13 Şubat 2013 Çarşamba

Natus Diligere Vol. 3


Adam yavaş ve uyuşuk hareketlerle gömleğini giydi. Sol göğüs kafesinin üzerindeki morluklar hala görünüyordu. Parmaklarını kullanmayı tekrardan öğrenen eski bir felçli gibi geçirdi düğmeleri. Hafifçe ayağa kalktı, kırık aynaya yöneldi. Parmaklarının yardımıyla saçlarını geriye doğru taradı. Suratını gördü. Gülümsedi. Hala çirkinim diye iç geçirdi. Çantasını buldu, daha sonra da kitaplarını. Uysal hareketlerle yerleştirdi altı delik çantaya kitapları. Dünya'ya benzetirdi çantasını. Ne koyarsa koysun, dökülüyordu altından. Altında ki delik ise ölümdü. Alıp götürürdü her şeyi. Umursamadı. Huzurluydu. Belki de ilk defa aldığı nefes batmıyordu ciğerlerine. Belki de geceden kalma alkolün etkisiyle hissetmiyordu bir şey. Ve belki de arkasında ki dağınık yatakta çırılçıplak yatan kadının esmer vücudundan süzülen elleri izin vermiyordu başka bir şey hissetmesine. Adam biraz sesli düşünmüştü gene. Kadın yavaşça araladı gözünü. Doğruldu yatakta. Yabancı gözlerle baktı etrafına. Hatırladı geceyi. Sabaha kadar karşısında ki adamla yaptıkları dansı. Geceyle ilgili anıları azaldıkça, karşısında ki adamı gördü. Yatağın karşısında ki tabureye oturmuş iri gözleriyle avını izleyen bir vaşak misali kadını izliyordu. İncitmeden izlemeye çalışıyordu.

 Kadının eli önce yatağın üstünde duran siyah saten kıyafete gitti. Giydi. Adam ağzını araladı.

 '' Dün gece sen uyurken dışarı çıktım. İzledim tüm şehri en alt noktadan. Birkaç sokak ismi ezberledim. Birkaç kişiyle kavga ettim. Birkaç barda, birkaç farklı alkol aldım. Fakat en güzeli bir parka gittim. Adı Kurtuluş'tu. Koşarak geri geldim otele. Buldum diye fısıldadım kulağına, çıkışı buldum. Kurtuluş'u buldum, çıkışı buldum. O sırada üstünde ki battaniye açıldı. Baktım sana. Her şeyine. Üstünü örttüm yavaşça. Aptalca dedim sonra tekrardan kulağına. Hepsi aptalca. Hayatımda yaptığım tek doğru seninle dibe batmak. Kurtulmak istemiyorum. Dün gece ben sana hayatımı adadım. ''

Kadın biliyordu bunların yaşanmadığını. Çünkü sabaha kadar sevişip, dans etmişlerdi. Çünkü Ankara'da değildi nefes aldıkları yer. İstanbul'du. Çünkü adam uyuyakaldıktan sonra sayıklamıştı sabaha dek. '' Seviyorum '' demişti. Belli etmedi kadın. Gülümsedi. Giydiği siyah sateni, geri çıkardı. Adam gülümsedi. Gömleğinin düğümlerini açmadan, kafasının üzerinden geri çıkardı. Kadın belli etmedi tüm olan biteni, çünkü aşıktı. Çünkü hiçbir şeyin bir anlamı yoktu. Kayboldular. Şafağın ortasında, gecenin sonunu yaşadılar. Yatağın ortasında, hayatın sonunu yaşadılar.

Doğru zaman diye birşey yoktur. Zamanı doğru yapan doğru kişi vardır.
Doğru yer diye birşey yoktur. Yeri doğru yapan doğru kişi vardır.
Bir tek doğru kişi vardır. Önemli olan onu bulmaktır. Önemli olan onu bulmak için her engeli aşmaktır. Her fedakarlığı yapıp ona ulaşmaktır. Önemli olan özlerken kavuşmak değil, kavuştuktan sonra da özlemektir.

Natus Diligere Vol.2


 İki yıldızlı bir binanın, üç pencereli odasında iki yatağı birleştirip üç saat boyunca sevişen iki insan. Odanın duvarlarının rengi kan kırmızısı. Kalbin duvarlarını andırıyor. Bir kalbin içinde sevişmekten yorgun düşmüş bir kadın ve yatağın önünde ki masanın üzerinde duran kağıtları karalamaya çalışan bir adam. Oda beyaz bir kasvetle soluyor. Duman girdiği ciğerlerden, çıkmak bilmiyor. Adamın elinde ki sigara sönmek bilmiyor. Kadının yatağın yanında ki dolaptan çıkardığı kırmızı şarap şişesi açılmak bilmiyor. Pat sesi duyuluyor önce, daha sonra sarı saçlı bir adamın sözleri çınlıyor kulaklarda;

 '' Hayalin hep yanımda olsa bile, eksilmişim yine ''

 Adam cümlenin sonunda ki noktadan sonra gelen nakarat eşliğinde başlıyor yazmaya. Kömürün kağıt üzerinde çıkardığı fısıltı ve kadının gırtlağından damla damla akan şarabın gürültüsü eşlik ediyor şarkıya. Dağınık bir yatak. Havaya hakim beyaz bir kasvet. Elinde şarap kadehiyle hayatının adamını izleyen bir kadın. Gülümsüyor. Önünde duran adam bırakıyor kalemini. Odada ki yoğun dumanı rahatsız etmeden çeviriyor kafasını kadına doğru. O da gülümsüyor suratının görünür tarafıyla. Şarkı kapatılıyor. '' Son bir şarkı '' diyor adam, eli play tuşuna giderken. Kadınla konuşmuyor aslında. Hayatla konuşuyor. Dünya'yla konuşuyor. Son bir şarkı daha istiyor. Play tuşu şarkıyı başlatıp, hayatı durduruyor. Dünyayı durduruyor.

'' Is this love? ''

 Adam yavaşça eğiliyor. İngiliz asilleri kadar kadar asil, bir Afrika'lı kadar çıplak. Kadın yataktan kalkıyor yavaşça. Hayatı boyunca bu anı bekler gibi. Adamın elleri, kadının belindeki yerini buluyor. Kadının elleri ise adamın düşük fakat asil omuzlarında ki yerini. Sallanmaya başlıyorlar yavaş yavaş. Dünya duruyor, onları başı dönüyor. Yüksek alkol ve yüksek aşkın verdiği körlükle birbirlerinin ayaklarına basıyorlar. Aldırış etmeden gülümsüyorlar. Kahkahalar takip ediyor gülümsemeleri. Yatağa atıyorlar sonra kendilerini. Bob Marley bu sefer kurtuluş diye bağırmıyor.


'' I wanna love you every day and every night ''

Adam ve kadın uyuyakalıyor. Gecenin sonundan, şafağın başına dek. Gecenin başında adamın yazdığı kağıtlar ise yakılıyor sabahın ilk ışıklarında. Tek bir kelime kalıyor geriye. Bittiği yerde başlayan iki sevgiliyi en iyi anlatan. 

SON

12 Şubat 2013 Salı

Natus Diligere


Sustu. Susması gerekiyordu çünkü. Dünya'da milyarlarca insan yeterince konuşuyordu. Karşısında dimdik duran, keskin gözler, ince bel ve güzel dudaklarla konuşan bir kadın vardı. Çekiciliği yüzünden düşünemiyordu diğer altı milyar insanı. Şeytandan almıştı kadın, çalmıştı güzelliği. Kadın konuşuyor, ama anlatmıyordu. Adam dinliyor, ama duymuyordu. Bir din yaratmak istedi, sadece o an için. Sonra vazgeçip Gauss'u düşündü, sonra da astronotları. Uzaydan dünyayı izleyenleri. İzlemek istedi dünyayı. Yanarak, kül olmasını. Sonra vazgeçip kadının dudaklarına odaklandı. Dinliyormuş gibi görünse de, o aşık oluyordu. Gülümsedi yavaşça adam. Kadın sustu ve sordu

 '' Ee cevabın ne? ''

 Çocukluğundan beri düşünürdü adam bu sorunun cevabını. Sabah uyandıktan sonra, gece rüya aralarından önce. Hep düşünürdü cevabın ne olduğunu. Normal bir sorunun cevabı değildi bu. Hatta herhangi bir sorununda cevabı değildi. Sorusuz bir cevabı arıyordu adam. Duymamıştı kadının ne sorduğunu, bilmiyordu soruyu. Duymamıştı dünya onun düşüncelerini, bilmiyordu kendini. Cevap benim diyordu içinden. Ağzını hafifçe araladı, ve döktü tüm kelimelerini;

 '' Her insan şu hayata soru sormak için geldi. Sordular, Tanrı'yı buldular. Sordular, kendilerini buldular. Sordular, neden nefes aldıklarını buldular. Fakat ben sövmeye geldim dünyaya. Sövdüm, Tanrı'yı unuttum. Sövdüm, kendimi unuttum. Sövdüm, neden nefes aldığımı unuttum. Ben hayata bir şeyleri bulmaya değil, kaybetmeye geldim. Yaşamadığım, yaşayamayacağım her şeyi kağıtlara yazıp, onları yakmak için geldim. Dünyanın en güzel kadınını resmedip, onu kadınla beraber yakmak için geldim. Ben unutmaya geldim. Kaldırım taşlarında yürüyenlerin aksine, ben o kaldırım taşlarını sökmeye geldim ''

 Kadın dinliyordu adamı. Sorduğu soruyla hiçbir alakası yoktu adamın anlattıklarının. Fakat kadın bu yüzden seviyordu adamı belki de. Farklı olması. Aralarında farklı bir ilişki vardı. Birbiriyle yıllardır sevgili olan iki insan gibiydiler. Evlenmeyi unutan sevgililer. Ve bazen de birbirinden bıkmış iki karı koca gibiydiler. Sevgili olmayı unutan evliler. Birbirlerine bağlıydılar, zorundaydılar. Kadın adamı dinlemeyi seviyordu. Ama dinlemek zorunda olduğunu da iyi biliyordu. Hafifçe gülümsedi, kalın dudakları daha çekici bir hal aldı. Kapattı adamın dudaklarını, kendi dudaklarıyla. Adamın konuşmasını seviyordu ama sessizliğine aşık olmuştu gün geçtikçe. Tüm dünya izledi iki sevgiliyi. Afrika'da ki çocuğun kafasına giden mermi havada asılı kaldı, kendini köprüden atanlar havada asılı kaldı, yumruklar havada asılı kaldı. Hayatın ta kendisi havada asılı kaldı. Sonra adam ayırdı dudaklarını istemeyerek. Biliyordu, ölmesi gerekenler ölecekti. Tüm hayat onu bekliyordu yeri öpmek için. Kadından aldığı dudaklarını araladı. Adamın aşık olması gerekiyordu. Oldu.

'' Seni seviyorum ''

 Cevap buydu. Belki de Dünya'da sorulan her sorunun cevabı buydu. Belki de diğer dünyalar da sorulan sorunun da cevabı buydu. O dünyaya sormak için gelmemişti. O gün fark etti, sövmek içinde gelmemişti. O sevmek için gelmişti. Dünya'ya yeri öptürmek için. Ölmek üzere olan zihni son nidasını bastı uzun cümlelerle..

'' Born to die.. Peh, herkes dünyaya ölmek için geldi. Ölmeye zaten mecbursun. Sıkıyorsa sev. Sıkıyorsa aşık ol. Sıkıyorsa hayata alış. Natus Diligere, amına koyayım ! ''

9 Şubat 2013 Cumartesi

Kaçacak yerim yok, ama evimdeyim.



 Adam ve kadın odanın en zenci köşesinde oturuyordu. Kadının gözleri odanın ve hayatının karanlığına rağmen parlıyordu. Geceyi fark etmeden aydınlatan yıldızlardan daha parlak, daha masumdu gözleri. Belki de biçimsiz vücudunda en beğendiği yerleri gözleriydi, belki de en nefret ettiği. Büyük ihtimalle o da nefret ediyordu gözlerinden. Parlamalarını istemiyordu, fark edilmek istemiyordu. İnsanlar ne zaman karanlıkta kaybolsa onun gözlerine yürürdü. Ölenler aslında tünelin sonunda ki beyaz ışığı değil, onun gözlerini görürdü.

 Kadın ve adam odanın en zenci köşesinde oturuyordu. Adamın parmaklarının arasında mutluluk vardı. Ateş vardı o mutluluğun ucunda. Duman çıkıyordu o mutluluktan. Odayı buluta çevirmişti o duman. Mutluluk dumanı ile dolmuştu adamın ciğerleri. Ama ona yetmiyordu artık. Ne kadar mutsuzluk o kadar mutluluk diyordu. Dolce Vita diyordu içinden sonra da. '' Tatlı hayat ''. Sonra bir kere nefes daha çekiyordu elinde ki mutluluktan. '' Daha tatlı hayat '' diye fısıldıyordu. Önceleri nasılsın diye sorulduğunda, bokun içinde yüzüyorum derdi. Şimdi biliyordu ki artık insanlar onun içinde yüzüyordu. Onun zihni dibi olmayan olmayan bataklıktı, onun kalbi bir belediye tuvaleti kadar değerliydi. Bazen sevgililer orada sevişir, bazen tutunamayanlar orada altın vuruşu yapar, bazense ihtiyacı olanlar kullanırdı onun kalbini. Önemsemiyordu o da artık. Beyaz ışığını bulmuştu o. Yürümesi gerekmiyordu o tünelde, kullanması gerekmiyordu belediye tuvaletini de. Mutluluğa da ihtiyacı yoktu belki, ama o hayatını zirvede bitirmek istiyordu. Bu yüzden son nefesiyle İstanbul'a adım atmıştı. Bu yüzden son parasıyla 2. sınıf bir fahişe bulmuştu. Ve bu yüzden son gücüyle kendini Boğaz'a bakan bir otel odasına atmıştı. Zirvede bitirmek istiyordu o sadece. Adını bile bilmediği bir kadın başını, onun omzuna koymuştu daha demin. Önemsemedi. Hatırladığı üç beş türkçe kelimeyle anlatmıştı sevişmeyeceklerini. Çünkü adam sevişerek başlamıştı hayata. Hergün hayat düzenli olarak beceriyordu adamı. Son gününde kimse kimseyi sikmeyecekti. Tekrar fısıldadı, Dolce Vita..

 Kadın başını adamın omzuna dayamıştı. Gözleri pencereyi izliyordu, pencere ise İstanbul boğazını. Her gece kendini atmak istediği o boğazı izliyordu. Hiçbir zaman kendine ait olmayacağı için yakmak istediği onlarca arabayı izliyordu. Hiçbir zaman yaşayamayacağı hayatlara sahip olan insanların amına koymayı istiyordu. İşte bu diyordu içinden, hayatın amacı, hayatın amına koymak. Herşeyi patlatmak. Hayatta hiçbir zaman sahip olamayacağı yağmur ormanlarını yakmak, yemeye parası olmadığı her balığı öldürmek, asla göremeyeceği fransız kumsallarını kirletmek istiyordu. Söyleyemediği her kelimeyi unutmayı, sadece öpüşmek için kullandığı dudaklarını dikmek istiyordu. Sadece gözleriyle gördüğü dünyayı sikmek istiyordu. Sağırdı, dilsizdi. 14 yaşında Rusya'dan, Türkiye'ye gelmişti. Öz babası tarafından tecavüze uğradıktan sonra, kalın bıyıklı bir adama satılmıştı. 17 yaşına kadar hayatı öğrenmişti. Saçlarını taramayı unutmuştu. Nefreti öğrenmişti. Sevgiyi unutmuştu. Ölümü öğrenmişti. Çocukluğu unutmuştu. Bir gece bir adam gelip elini tutana kadar hiçbir şeyi öğrenip her şeyi unutmuştu. Adam karşısına geçti, ağzını hareket ettirdi. Sonra tekrar elinden tutup bir otele götürdü onu. Yere bir minder atıp, duvara sırtını yaslayarak oturdu, içinde tütünden başka şeylerde olduğu anlaşılan sigarasını yakıp pencereyi izlemeye başladı adam. O soyundu, yere bir minder attı, tam adamın yanına. Başını onun omzuna koydu. Pencereyi izlemeye başladı.

 Adamın omzuna ağır geliyordu kadının başı. Çok ağırdı. Adam gülümsedi. Dertlisin değil mi sende dedi. Cevap gelmedi. Adam gülümsemeye ve kendi kendine konuşmaya devam etti. 17 yaşındaydı ikiside. Sevgililer gibi el ele tutuştular, dışarıyı izlediler. Yıllardır birbirine sahip çıkan iki sevgili gibi. Kadın düşünmüyordu yarın sevişeceği adamların yüzünü. Adam düşünmüyordu yarın bitireceği şişelerin dibini. Kadın ve adam düşünmüyordu artık kurtuluşu. Adam biliyordu Kurt Cobain'in Where did you sleep last night şarkısı. Belki kadın duyabilse severdi. Fakat her ikisi de dün gece nerede yattığını umursamıyor, her ikisi de yarın nerede yatacaklarını önemsemiyordu. Onlar bugün nerede kalacaklarını biliyordu bir tek. '' Mayın tarlasının tam ortasında '' dedi adam. Kadın duymadı ama anladı. '' Buradan kalktığımızda geri döneceğiz siperlerimize. Burası hayatın kırmızı ışığı. Burası asansörde elektriklerin kesildiği an. Burası senin ve benim hikayemin bittiği, bizim hikayemizin başladığı an. '' Kadın yine duymadı, bu sefer aşık oldu. Kafasını kaldırıp öptü adamın çatlak dudaklarından. Para karşılığı değildi bu öpücük, hislerdi ödenilen miktar. Sadece gerçek aşkı yanında hissetmenin verdiği hisler. Sesler ve kelimeler olmadan. Sadece bir omuzdu bu hisleri veren.

Onlar birbirlerine ait olabilmek için acı çekmişti. Konuşmadan aşık olmak için acı çekmişlerdi. Kelimelere, yüzlere, gözlere, isimlere, cisimlere, bedenlere, gelenlere, gidenlere, bitenlere ve ölenlere ihtiyaçları yoktu. Onların acıları vardı, onların geçmişi vardı. Acılar ve geçmişler birleşti, gelecek ortaya çıktı. Geleceğe sarıldılar. Onların geleceğine.

 Onların olmayan her geleceğin gırtlağını kestiler. Biz kelimesi geçmeyen cümleleri unuttular. 

5 Şubat 2013 Salı

La Follia


  Adam ve kadın yolun ortasında. Elleri birbirine kenetlenmiş, gelecekleri gibi. Adam kadına bakıyor. Kadın ise adamın gözünün altındaki morluklara. Hatırlamıyor en son ne içtiklerini ikisi de. Kadın sormuyor kavga mı ettin yoksa bir şey mi çektin diye. Çünkü bugün o da bir şey çekti. Ucu söndükten sonra bademciği yakan bir sigara değil, bedeni uyuşturan içi dolu bir kağıt değil ve burnunun kaşınmasına neden olacak bir toz hiç değil. O siktir çekti bugün. Bademciği değil, ruhu yanıyordu. Bedeni değil, zihni uyuşuyordu. Burnu değil, kalbi kaşınıyordu. Aşk gelecekti. Gelecek aşktı. Gelecek yanında duran göz altları mor olan adamdı. Aşk elini kenetleyen adamın damarlarında akan kandı. Ve belki de aşk karşıdan gelen otobüsün içinde yaşanacaklardı. Dudaklarına gülümsemesini sürdü ustalıkla. Gözleri dimdik, göğün ve yerin kavgasını izliyordu ufukta. Sonra dikkati adamın yavaş yavaş kıpırdanan dudaklarına gidiyor. Daha önce binlerce kez öptüğü dudaklar, daha önce binlerce kez aşık olduğu dudaklar yine bir şeyler söylemeye çalışıyor.

 '' Kameranı bana ver, mutluluğun resmini çekeceğim ''

 Kadın çantasından, babasının dolabından çaldığı fotoğraf makinesini çıkartıyor. Düşünmüyor kamerayı uzatırken, babasının şu an nerede, nasıl onu aradığını. Belki de babası yine ağrımamasına rağmen şakaklarını ovuyordur.  Belki de annesi üzülmemesine rağmen göz yaşı döküyordur. Belki de şu an bir turist daha tacize uğruyor, bir sanatçı daha intihar ediyor, bir çocuk daha son nefesini veriyordur. Hiçbir şeyi bilemeyeceğini bildiği için düşünmüyordu hiçbirini.

 Adam yavaşça alıyor kamerayı. Gecenin bir yarısı uyanan uykusuz bir çocuk misali, uykusuzluğunu yalnız yaşayabilmek için ailesini uyandırmamaya çalışıyor. Kameranın önüne elini koyuyor ve fotoğrafı çekiyor. Biraz bekledikten sonra kamerayı kadına geri uzatıyor. Bilmiyor çektiği fotoğrafı nasıl açacağını. Aç diyor eliyle, en büyük şaheserime bak. Kadın dikkatli bir şekilde simsiyah fotoğrafı izliyor, adam ise ufkun derinliklerinde kaybolmaya başlarken ağzını açıyor;

'' Mutluluk mükemmel olmaksa, elindeki fotoğraf mutluluk. Hiçbir hata yok, hiçbir çirkinlik yok, hiçbir insan yok. Eğer mutlu bir dünya istiyorsak, önce insanları kaldırmalıyız şu kaldırımlardan. ''

 Kadın anlamıyor başta. Fakat sormuyordu da neden böyle bir şey yaptığını adamın. O deli zihninden neler geçtiğini düşünmek bile kadını korkutuyordu. Adam son kez daha açtı ağzını, kadın düşünmedi bu sefer ne diyeceğini. Duydu ama dinlemedi. Adam yine gitmişti çünkü. Bedeni yanındaydı, kalbi elindeydi. Fakat zihni.. Belki İsrail yapımı silahları nasıl Müslümanlara satabileceğini düşünüyordu, belki de alman silahlarını nasıl Yahudilere. Zihni nerede, ne yapıyor bilinmezdi ama, sözleri her telden çalıyordu gene.

'' İnsanlar eşit yaratıldı. Herkes yemeyi, üremeyi ve sıçmayı biliyordu. Herkes aşkı kendi kafasında yarattı, adaleti, parayı, haksızlığı. Her zaman, her şeyi insan yarattı. İnsanlar yarattı sistemi. Sonra '' FUCK THE SYSTEM '' sloganlarıyla dolaştı sokaklarda. Kendi yaptığı kaldırım taşlarını söküp polise fırlattı. İnsanlık her şeyi kendi yarattı. Yemek, üremek ve sıçmak az geldi çünkü. Düşünmekte istediler. ''
 Adam cümlesine noktayı koydu dudaklarıyla. Kadın gülümsemesini silmedi yüzünden. Bekledikleri otobüs geldi. Kalkış noktasında Dikili, varış noktasına ise diğer yerler yazıyordu. Onlar diğer yerleri seçtiler. Diğer yerlerin son durağına gittiler. Taksim'de ayrıldılar, Kurtuluş'ta buluştular. Çünkü Taksim ayırmak demekti, onlar kuralları bozmamak istedi. Yeterince bozduklarını biliyorlardı. Ve Kurtuluş'ta aralarında ki ilişkiye verdikleri isimdi.

 Kurtulmak için birbirine sarılan iki insandan ibarettik biz. Birbirimizi tanıdıkça daha çok inandık kurtulacağımıza. İnandıkça sevdik birbirimizi. Sevdikçe daha çok sarıldık. Ve bir gün ansızın aşık olduk. Yukarı çıkmamız gerekirken aşağı düşmeye başladık. Mutluyduk sarmaş dolaş aşağı düşerken. Bilmiyorduk son durağın nerede olduğunu, ne kadar süre sonra yeri öpeceğimizi. Biz çok güvendik birbirimize, sarılırken bile kapadık gözlerimizi. Görmedik kopan ruhlarımızı, kırılan kalplerimizi yere çakılırken. En yukarı çıkmak için, Kurtulmak için sarılmıştık oysa biz, şimdi ise en dipteyiz. Ve en kötüsü, artık birbirimizi dahi göremiyoruz. Çünkü en dip çok karanlık. Ama sana söz veriyorum. Seni bulacağım. Tüm bu cehennemi arayacağım kör gözlerle. Eğer yaşamdan sonra bir hayat yoksa, senin için onu da yaratacağım. Seni bulup, sana tekrardan sarılacağım.
Çünkü sana aşığım.