye katlanabiliyordu.
Annesi babası olmadığında böyle kabuslar görürdü, ama bu kadar sesli korkmazdı hiç. Bu sefer cidden üzülmüş, korkmuş olmalı ki neredeyse ağlayacak. Kapıya doğru yanaştı. Hafifçe araladı. Bir adam annesinin boğazına sarılmış annesini itekliyordu. İsmet öyle korktu ki dili bağlandı. Bacakları titremeye, soğuk soğuk terlemeye başladı. Annemi öldürecekler dedi içinden, ama hiçbir şey yapamadı. Adam annesinin boğazına sarılmış, biraz daha itekledi. Annesi bağırdı. İsmet sımsıkı kapattı gözlerini. Ciğerlerini yırta yırta, içine doğru çığlık atmayı o gece öğrendi. Nefesi bitince açtı gözlerini. Yatağındaydı. Kabus mu görmüştü? Hayır. O kadar emindi ki gerçek olduğuna hala boncuk boncuk terliyordu. Tekrar kapadı gözlerini. Unutmak ve kaçmak için uyumayı tercih etmeyi de o gece öğrendi İsmet.
16 yaşındaydı artık. Yeni yeni terlemeye başlamış bıyıkları, bakımsız ve tütün kokan elleriyle ince çelimsiz bir şeyler çiziyordu. Müzik dinlemeyi seviyordu bir şeyler çizerken. Ritmi daha iyi hissetmesini sağlıyordu. Hissetmeyi seviyordu. Sabah uyandığında yatağın sıcaklığını, eve doğru yürürken bacaklarının ne denli acımasını, sigarayı her içine çekişinde boğazında biriken sızıyı. Ve tabi bir de sıra arkadaşı Gülsüm'le yan yana geldiklerinde kendi bacağı onunkine değdiğinde hissettiği hazzı. Erkek arkadaşlarının anlattıklarını dinlediğinde karşı cinsten aldığı hazlar ufak kalıyordu elbet ama büyük vuslatların insanı olmadığını biliyordu.
Sakin bir geceydi. Babası evdeydi, annesiyle tartışıyordu. Sokakta birkaç çocuk top koşturuyordu, anneleri onları eve gelmeleri için ikna etmeye çalışıyordu. Sakinlik her şeyin monoton devam etmeseydi onun için. Şehirleri sakin bulurdu bu yüzden. Ne zaman bir kumsala, deniz kenarına inse, geceleri sessiz bir sokakta yürüse huzursuz olurdu bu yüzden. Kalabalığın, mazot kokusunun, gri duvarların arasında kaybolmak ona daha çok huzur veriyordu.
Resmini bitirdi, müzik çalarını kapadı. Yatağına uzandı. Uyanıklık ve uyku arasındaki çizgiyi yakalamaya çalıştı yine. Ne zaman uykuya dalardı hep merak ederdi. İnsanlar ne zaman kayboluyordu bir anda? Uyuyan bir katil ve rahip arasındaki farkı bir anda ortadan ne kaldırıyordu? O her neyse neden sürekli olmuyordu? Onun ve Gülsüm'ün sevgilisi arasındaki farkı neden ortadan kaldırmıyordu? Düşünceler arasında boğulurken daldı gitti tekrardan. En derinlere. En göklere.
Bir evin içindeydi rüyasında. Ve sallanan bir ampulün aydınlattığı odada. Bulanık şeyler görüyordu. Sandalyeler ve masa birbirinin içine girmiş, bir Van Gogh resmi içine dalmış gibiydi. Duvarların sıvası akmış, rutubet kokusunu sadece bakarak alabiliyordu. Ovaladı gözlerini ve odaklandı. Önünde iki silüet vardı birbirinin içine giren, yaklaştı, dokunmaya çalıştı. Gülsüm'dü. Diğerini tanımayadı. Ama onun gözlerindeki göz yaşlarını tanıdı. Nasılda akıyorlardı, bulanıklığın içindeki iki berrak damla. Yanaklarından, o okşamaya kalksa kıyamayacağı yanaklarından. Keskin bir sesle bozuldu dikkati. Gözyaşlarını kesti attı bir el. Sert bir tokatla. Gülsüm'ü dövüyordu birisi. Durdurmaya kalktı. Ellerinin ne denli boşlukta sallandığını gördü. Silüet, Gülsüm'e vuruyordu, ardı arkası kesilmeden ve boğuk sesler çıkartıyordu. Bağırdı İsmet. Bütün gücüyle. Çıktı bu sefer sesi. O kadar sesli bağırdı ki uyandı. Ter içinde değildi bu sefer. Sadece sinirliydi. O kadar sinirliydi ki eli ayağı titriyordu. O kadar sinirliydi ki sadece ceketini ve anahtarı alıp fırladı evden. Gülsüm'ler bir gecekonduda kalıyordu. O ev, o ev o olmalı dedi içinden. Gülsüm'ü kurtarmalıyım. Koştu sokakları, ardından gelen kedi köpek seslerine aldırış bile etmeden. Üç sokak, bir de yokuş aştı. Mevlana kapı da oturuyordu Gülsüm. Mevlanayı aştı, evlerinin önüne gelince sesleri duydu. Çığlık sesleri. 6 Sene önce annesinin çığlıklarından farklıydı. Korku değil, acı doluydu. Kapıya vurdu. Duymadı içerdeki silüet her kimse. Kırdı kapıyı bir tekmeyle. Ne yaptığını bilmiyordu, Ne yapacağını içeri girdikten sonra. Sadece tekme atmak istedi. Attı. Çürümüş kapı onun iradesi karşısında dayanamadı. Silüet ile göz göze geldi bir anda. Gülsüm'e bakmadı. Bakamazdı. Kalbi dayanmazdı, ölürdü orada. Ölünce kurtaramazdı Gülsüm'ü. Bir anda sessizleşti ortalık. Bir şey söylemesi gerekiyordu. Bulamadı. Diyecek her kelimesini evde aceleyle çıkarken unutmuştu. Şimdi geri gidip alamazdı. Ne zaman diyecek bir şey bulamasa resim yapardı İsmet. Ellerini kullanırdı. Öğretmeni ne zaman azarlasa sırasına bir şeyler çizerdi, annesi ne zaman babasıyla ilişkisinin artık yürümediğini, hayatında başka biri olduğunu söylese resim yapardı. Ve çoğu zamanda geçerdi o an her ne oluyorsa. Bir şey söylemesine gerek kalmadan. İsmet yine aynı şeyi yaptı. Ellerini kulandı. Kanla boyamak için bu sefer silüetin suratını. Bir yumruk savurdu, hayatında ki ilk yumruktu bu. Gülsüm bağırdı dur diye. Babam o benim.
Hayatındaki ilk yumruğu, sevdiği kadının sarhoş babasına atmıştı. Bir daha asla yumruk atmadı İsmet. Çünkü herkes çok şey kaybetmişti o yumruktan sonra. Baba üç dişini, Gülsüm okul hayatını, İsmet sevdiği kadını.
Üniversite'nin ilk yılları oldukça zor geçmişti. Ailesinin boşanması, birkaç arkadaşının onunla bağını koparması, yeni ve ısrar etmeyi seven bir ahbap topluluğu epey yormuştu İsmet'i. Hiçbir zaman kendini kabul ettirmeye çalışmadı. Fakat kabul etmek eyleminin insanlar için ne denli önemli olduğunu öğrenmişti. Telefonlarında, bilgisayar ekranlarında, sokakta yeni saç rengini, düşünce etiğini, kişiliğini ve sevgilisini kabul ettirmeyi bekleyen birden çok insan vardı.Ve İsmet sevgilisine onu sevdiğini söylediğinde değil, onu her haliyle kabul edeceğini söylediğinde sevgili olmayı başarmıştı. O başarmak kelimesini ikili ilişkilerde yanlış bulsa da öyle bir çağda yaşıyordu ki kendinden daha fazla kabul gören bir insanla ilişki yaşamak bir başarıydı. Resim çizmek, yazı yazmak mühim değildi. Önemli olan onlarla kaç kişiyi etkilemeye başarabildiğindi. Sevgilisi Yonca kendisini epey kabul ettirmiş biriydi. Haftanın birkaç gecesi belli mekanlarda şarkı söyler, aldığı parayı yine o mekanda alkole harcardı. Yonca'yı birkaç defa izlemeye gitmişti. Yaptığı müziğin tarzı, ve içinde bulunduğu ortamlar hoşuna gitmese de İsmet saygı duymayı tercih ediyordu. Uzatılan alkole, uyuşturucuya saygıyla hayır diyordu. Onunla ve onun arkadaşlarıyla aynı masaya oturduklarında, Yonca'ya kısık sesle sorulan sorulara bile saygı duyabiliyordu. İsmet'te ne buluyorsun? En çok sorulan buydu elbette. İsmet'te soruyordu bunu kendisine. Yonca'da ne buluyordum? Bilmiyordu. Yonca kalabalık bir insandı. Gürültülüydü ve kül tablası gibi kokuyordu. Ne zaman öpse alkol tadını alabiliyordu dudaklarından. Yapmayı en sevdiği şey Muhsin Ünlü'nün ne kadar ideolojik yaşıyoruz hayatı yazısını okumaktı. ''Zaten kırılmış bir kızım İsmet, bir de sen kırmaya çalışma beni. Kesilir o güzel ellerin'' der, ellerinden öperdi İsmet'i ansızın. Bazı geceler arkasını dönüp uyur, bazense ağlayarak sevişirdi. Karmaşaydı, kaostu Yonca. Monotonluktan olabildiğince uzak bir yanda da Monotonluğun kendisiydi. İsmet okumuştu, her şey kendi zıttının değerindedir diye. İnanmamıştı. Yonca ona inanmayı öğretmişti. Boka bata bata, dibe ine ine göğe ulaşabileceğini bir insanın. Hayatın dik ve birden fazla paralel bir çizgiden çok, basit bir çember olduğunu. Ne kadar dibe inersen, o kadar göğe çıkarsın diyordu. İnanmayı tercih etmişti belki de İsmet.
Ilıman bir nisan akşamı, hasta olduğu için yatağından çıkıp Yonca'nın sahne aldığı yere gidememişti İsmet. Onun yerine kendi sahnesinde, yatağında uzanıyordu. Kulaklıkları ve yorganın üstünde duran resimleri. Bir bardakta soğumaya yüz tutmuş çorbası ve poşeti doldurmaya yetmiş peçeteleriyle birlikte. Ne zaman hasta olsa kendini mutlu hissederdi İsmet. Çünkü kimse ondan bir şey beklemiyordu hasta olduğunda. Doktoruna gidiyor, istirahat etmesi gerektiği söyleniyordu. Ne kadar rahatsız bir kelimeydi oysa istirahat. Zorla yapması gerekiyordu insanın çünkü. Öyle bir varlıktı ki insan, cennete zorla soksan tereddüt ederdi, belki istemezdi. Etik değerleri kendi içinde sorgularken gözleri yavaştan kapandı, hafiften kaydı yatağın en sıcak ucuna doğru.
Yonca kokuyordu rüyası. Ter, alkol ve sigara. Kapalıydı gözleri. Burun direği deviren koku, özlemden titremişti burnunu. Özlüyordu işte. Seviyordu sonuçta. Ne denli aykırı da olsa, fırtına da olsa. Kapılıp gitmeyi seviyordu İsmet. Yüzündeki tebessümü hissetti. Özlemeyi seviyordu. Demiştik ya hani, geleceğini bildiği gidenleri özlemeyi seviyordu diye. Şimdi konserden gelecekti o uyandığında, öpecekti rakı kokan ağzıyla. Okşayacaktı saçlarını annesi gibi. Sonra kıvrılıp sızacaktı yanına hasta olduğunu umursamadan. İsmet gece öksürmekten uyanacak, Yonca'nın yatışından dolayı açılmış yorganını örtecekti. O da öpecekti antibiyotik kokan dudaklarıyla Yonca'yı. Saçlarını okşayacaktı elleri titreye titreye. Kalbinde mutlu bir sızıyla, tekrar uyuyacaktı. Düşündü hepsini rüyasında. Sonra.. Sonra bir anda düşünebildiğini farketti rüyasında. Rüya da olduğunu biliyordu. İsmet, yavaşça gözlerini açtı. Bu yine o rüyalardan biriydi. Bir otobüs terminalinin içindeydi pijamalarıyla. Ne arıyordu burada? Kimin için gelmişti ya da. Etrafında hayaletler vardı, simsiyah. Koşuşturuyor, uçuşuyorlardı bir yerlere. İsmet ilerliyordu. Nereye gittiğini bilmeden, sadece tek bir yön vardı içinde gitmek istediği. Peron 43. Yazıları okuyamıyordu. Hangi peron neresi. Bağırışmalar ürkütücüydü. Hızlandı adımları. Terledi elleri. Korku hissediyordu. Çünkü ne zaman böyle bir şey yaşasa.. Kötü şeyler oluyordu o an. Bulamadı. Peron 43 neresi bulamadı. O kadar bulanık ve kalabalıktı ki nefessiz kaldı. Ciğerlerinde katmer katmer gürültü birikti. Önce başı döndü, kapadı gözlerini. Sımsıkı kapadı, fakat dönen dünya değil kendiydi. Gözlerini kapatmasına rağmen geçmemişti hiçbir şey. Bu sefer dönen şey karanlıktı. Açtı. Açtığında geçerdi hep. Uyanırdı yatağında. Hala terminaldeydi. Hayır dedi, hayır. Yonca gelmiştir şimdiye dek. O beni uyandırır. Döndü durdu terminalin mazot kokan duvarları arasında. Oturdu banklardan birine, kalktı. O kadar gerçek yaşamaya başladı ki rüyasını bir an sigara istemeye kalktı silüetlerden birinden. İsteği cevapsız kalınca daha çok korku bastı. Ya dedi, ya uyanamazsam. Bu terminalde, buralarda mahsur kalırsam. Çaresizce yürürken dar koridorlarda, bir ışık süzmesi farketti yolun diğer ucunda. Tereddüt dahi etmeden yürüdü. Işık süzmesi bembeyaz bir silüete döndü. Silüet Yonca'ya. Bir elinde bavul, diğer elinde sımsıkı tuttuğu bileti. İsmet durdu. İsmet bu sefer çığlık bile atamadı. İsmet biliyordu. Fırtınasının başka limanları dövmeye gideceğini. O, evinde uyurken, dalgaların çoktan yükselip Yonca'nın bedenini onun kumsalından alıp götürdüğünü biliyordu.
İsmet'in babası, annesiyle ayrıldıktan sonra bir gemi yolculuğunda, kendini okyanusun içine bırakmıştı fırtınanın orta yerinde. Ne zaman bir kadın sigarasını mumdan yaksa, açık denizde bir denizci ölür derdi her defasında. Annesi ne zaman evine, yatağına bir başka adamı alsa, sigarasını hep mumdan yakardı. Herhalde o kadar çok yaktı ki, o açık denizlerdeki fırtına hayatındaki diğer adamı da alıp götürmek üzereydi. Fakat İsmet gitmek istemiyordu. Uyanmak istemiyordu. Çünkü uyanırsa Yonca'nın olmadığı bir sabaha uyanacaktı. Kalmalıydı. Burada. Hayatında onu çeken hiçbirşey olmamıştı senelerce. Kaybetmek başka bir şey yaşamamıştı yıllarca. Çürük bir üzümdü İsmet. Kendini tanıyordu. Şarap olmaya bile layık değildi. Boğazı yanmaya başlamıştı. Git gide daha fazla dönmeye başlıyordu başı. Birden tüm silüetler kayboldu. Koridor ferahladı, tavan açıldı. Yollar yeşillendi, çimler betonu deldi. Otobüsler yerin altına girdi. Dağlar çıktı karşısına İsmet'in. Bir otobüs penceresinden izlerken buldu ki kendini. Yanında Yonca. Uyukluyor otobüste. Silüetler yoktu bu sefer. İnsanlar vardı. Gidecekleri yere ulaşmayı bekleyen insanlar. Yaşlı bir teyze, cama başını yaslamış uyuyordu orada. Nedensizce Yonca'dan daha çok dikkatini çekti. Kalktı otobüsün koridoruna doğru. Dokundu yaşlı teyzeye. Otobüs bir anda kayboldu, dağlar kül oldu, duvarlar dikildi dört bir yana. İnsanlar doluştu duvarların kapattığı odaya. Küçük büyük bir sürü insan. Hepsi İsmet'in sol yanına bakıyorlardı. Sol yanındaki yaşlı teyzeye gülümsüyorlardı. İsmet orada öylece oturmuş, olanlardan haberi yokmuş gibi gazete okuyordu.
İsmet o an farketti. Artık o, dünyamızda arayıp sorma lüzmunda bulunmadığımız bir insan değildi. Sınıfta en arka sıralarda not alan, resim yapan o silik erkek değildi. Barlarda tuzlu fıstık kabuklarıyla oynayan, iki bira içip kalkarken bahşiş veren bir müşteri değildi. Bakkalının her daim hazır tuttuğu pazar gazetelerini alan bir adam hiç değildi. Sevgilisi için katlanamayacağı ortamlardan, kırılmasın diye davet edildiği değişik partilerden çok uzaktaydı. Bir yandan da yakındı. Gecenin gündüze, a'nın z'ye yakınlığı kadar. Çünkü İsmet, artık rüyalarımızın o fark etmediğimiz adamıydı. Orada bir yerlerde. Oturan, yürüyen, kahve içen, sokaktan geçen herhangi biriydi o. Uyandığımızda hatırlamadığımız. Dikkat bile etmediğimiz.
Çokta bir şey değişmedi anlayacağınız.
Herkes baktı.
Kimse görmedi.
Herkes konuştu.
Kimse dinlemedi.
Herkes düşündü.
Kimse sormadı.
Herkes sevildi.
Kimse sevmedi.
Seven si...
Neyse işte.
---------------------------------------------------------------------------------------------
------------------------------------------------------------------------------------
''Bu yazı tutmaz hacı, bunu çivilemek gerek''
''Neden?''
''Sonu bir garip olmuş.''
''Hayatımızda bir garip olmayan ne kaldı allasen, vur ya''
---------------------------------------------------------------------------
Şarap olmayı becerememiş her kim varsa, bir kadehte bizden ona.
-----------------------------------------------------------------------
İsmet, yirmili yaşlarının ortalarında ne o kadar kısa ne o kadar uzun boylu, ne kaslı, ne şişman ne de zayıf olan bir adamdı. Gür saçları yoktu, güzel bir suratı yoktu. Kel değildi, çirkinde. Astrofizikten anlamazdı, insan anatomisini yedinci sınıfta fen bilgisi kitabında sansürlenmiş kadın göğüslerinden öğrendi. Ailesinden nefret etmezdi, onları suçlamazdı belli hataları için. Ki zaten o kadar hata yapmış bir insan bile değildi. İsmet, değildi. Hiçbir şey değildi. Ortaya koyabileceği bir özelliği, ya da yalandan bir özellik yaratacak parası yoktu. Gittiği mekanlarda, girdiği ortamlarda İsmetin ya selamını ya da siparişini alırlardı. Ötesi gelmezdi. İsmet için ötesi yoktu. Çünkü sınırları olmayan bir insandı o. Hayatı deli dolu, enlerde yaşayan esrarkeş ya da alkolik biri olduğu için değil, sınırlar içine alacak bir davası oluşmamıştı bunca yıldır. İlköğretimi ve liseyi teşekkür alarak, ortalama devamsızlık yaparak bitirmişti. İlk senesinde üniversite sınavını kazanan İsmet, yeni yerleştiği şehirde ufak bir odaya tek başına taşınmış ve tek düşmanı çamaşır makinası olmuştu. Cuma akşamları iki bardak bira, bir plastik tabakta tuzlu fıstık. Cumartesi öğleni averaj bir kafede kahvaltı. Pazar sabahları ise gazete eklerinin verdiği bulmacaları çözerdi İsmet. Hasta olduğunda doktora gider, insanları özlediğinde arar halini hatrını sorardı. Tüm dostları ailesi ondan gerektiği kadar haber alır, gerektiği kadar iltifat duyardı. Dünya batsa bile, İsmet'in orada bir yerlerde akşam yemeğinden kalma tabağı yıkadığını bilirlerdi.
Bir gün ansızın İsmet'ten gelen haberler kesildi. Dünya batmadı. Bulaşıklar yıkanmadı. Tuzlu fıstıkların kabukları ayıklanıp yenmedi. O mekanda, o ortamdı birinin selamı alınmadı, yahut siparişi. Gazete eklerindeki bulmacalar çözülmedi, o kafadeki garson her cumartesi sabahı bahşiş aldığı adamı göremedi. Kayıp ilanları verildi birkaç hafta sonra. İsmet'in yeni evinin ilk misafirleri üç yıl sonra gelen üniformalı birileriydi. Kapıyı çaldılar. Üç yıl sonra. Bu sefer de İsmet açmadı. Yanlış anlamayın, misafirperver bir insandı İsmet. Her zaman ayakkabılığın üstünde misafir terlikleri tertemiz dururdu. Kapı kırıldı. Üniformalı adamlar daldı içeriye, çamurlu botlarıyla. 2001 yılında bir sokak satıcısından alınmış halının üstü mahvoldu. Fakat kimse umursamadı. İsmet olsa umursar, ama yine de sesini çıkartmazdı saygısızlık olur diye. Fakat o yoktu. Gitmişti. Gemiyle bile gidilemeyecek bir mesafeye. Oysa İsmet için en uzak yerlere gemiyle gidilirdi.
Fakat ne var ki İsmet'i bu bloga getirenler onun sıradan gelişen hayatının, bir anda sona ermesi değil. Her gün karşılaştığımız bir hikaye olurdu bu. Savaşlar, nefret, kan davaları, gurur kavgaları. Bunlardan hiçbir değildi İsmet'inki. Onun ufak bir sırrı vardı.
Herkesin şu hayatta bir kere yalan söyleme hakkı var denir. Kimisi kendi için, kimisi sevdiği için kullanır bu hakkını. Öyle günlük söylediğiniz yalanlara benzemez. Hissedersiniz şakaklarınızda. O yalanla yaşamanın verdiği yük çöker üzerinize. Ve başka başka yalanlar doğurur omuzlarınızda. Git gide ağırlaşır, taşıyamaz hale gelirsiniz. Bir telaşa tutulursunuz farkedilecek diye. İnsanların ya da kendinizin yüzüne bakamaz hale gelirsiniz.
Bu gece, sizlere İsmet'in yalanını anlatacağım.
----------------------------------------------------------------------------
16 sene önce bir gece yarısı kabusundan anlam veremediği sesler duyarak uyandı İsmet. Ufak bir odası vardı. Oyuncaklarının olduğu masanın yanındaki çantası, yatağı, gardrobu eşlik edebiliyordu ancak bu odada ona. Sessizce kalktı yatağından. Parmak uçlarında sessiz sessiz ilerledi sese doğru. Gitmemesi gerektiğini biliyor yine de merak ediyordu. Sesler annesinin odasından geliyordu. İsmet düşündü. Düşünmemesi, yatağa girip gözlerini kapaması gerekiyordu. Ama ismet düşündü. Annesi kabus görüyor olmalıydı. Babası çok çok uzaklara gitmişti gemiyle. Hayır, ölüm değildi. İsmet ölümün ne olduğunu biliyordu. Doğarken kıyısından döndüğü, sarılmadan daha, kucağına oturup bayram harçlığı bile alamadan vefat eden dedesini asla göremeyeceğini öğrenmişti annesinin telefon konuşmasından. Ölümün üzücü bir şey olduğunu telefon yere gözyaşlarıyla birlikte düşünce anlamıştı. Babası sadece gitmişti. Bir daha görecekti. Onu yanağından öpecek, cebine birkaç kuruş sıkıştıracaktı. Annesini dudaklarından öpüp banka hesaplarına birkaç milyar daha bırakacaktı. Sonra tekrardan gidecekti. İsmet gitmeleri hiç sevmezdi, ama geleceğini bildiği gidenleri beklemeye katlanabiliyordu.
Annesi babası olmadığında böyle kabuslar görürdü, ama bu kadar sesli korkmazdı hiç. Bu sefer cidden üzülmüş, korkmuş olmalı ki neredeyse ağlayacak. Kapıya doğru yanaştı. Hafifçe araladı. Bir adam annesinin boğazına sarılmış annesini itekliyordu. İsmet öyle korktu ki dili bağlandı. Bacakları titremeye, soğuk soğuk terlemeye başladı. Annemi öldürecekler dedi içinden, ama hiçbir şey yapamadı. Adam annesinin boğazına sarılmış, biraz daha itekledi. Annesi bağırdı. İsmet sımsıkı kapattı gözlerini. Ciğerlerini yırta yırta, içine doğru çığlık atmayı o gece öğrendi. Nefesi bitince açtı gözlerini. Yatağındaydı. Kabus mu görmüştü? Hayır. O kadar emindi ki gerçek olduğuna hala boncuk boncuk terliyordu. Tekrar kapadı gözlerini. Unutmak ve kaçmak için uyumayı tercih etmeyi de o gece öğrendi İsmet.
16 yaşındaydı artık. Yeni yeni terlemeye başlamış bıyıkları, bakımsız ve tütün kokan elleriyle ince çelimsiz bir şeyler çiziyordu. Müzik dinlemeyi seviyordu bir şeyler çizerken. Ritmi daha iyi hissetmesini sağlıyordu. Hissetmeyi seviyordu. Sabah uyandığında yatağın sıcaklığını, eve doğru yürürken bacaklarının ne denli acımasını, sigarayı her içine çekişinde boğazında biriken sızıyı. Ve tabi bir de sıra arkadaşı Gülsüm'le yan yana geldiklerinde kendi bacağı onunkine değdiğinde hissettiği hazzı. Erkek arkadaşlarının anlattıklarını dinlediğinde karşı cinsten aldığı hazlar ufak kalıyordu elbet ama büyük vuslatların insanı olmadığını biliyordu.
Sakin bir geceydi. Babası evdeydi, annesiyle tartışıyordu. Sokakta birkaç çocuk top koşturuyordu, anneleri onları eve gelmeleri için ikna etmeye çalışıyordu. Sakinlik her şeyin monoton devam etmeseydi onun için. Şehirleri sakin bulurdu bu yüzden. Ne zaman bir kumsala, deniz kenarına inse, geceleri sessiz bir sokakta yürüse huzursuz olurdu bu yüzden. Kalabalığın, mazot kokusunun, gri duvarların arasında kaybolmak ona daha çok huzur veriyordu.
Resmini bitirdi, müzik çalarını kapadı. Yatağına uzandı. Uyanıklık ve uyku arasındaki çizgiyi yakalamaya çalıştı yine. Ne zaman uykuya dalardı hep merak ederdi. İnsanlar ne zaman kayboluyordu bir anda? Uyuyan bir katil ve rahip arasındaki farkı bir anda ortadan ne kaldırıyordu? O her neyse neden sürekli olmuyordu? Onun ve Gülsüm'ün sevgilisi arasındaki farkı neden ortadan kaldırmıyordu? Düşünceler arasında boğulurken daldı gitti tekrardan. En derinlere. En göklere.
Bir evin içindeydi rüyasında. Ve sallanan bir ampulün aydınlattığı odada. Bulanık şeyler görüyordu. Sandalyeler ve masa birbirinin içine girmiş, bir Van Gogh resmi içine dalmış gibiydi. Duvarların sıvası akmış, rutubet kokusunu sadece bakarak alabiliyordu. Ovaladı gözlerini ve odaklandı. Önünde iki silüet vardı birbirinin içine giren, yaklaştı, dokunmaya çalıştı. Gülsüm'dü. Diğerini tanımayadı. Ama onun gözlerindeki göz yaşlarını tanıdı. Nasılda akıyorlardı, bulanıklığın içindeki iki berrak damla. Yanaklarından, o okşamaya kalksa kıyamayacağı yanaklarından. Keskin bir sesle bozuldu dikkati. Gözyaşlarını kesti attı bir el. Sert bir tokatla. Gülsüm'ü dövüyordu birisi. Durdurmaya kalktı. Ellerinin ne denli boşlukta sallandığını gördü. Silüet, Gülsüm'e vuruyordu, ardı arkası kesilmeden ve boğuk sesler çıkartıyordu. Bağırdı İsmet. Bütün gücüyle. Çıktı bu sefer sesi. O kadar sesli bağırdı ki uyandı. Ter içinde değildi bu sefer. Sadece sinirliydi. O kadar sinirliydi ki eli ayağı titriyordu. O kadar sinirliydi ki sadece ceketini ve anahtarı alıp fırladı evden. Gülsüm'ler bir gecekonduda kalıyordu. O ev, o ev o olmalı dedi içinden. Gülsüm'ü kurtarmalıyım. Koştu sokakları, ardından gelen kedi köpek seslerine aldırış bile etmeden. Üç sokak, bir de yokuş aştı. Mevlana kapı da oturuyordu Gülsüm. Mevlanayı aştı, evlerinin önüne gelince sesleri duydu. Çığlık sesleri. 6 Sene önce annesinin çığlıklarından farklıydı. Korku değil, acı doluydu. Kapıya vurdu. Duymadı içerdeki silüet her kimse. Kırdı kapıyı bir tekmeyle. Ne yaptığını bilmiyordu, Ne yapacağını içeri girdikten sonra. Sadece tekme atmak istedi. Attı. Çürümüş kapı onun iradesi karşısında dayanamadı. Silüet ile göz göze geldi bir anda. Gülsüm'e bakmadı. Bakamazdı. Kalbi dayanmazdı, ölürdü orada. Ölünce kurtaramazdı Gülsüm'ü. Bir anda sessizleşti ortalık. Bir şey söylemesi gerekiyordu. Bulamadı. Diyecek her kelimesini evde aceleyle çıkarken unutmuştu. Şimdi geri gidip alamazdı. Ne zaman diyecek bir şey bulamasa resim yapardı İsmet. Ellerini kullanırdı. Öğretmeni ne zaman azarlasa sırasına bir şeyler çizerdi, annesi ne zaman babasıyla ilişkisinin artık yürümediğini, hayatında başka biri olduğunu söylese resim yapardı. Ve çoğu zamanda geçerdi o an her ne oluyorsa. Bir şey söylemesine gerek kalmadan. İsmet yine aynı şeyi yaptı. Ellerini kulandı. Kanla boyamak için bu sefer silüetin suratını. Bir yumruk savurdu, hayatında ki ilk yumruktu bu. Gülsüm bağırdı dur diye. Babam o benim.
Hayatındaki ilk yumruğu, sevdiği kadının sarhoş babasına atmıştı. Bir daha asla yumruk atmadı İsmet. Çünkü herkes çok şey kaybetmişti o yumruktan sonra. Baba üç dişini, Gülsüm okul hayatını, İsmet sevdiği kadını.
Üniversite'nin ilk yılları oldukça zor geçmişti. Ailesinin boşanması, birkaç arkadaşının onunla bağını koparması, yeni ve ısrar etmeyi seven bir ahbap topluluğu epey yormuştu İsmet'i. Hiçbir zaman kendini kabul ettirmeye çalışmadı. Fakat kabul etmek eyleminin insanlar için ne denli önemli olduğunu öğrenmişti. Telefonlarında, bilgisayar ekranlarında, sokakta yeni saç rengini, düşünce etiğini, kişiliğini ve sevgilisini kabul ettirmeyi bekleyen birden çok insan vardı.Ve İsmet sevgilisine onu sevdiğini söylediğinde değil, onu her haliyle kabul edeceğini söylediğinde sevgili olmayı başarmıştı. O başarmak kelimesini ikili ilişkilerde yanlış bulsa da öyle bir çağda yaşıyordu ki kendinden daha fazla kabul gören bir insanla ilişki yaşamak bir başarıydı. Resim çizmek, yazı yazmak mühim değildi. Önemli olan onlarla kaç kişiyi etkilemeye başarabildiğindi. Sevgilisi Yonca kendisini epey kabul ettirmiş biriydi. Haftanın birkaç gecesi belli mekanlarda şarkı söyler, aldığı parayı yine o mekanda alkole harcardı. Yonca'yı birkaç defa izlemeye gitmişti. Yaptığı müziğin tarzı, ve içinde bulunduğu ortamlar hoşuna gitmese de İsmet saygı duymayı tercih ediyordu. Uzatılan alkole, uyuşturucuya saygıyla hayır diyordu. Onunla ve onun arkadaşlarıyla aynı masaya oturduklarında, Yonca'ya kısık sesle sorulan sorulara bile saygı duyabiliyordu. İsmet'te ne buluyorsun? En çok sorulan buydu elbette. İsmet'te soruyordu bunu kendisine. Yonca'da ne buluyordum? Bilmiyordu. Yonca kalabalık bir insandı. Gürültülüydü ve kül tablası gibi kokuyordu. Ne zaman öpse alkol tadını alabiliyordu dudaklarından. Yapmayı en sevdiği şey Muhsin Ünlü'nün ne kadar ideolojik yaşıyoruz hayatı yazısını okumaktı. ''Zaten kırılmış bir kızım İsmet, bir de sen kırmaya çalışma beni. Kesilir o güzel ellerin'' der, ellerinden öperdi İsmet'i ansızın. Bazı geceler arkasını dönüp uyur, bazense ağlayarak sevişirdi. Karmaşaydı, kaostu Yonca. Monotonluktan olabildiğince uzak bir yanda da Monotonluğun kendisiydi. İsmet okumuştu, her şey kendi zıttının değerindedir diye. İnanmamıştı. Yonca ona inanmayı öğretmişti. Boka bata bata, dibe ine ine göğe ulaşabileceğini bir insanın. Hayatın dik ve birden fazla paralel bir çizgiden çok, basit bir çember olduğunu. Ne kadar dibe inersen, o kadar göğe çıkarsın diyordu. İnanmayı tercih etmişti belki de İsmet.
Ilıman bir nisan akşamı, hasta olduğu için yatağından çıkıp Yonca'nın sahne aldığı yere gidememişti İsmet. Onun yerine kendi sahnesinde, yatağında uzanıyordu. Kulaklıkları ve yorganın üstünde duran resimleri. Bir bardakta soğumaya yüz tutmuş çorbası ve poşeti doldurmaya yetmiş peçeteleriyle birlikte. Ne zaman hasta olsa kendini mutlu hissederdi İsmet. Çünkü kimse ondan bir şey beklemiyordu hasta olduğunda. Doktoruna gidiyor, istirahat etmesi gerektiği söyleniyordu. Ne kadar rahatsız bir kelimeydi oysa istirahat. Zorla yapması gerekiyordu insanın çünkü. Öyle bir varlıktı ki insan, cennete zorla soksan tereddüt ederdi, belki istemezdi. Etik değerleri kendi içinde sorgularken gözleri yavaştan kapandı, hafiften kaydı yatağın en sıcak ucuna doğru.
Yonca kokuyordu rüyası. Ter, alkol ve sigara. Kapalıydı gözleri. Burun direği deviren koku, özlemden titremişti burnunu. Özlüyordu işte. Seviyordu sonuçta. Ne denli aykırı da olsa, fırtına da olsa. Kapılıp gitmeyi seviyordu İsmet. Yüzündeki tebessümü hissetti. Özlemeyi seviyordu. Demiştik ya hani, geleceğini bildiği gidenleri özlemeyi seviyordu diye. Şimdi konserden gelecekti o uyandığında, öpecekti rakı kokan ağzıyla. Okşayacaktı saçlarını annesi gibi. Sonra kıvrılıp sızacaktı yanına hasta olduğunu umursamadan. İsmet gece öksürmekten uyanacak, Yonca'nın yatışından dolayı açılmış yorganını örtecekti. O da öpecekti antibiyotik kokan dudaklarıyla Yonca'yı. Saçlarını okşayacaktı elleri titreye titreye. Kalbinde mutlu bir sızıyla, tekrar uyuyacaktı. Düşündü hepsini rüyasında. Sonra.. Sonra bir anda düşünebildiğini farketti rüyasında. Rüya da olduğunu biliyordu. İsmet, yavaşça gözlerini açtı. Bu yine o rüyalardan biriydi. Bir otobüs terminalinin içindeydi pijamalarıyla. Ne arıyordu burada? Kimin için gelmişti ya da. Etrafında hayaletler vardı, simsiyah. Koşuşturuyor, uçuşuyorlardı bir yerlere. İsmet ilerliyordu. Nereye gittiğini bilmeden, sadece tek bir yön vardı içinde gitmek istediği. Peron 43. Yazıları okuyamıyordu. Hangi peron neresi. Bağırışmalar ürkütücüydü. Hızlandı adımları. Terledi elleri. Korku hissediyordu. Çünkü ne zaman böyle bir şey yaşasa.. Kötü şeyler oluyordu o an. Bulamadı. Peron 43 neresi bulamadı. O kadar bulanık ve kalabalıktı ki nefessiz kaldı. Ciğerlerinde katmer katmer gürültü birikti. Önce başı döndü, kapadı gözlerini. Sımsıkı kapadı, fakat dönen dünya değil kendiydi. Gözlerini kapatmasına rağmen geçmemişti hiçbir şey. Bu sefer dönen şey karanlıktı. Açtı. Açtığında geçerdi hep. Uyanırdı yatağında. Hala terminaldeydi. Hayır dedi, hayır. Yonca gelmiştir şimdiye dek. O beni uyandırır. Döndü durdu terminalin mazot kokan duvarları arasında. Oturdu banklardan birine, kalktı. O kadar gerçek yaşamaya başladı ki rüyasını bir an sigara istemeye kalktı silüetlerden birinden. İsteği cevapsız kalınca daha çok korku bastı. Ya dedi, ya uyanamazsam. Bu terminalde, buralarda mahsur kalırsam. Çaresizce yürürken dar koridorlarda, bir ışık süzmesi farketti yolun diğer ucunda. Tereddüt dahi etmeden yürüdü. Işık süzmesi bembeyaz bir silüete döndü. Silüet Yonca'ya. Bir elinde bavul, diğer elinde sımsıkı tuttuğu bileti. İsmet durdu. İsmet bu sefer çığlık bile atamadı. İsmet biliyordu. Fırtınasının başka limanları dövmeye gideceğini. O, evinde uyurken, dalgaların çoktan yükselip Yonca'nın bedenini onun kumsalından alıp götürdüğünü biliyordu.
İsmet'in babası, annesiyle ayrıldıktan sonra bir gemi yolculuğunda, kendini okyanusun içine bırakmıştı fırtınanın orta yerinde. Ne zaman bir kadın sigarasını mumdan yaksa, açık denizde bir denizci ölür derdi her defasında. Annesi ne zaman evine, yatağına bir başka adamı alsa, sigarasını hep mumdan yakardı. Herhalde o kadar çok yaktı ki, o açık denizlerdeki fırtına hayatındaki diğer adamı da alıp götürmek üzereydi. Fakat İsmet gitmek istemiyordu. Uyanmak istemiyordu. Çünkü uyanırsa Yonca'nın olmadığı bir sabaha uyanacaktı. Kalmalıydı. Burada. Hayatında onu çeken hiçbirşey olmamıştı senelerce. Kaybetmek başka bir şey yaşamamıştı yıllarca. Çürük bir üzümdü İsmet. Kendini tanıyordu. Şarap olmaya bile layık değildi. Boğazı yanmaya başlamıştı. Git gide daha fazla dönmeye başlıyordu başı. Birden tüm silüetler kayboldu. Koridor ferahladı, tavan açıldı. Yollar yeşillendi, çimler betonu deldi. Otobüsler yerin altına girdi. Dağlar çıktı karşısına İsmet'in. Bir otobüs penceresinden izlerken buldu ki kendini. Yanında Yonca. Uyukluyor otobüste. Silüetler yoktu bu sefer. İnsanlar vardı. Gidecekleri yere ulaşmayı bekleyen insanlar. Yaşlı bir teyze, cama başını yaslamış uyuyordu orada. Nedensizce Yonca'dan daha çok dikkatini çekti. Kalktı otobüsün koridoruna doğru. Dokundu yaşlı teyzeye. Otobüs bir anda kayboldu, dağlar kül oldu, duvarlar dikildi dört bir yana. İnsanlar doluştu duvarların kapattığı odaya. Küçük büyük bir sürü insan. Hepsi İsmet'in sol yanına bakıyorlardı. Sol yanındaki yaşlı teyzeye gülümsüyorlardı. İsmet orada öylece oturmuş, olanlardan haberi yokmuş gibi gazete okuyordu.
İsmet o an farketti. Artık o, dünyamızda arayıp sorma lüzmunda bulunmadığımız bir insan değildi. Sınıfta en arka sıralarda not alan, resim yapan o silik erkek değildi. Barlarda tuzlu fıstık kabuklarıyla oynayan, iki bira içip kalkarken bahşiş veren bir müşteri değildi. Bakkalının her daim hazır tuttuğu pazar gazetelerini alan bir adam hiç değildi. Sevgilisi için katlanamayacağı ortamlardan, kırılmasın diye davet edildiği değişik partilerden çok uzaktaydı. Bir yandan da yakındı. Gecenin gündüze, a'nın z'ye yakınlığı kadar. Çünkü İsmet, artık rüyalarımızın o fark etmediğimiz adamıydı. Orada bir yerlerde. Oturan, yürüyen, kahve içen, sokaktan geçen herhangi biriydi o. Uyandığımızda hatırlamadığımız. Dikkat bile etmediğimiz.
Çokta bir şey değişmedi anlayacağınız.
Herkes baktı.
Kimse görmedi.
Herkes konuştu.
Kimse dinlemedi.
Herkes düşündü.
Kimse sormadı.
Herkes sevildi.
Kimse sevmedi.
Seven si...
Neyse işte.
---------------------------------------------------------------------------------------------
------------------------------------------------------------------------------------
''Bu yazı tutmaz hacı, bunu çivilemek gerek''
''Neden?''
''Sonu bir garip olmuş.''
''Hayatımızda bir garip olmayan ne kaldı allasen, vur ya''
---------------------------------------------------------------------------
Şarap olmayı becerememiş her kim varsa, bir kadehte bizden ona.