Mira iğrendi kendinden. Sabah beş trenini kaçırmış gibiydi. Aldığı ağrı kesiciler ve kullanmadığı antidepresanların etkisinde, sürükleniyordu evinin odasında, duvardan duvara. Hayatımız da olan biriydi Mira. Sevdiğimiz, düşüncelerine değer verdiğimiz ve de ara ara gıcık olduğumuz. Arayıp sormayan birisi. Ama yargılamıyorduk onu. En azından onun kendini yargıladığı kadar. Onun kendinden iğrendiği kadar seviyordu kimileri. Hatta kimisi daha fazla. Kimisi diyorum çünkü tek bir kişi vardı onu o kadar seven. Tek bir kişi. Sokakta görmekten çekindiği, mesaj atmak istemediği. Mesajlarını okumak istediği. Ve kendinden iğrendiği kadar sevdiği.
Nefret ve aşk. Daha önceki yazılarımda söylediğim gibi aynı boşluğa bakan uçurumların iki ucudur. Her nerede durursan dur, illa ki oradadır o boşluk. Pencerenden onun manzarasında uyanırsın, günlük işlerini yaparken onun seyrine dalarsın ve anksiyeten her zaman insanların içinden geçip onu görür. Kiminle konuşursan konuş, bileklerinde morarmış zincir izleri bağıracaktır. Dizlerinde çimen izleri o kokacaktır. Nefret ettiğin yahut aşık olduğun. İçtiğin alkolün fiyatından, yaptığım konuşmanın kalitesine kadar, ne kadar derine bakarsan bak, onu göreceksindir.
Mira o zamanlar aşkın kavramını öğrenmeye çalışıyor, iki uçurum arasında bir köprü görevi görüyordu. İlk önce aşık olanlar, sonradan nefret, ilk önce nefret edenler sonradan aşık oluyordu. O ise köprüydü. Sadece bir köprü. Üstüne basanların korkusunu yaşayan bir köprü. Dışarıdan bakıldığında da üstünde gezerken bakıldığında da aynıydı. Tahtaları sağlamdı, ipleri kaç barut komplosunu asmıştı belki de.
Unutmuyoruz. Sadece unutmuş gibi yapıyoruz ki unutmamaya çalıştığımızın kalbi ağrımasın. Yok hayır, yanlış anlamayın beni. Kimileri o kadar da umrumuzda değil Mirayla. Sadece uğraşmamak için söylüyoruz çoğu yalanı. Ben onun iğrençliğiyim. İsa'yım ben. Unutamadığı bir avuç ailesiyim. Avutamadığı acılarıyım ben. Ölse bile beni sevmeye devam edecek. Bunu bilen tek kişiyim ben.
Mira o gün biraz kırgın, biraz dargındı hayata. Yine, o boşlukta hissettiği günlerden birinde, telefonunun ekranında yazdığı kelimeleri ve biraz önce onu sevdiğini söylediği adamın yazılarını çift görüyordu. Oysa hayat çift olamayacak kadar yalnızdı. Oysa, parmaklarının ağrısını dindirmek için kullanıyordu alkolü. Ve de ellerini nereye koyacağını bilemediği için yakıyordu sigarasını. Kime, neyi anlatması gerektiğini bilemediği için yazıyordu. Nerede, ne zaman sevmesi, ne zaman terk etmesi gerektiğini hissedemediği için gidiyordu. Ve bunu bir tek ben biliyordum. Fakat o, bunu fark edemeyecek kadar inatçı ve iyimsizdi.
Mira, ölümün ne olduğunu bilmekten çok, ölümün nasıl beklendiğini biliyordu. Beklemenin ne demek olduğunu öğrenmişti, henüz fark edemeyeceği yaşlarda. Umut ettiği şeylerin, gerçekleşmeyeceğini bilerek inanmayı öğrenmişti. Büyüyordu. Olgun bir kadın olma yolunda, tökezleyerek ilerliyordu. Eğer Tanrı olsaydı, bacakları olmayanlara kanatlar verirdi.
"There once was a tiger striped cat. This cat died a million deaths, revived and lived a million lives, and he was owned by various people who he didn’t really care for. The cat wasn’t afraid to die. Then one day the cat became a stray cat, which meant he was free. He met a white female cat, and the two of them spent their days together happily. Well, years passed, and the white cat grew weak and died of old age. The tiger striped cat cried a million times, and then he died too. Except this time, he didn’t come back to life."
Dakikaların benden gayrı ilerlediği vakitlerdeyiz tekrardan sevgili dostlarım. Tekrardan diyorum, çünkü siz bu cümleyi çok iyi biliyorsunuz. Fakat bu gece sizlerle paylaşacağım hikayeyi daha önce hiç duymadınız. Hatta ben bile duymadım. O yüzden kulak verin parmaklarıma. Yakın sigaralarınızı. Yukarı da -her zamanki gibi- paylaştığım şarkıyı açın yahut halihazırda dinlediğiniz müziği başa sarın. Toplanın dostlarım. Bu gece sizlerle, taşranın metropol havasına büründürdüğü apartmanlardan birinde, 7 numaralı dairede geçen bir hadiseyi dinleyeceğim.
Nefes al burnundan. Bir - ki. Şimdi ver ağzından. Birkaç defa daha tekrarla şimdi.
Nefes almayı öğrenmem gerek. İnsanlar gibi. Çünkü yarın büyük gün. Oysa nefes alıp vermeyi bir iş haline getirmiş bir insanın yorulmaması nasıl beklenir? Kendi başıma beceremeyeceğim sanırım. Bu işi iyi yapabilenlere, nefes alıp vermeyi sevenlere sormak gerek. ''Alo X'' ''Efendim?'' ''Ya ben sana şeyi sorucam, nefesi aldıktan sonra kaç saniye bekliyorsunuz?'' ''Nasıl yani?'' Gülünecek bir şey bulmadığım zamanlarda insanların gülmesi ve herkesin hüzün dolu bakışlarla bana baktığı sırada tutan gülme krizlerim skolastik biçimde orantılı. ''Yani nefes işi. Nasıl yapıyorsunuz?'' ''Kafa mısın sen yine ya?'' İnsanların kafa olmadığımda beni kafa sanması ve herkesin kafa olduğu zamanlarda en ayık olanın ben olmam da... Anladınız işte.. Orantılı. Bana benim kadar deli fakat benden daha hırslı olup, kendini sentezleyebilmiş biri gerek. ''Ne zaman yalnız kalsan eski sevgililerini düşünüyorsun..'' Bunun yalnızlıkla bir alakası yok Dorothy. Öğrenmem gerek sadece. Biliyorsun, yarın belki seninle tanışırım. Ufakta bir ihtimal olsa, dışarı çıktığımda çarpışmamız, elime yüzüme bulaştırmak istemiyorum. ''Ne yapacaksın yani? Benimle iyi tanışabilmek, bende iyi bir izlenim bırakabilmek için sürekli eski sevgililerine mi döneceksin?'' Dönmeyeceğim. Soru soracağım sadece. Bir tanecik. Hem bak o başka birine aşık, diğeriyle zaten iyi anlaşıyoruz, şuna da yazsam cevap verir garipsemez beni. Bu falanda var da, bunlarla pek haşır neşir olmak istemiyorum. Biliyorsun.. ''Senin bir cümlen bile, yanlış zamana denk gelirse, neler yapabileceğini biliyorsun. Sanki sürekli senin etrafında dönüyormuş gibi dünya, sadece senin soruların varmış gibi cevap arayan. Birkaç kadın meselesi değil bu, koskoca kainatı boşvermişsin gibi davranıyorsun.'' Ama öğrenmem gerek. Ya senin yanında bir pot kırarsam, nefes alış verişlerim hızlanırsa senin yanında? Ya peki, beraber uzandığımızda bir yere, başını kalbime koyduğunda kalp atışımdan ürkersen. Gürültüsünden fısıldayamazsak.. ''Bunları bu kadar düşünüyorsun, önce ağrı kesicileri bırakmalısın.. Hayır, beni dinlemeyeceksin bile. Ama şunu istiyorum senden. Ya bir gün eski sevgililerin sana yüz vermeyi bırakırsa? Konuşmazlarsa. Yeni eski sevgililer mi bulacaksın kendine? İnsanlarla sevgili olduktan sonra, ayrılmayı mı bekleyeceksin? Arkadaşın kalmadı! Anla artık.'' Bak şu kitapları aldım, düşünürlere göre şehirlerin sosyolojik ve psikolojik analizlerini yapıyor. Belki hoşuna gider, ortak yönümüz olur, çay içerken yaptığımız samimiyetsiz sohbete konu olur. Ne dersin, sence beğenir misin? ''Beni cidden dinlemiyorsun değil mi?'' Hey! Geri gel. Daha saçlarımı üçe vurup vurmamam hakkında konuşacağız. Neyse. Saat geç oldu. Her şey gibi.
Zaten başımıza ne geldiyse solumuzdan gelip, geçenlerden geldi. Saatler mesai bitimi, sokakların aceleci ve yorgun olduğu saatlerdi. Herkesin önüne bakıp yürüdüğü, kalabalığın bir otobüs gibi insanları alıp, gidecekleri evlerine, koltuklarına bıraktıkları saatlerdi. Hiç sevmediğim saatlerdi. Şimdi diyeceksiniz ne alakası var yahu gelip geçmeyle? İşte ben o kalabalıkta, gördüm onu. Kırkı çoktan çıkmış cenazemi. Söylenmemiş, söylenememiş kelimelerimi. Bir bıçak saplandı şakağıma. Hissedemedim ellerimi. Kayıverdi sigara elimden, düşünmedim yitirdiklerimi onu unuturken. Sadece baktım, kazıdım aklıma o anı. Aylar sonra. Bir sokakta, tam onu unutmuşken gördüm. Aylarca sokaklarda sabahladım görebilmek için. Bir akşamüstü mesajı gibi çıktı karşıma, bir kebapçının önünden geçerken. Garip duygular içine, bir tutam feryat, bir tutam özlem, bir avuç mutluluk sardı içimi. Neden mi mutluluk? Bakmadı çünkü bana. Baksaydı eğer, çarşı karışırdı. Baksaydı eğer, gözlerimiz kesişecek, yine kan revan içinde kalan benim ruhum kalacaktı. (Kalbim diyemiyorum sevgili okurlar, nerede olduğunu ben dahi bilmiyorum.) Çünkü baksaydı, yakalayacaktı gözlerimi. Yakalasaydı, ben duracaktım; O ise yürümeye devam edecek, kalabalığın onu götürdüğü yerleri gezecek, birkaç adım sonra, benim olmadığım durakta inecekti. Ve ben o durağı bulabilmek için, karış karış edecektim tekrardan. Beni görmediği için mutluyum.
Sessiz ol. Duyuyor musun? Kalbinden, ciğerlerinde su toplamış okyanuslara göç eden martıların çığlıkları yankılanıyor gözlerinde. Ne sanıyorsun sen? Göremez miyim? Anlatmaz, vuramaz mıyım yüzüne hepsini? Kısık sesinle bana cevabını bildiğin sorular sorduğunda gülümseyip istediğin cevabı vereceğimi düşünemedin mi? Bakışlarımı ve hikayelerimi unutabileceğini mi sandın?
İçtiğin kahvenin kırk yıllık hakkını unutmuş gibi, Tüm duygularını eline alıp, gazeteye sarmış, umutsuzca saklıyorsun hala. O kumsal, gözlerimde; O gazetede de ölüm ilanım, üçüncü sayfa haberlerinin arasında kaybolmuş.
Hanımefendi. Uçurumun kenarına doğru sürüklüyorsunuz kendinizi. Yastığınızın soğuk tarafını çevirirken, kayboluyorsunuz odanızın karanlığında. Rüyanızı değiştirecek kadar dalıyor gözleriniz kapıda asılı olan cekete. Düşüncelerinizi duyuyor gibiyim. Korkularınızı tadıyor gibiyim. Ben biraz siyah, Biraz siz, Az mı az kül tablasında unutulup sönmüş türküler gibiyim bu akşam. Kumların arasına karışıp gitmiş anılarım, acılarım. Tüm trafolara kedi girmiş, Ne kadar insan varsa bir konser salonunda. Ve biz seninle; Kız kulesine doğru atılan ufak kulaçlarda birlikte, Ciğerlerindeki okyanusta. Üstümüzde martılar çığlık çığlığa asılı kalmış, Saçlarındaki tütün kokusu uçuşurken karasalın en sert mevsiminde.
Biraz içim dışımda bu akşam. Adeta gün yüzü görmek istermiş gibi tüm iç organlarım. Ellerine kalbimi almış, göğüs kafesimin kemikten parmaklıklarına vuruyor.
'Gardiyan! Sigara getir bize.'
Eski bir yeşilçam filminden aklımda kalan tek bir konuşma.
'Buraya seni görmeye gelmiştim. Ama artık seni görmek istemiyorum'
Ve soruyor kan revan bana.
'Her şey senin istediğin gibi mi olmalı hep?'
'Olmalı. Fakat olmuyor. Bende inadına yaşar gibi istiyorum hep.'
'Yaşamak istiyorum.'
'Olmuyor.'
'Olmalıydı.'
'İnadına yaşar gibi.'
Düşünüyor, var olamıyorum. Seviyor, aşık olamıyorum. Doğru olan olayları, yanlış insanlarla, doğru olan insanları, yanlış zamanlarda, doğru olan zamanlara ise yanlış olguları doldurmakla geçiyor gençliğimin en mutlu olmam gereken yılları.
Sevdiğim, seviştiğim, ağladığım ve hatta kanadığım her anı gün yüzüne çıkıyor bu gece.
Sakallar hatırladı.
'Sen benim hayatsızlığımsın ulan.'
Saçlar unutmaya pas tutmuştu. Kalbin en soldaki kırığı sızladı. Eski günlerden bir şarkıyı çaldı ve de kulak. Anksiyete küflenmiş tahtından kalkıp şöyle bir tokat attı surata. Gözlerime bak dedi gözlere. Sineztesi esti, burun titredi bir sincabın burnuymuş gibi ve kokladı hüznü. Bipolardan kıvılcamlar yükseldi. Sigara paketi bir yumruk attı dudağa. Yaraya bir sigara bastı eller. Gojan Bregovic vardı sonbahar orkestrasının başında o zamanlarda. Ne kadar olmuştu uzun bir yolculuk yapmayalı yahut aşık bir erkeğin bedeninde gezdirmeyeli tırnaklarını.
Özledi kadın.
Özledi mi kadın?
Şiir okudu kadın. Eski bir şarkıyı, farklı notalarda dinledi. En iyi yaptığı şeydi. Her seferinde daha çok sevmezdi belki ama.. Her seferinde ilk seferdeki gibi severdi.
'Benim biramıda açar mısın?'
'Bak, şu boşların arasında belki vardır.'
'Şu bira getiren adamın numarası neydi?'
Geceleri gel.
'Akşam on'dan önce gelirsen de bira al.'
'Zor be kadın. Ama sen dur bakalım. Yakında yeni bir gezegen bulunur nasıl olsa!'
Kurumsal aşklar bunlar. Pardon.. Kumsal aşklar bunlar. Ellerini tutuyorsun. Parmaklarının arasındaki boşluklar öyle güzel, soğuk doluyor ki. Ayıkken sevişmek gibi, gidiveriyor hepsi bir bir sonra.
Maktulü olduğum tüm cinayetler sararmaya yüz tutmuş, cam silmek için kullanılan gazetelerde.
Hala bitmedi on altı yaşında öldürdüğüm bir kadının davası.
Bu küflenmiş hapishanede her gece,
Haber bekliyor,
Çürüyorum.
Biliyorum.
Bir gün birileri gelip diyecek ki,
Pardon.
Güleceğim bende.
Ağzımda dişlerimden beyaz bir glockla.
'Senden daha kötü durumlarda olanlar var'
diyorlar.
Daha çok üzülüyor, kahroluyorum. Onlardan kötü durumda bir başıma kalana dek.
Moralimi düzeltmek için söyledikleri ne varsa, bipolarımı daha çok bozuyor.
Kasımda ölmek zor.
Vizeler
Ne kadar büyük, ne kadar küçük olursa olsun bir kağıt bile bir yere kadar katlanıyor. Benden nasıl beklediniz katlanmamı?
Sanırım ondokuz seneye yetecek kadar küfür ettik, seviştik ve de kadeh kırdık. Kadehten çok kalp kırdık.
Neden her kırdığım kadeh için bana bağıran annem, kırdığım kalpler karşısında sessiz kaldı,
Kırdığımız kadehler, kalplerden neden hep daha değerli oldu Dorothy?
Dorothy?
Hoşgeldin.
Bekliyordum seni.
Aslında beklemiyordum, ama ne zaman beklemesem, hep geldin.
Beklemiyorken gelmenden çok, beklemiyorken beklemeye alıştım.
Karmaşık değil mi?
Düşünme şimdi bunları. Soko çalıyor. Hatırlıyor musun?
Kalp atışım hızlanıyor gereksiz yere Dorothy.
Heyecanlanıveriyorum, düğümleniyor boğazım, gözlerim doluyor.
Hüzünlü hüzünlü sevinçlerimde bile ağlayamıyorum Dorothy.
Bu şarkı olmasın lütfen demiştin,
Hüzünlü hüzünlü sevişmelerimde bile gülemiyorum Dorothy.
Tüm hayatımı yazdım buralara. Farklı isimler taktım günahlarıma.
Arada bir bakıyorum da..
Neden senden kaçmak, seni aramak ve bulunca tekrardan kaçmak üstüne her şey?
Neden sorusunun cevabını betimlemeler verir diye okudum.
O kadar unutmuşum ki seni, tekrardan anlatabilmek için, tekrardan neden diye sorabilmek için okuyorum kendimi.
Seni hatırlamak için aynaya bakıyorum Dorothy.
Saçlarımdan utanıyorum.
Belki sende aynaya baktığında beni görüyorsundur diye.
Yorulmuşsun.
İnkar etmeye başlama.
Seni, kendimden bile iyi tanıyorum.
Ben seni benden daha iyi tanıyorum Dorothy.
Anla işte!
Ben seni Tolga'dan daha iyi tanıyorum.
Ne zaman yakacaksın bir sonraki sigaranı?
İnanır mısınız sevgili okurlar?
Yazamadığımdan değil de, yazmadığımdan yazamıyorum bu seferde.
Çünkü yazarsam;
Şarkılar çalmaya başlayacak kafamda.
Ölü insanlardan çok diri diri gömülü insanlar göreceğim sokaklarda.
Harfler gelecek, gözlerim dalacak her gördüğü boşluğa.
Katlanamayacak, incelmediği yerden kesmeye çalışacağım dudaklarımdaki bıçaklarla.
Bir tebessümle sarılacağım önümdeki sigaraya.
Dişlerimi, peri tozuna dönene dek sıkıştıracağım,
Ve bağıracağım,
Şarkıyla birlikte,
'Geçmiş zamanın hikayesini yaşıyoruz bu akşam kafamdaki okyanusta.'
Oksijensizlikten ayığız üstüne bir de.
Baloncuklar yükseliyor ağızlarımızdan.
Midemi bulandıran, düşündükçe beynime iğneler batıran mavilikte.
Kaç sene önceydi bundan, tüm bunlardan pek hatırlamıyorum. Bir de şundan tabi. Ama ondan değil. O bayadır buralarda. Onun hikayesi zaten bu da. Bundan ve şundan önceleri yani.
Kadir birkaç yıldır böyle bir durum yaşamamıştı. Hatırlamıyordu ya da. Şarkı sözlerini hatırlamak gibiydi onun hayatı belki de. Bizler gibi yani. Dinledikçe hatırlıyordu. Ve şarkının son notasında tekrardan unutuyor, başı dinlemem lazım ilk önce diyordu. O kadar acıyı tekrardan yaşamam, onca hatayı tekrar yapmam gerekiyor diyordu. Çünkü o da bizler gibi, hayatın ritmini, yaptıklarının sonucunu unutan bir insandı.
Balıktı Kadir. Balıkların hafızası gibiydi onunki. Kimse tam emin değildi, ama unutkan olduğuyla ilgili söylemler dolaşıyordu arkadaşları arasında. Ya da o öyle anlatmıştı. Tıpkı balıkların intihar etmek istemesiyle ilgili. Kadir öyle düşünüyordu en azından. Balıklar yem olduklarını bilerek ısırıyordu oltaları. Unutmuyorlardı. Unutmuş taklidi yapmayı seviyorlardı. İnsanları aptal yerine koymak uğruna, canlarını verirlerdi. Biraz balıklara benziyordu Kadir'de. O da öyleydi.
------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hayal kırıklığına uğrattığım herkesten özür dilerim. İstediğiniz gibi biri, umduğunuz gibi biri, bildiğiniz gibi biri asla olamadım. Özür dilerim.
Geldik, sonunda başardık, dalgaların sonundayız, burası evrenin kıyısı. Kemerlerini sıkı bağla Dorothy, çünkü Kansas yok olmak üzere.
Elinde valiziyle, tahta kapının önünde dikiliyordun. Ailendi seni buraya terk eden. Kızamıyordun ama onlara nedense. Misafirdin artık. Birkaç günlüğüne tatil yapmaya, işlerini halletmeye gelmiş biriydin. Elinde ufak bir valiz bile vardı. Ne bekliyordun? Bunu. İlk önce üstünü boyadılar anılarının, daha sonra yüzlerce kez masturbasyon yaptığın, ilk kez cinsel ilişkiye girdiğin, uykusuzluğun başladığında dört döndüğün yatağı sattılar. Ciğerlerini parçalayarak, gökyaşı* dökerek içtiğin sigaraların mezarlığına bakan pencereyi aldılar şimdi de elinden. Hayat bile her aldığın nefesi öldürürcesine geri istiyordu. Ailen daha masum duygular mı besliyor sanmıştın?
Bırakıyorsun valizini ikinci el çekyatın tekine, kapatıyorsun kapını giyinmek için. Oturuyorsun ceketinin üstüne. Başın ellerin arasında düşünüyorsun, izlerken karışla birkaç saniyede ölçülebilen odaya. Merhaba diyorsun. Ufak bir oda belki ama bu sonsuz boşluğa dalıveriyor gözlerin. Kitaplığın, posterlerin, çift kişilik yatağın..
--------------------------------------------------------------------- Yapılan işin saçmalığı; seyirci sayısıyla doğru orantılıdır. ---------------------------------------------------------------------
Oysa ne büyük öğütler verdi güzel şair babalarımız. Bırakmayın dediler yarına sevgileri.
20'lik diş ağrısı, bademcik sancısı, mide bulantısı, cinsel organ kuruluğu, boyun morluğu, diş etlerindeki şişlik, dudaktaki çatlak, kaburgadaki sızı ve de kalbin içinde sekiz çizen solucan.
Ve elbette ki sevgilim, okuduklarımızı çakacak bir adam yahut kadın yoktu o sıralar kafamıza şefkat dolu çivilerle. Tutunamadı o güzel kantolar, sayfalar. Döküldü yere, yerlere. Üstlerinde şimdilerde kırk iki numara bir botun izi geziniyor, arada ben elimi uzatıyorum tekrardan almak için.. Yarınlara sadece sevgiler değil, onlarda kaldı sevgilim. Yarınlar bile, yarınlara kaldı. Biz şimdi burada, birbirimize sahipken, hiçbir şeye ait ya da sahip değilmişiz gibi olmamız ondan öte. Hiçbir anlamı yok çünkü. Çünkü şiirler, şarkılar, devrimler, romanlar olmadan hatalı üremekten farkı kalır mı o çığlık çığlığa sevişmelerin, ıslak öpüşlerin..
Yırtıp şu duvarları kağıt gibi, koşacağım aralarından. Aç ulan diyeceğim, aç kalbini. Sevemiyorsun, sevmeyi bilmiyorsun demek, bacaklarını açmak kolay ardından. Sok parmaklarını bu sefer göğüs kafesine, gün yüzü görsün iç organların. Takma tırnaklarını geçir kalbinden, bir çengel gibi çekip aç kapaklarını.. Çok uzak gezegenlerden, çok yakın cennetlerden düşüyorum. Ben bu gökyüzünün altında, ben bu yastığın her iki tarafında da çok üşüyorum. Girmek istedim, dönmek istedim. Annem açmadı kanlı rahmini tekrardan. Zaten yararlı olsaydın, atmazdı vücudum seni dedi. İstemedi o, ama sen iste olur mu? Aç kalbini. Diyor ya Cemal Abi ''Annem çok küçükken öldü. Önce öp, sonra doğur beni.''
Dilin ucundaki yara, eski günlerin anısına dinlenen şarkılar, kafandaki hiç susmayan kadeh sesleri ve ağzından bir türlü geçmeyen o acımtrak rakı tadı. Kirpiklerine düğümlü çizgi film ağırlıkları, imkansız aşk misali vicdan azabın ve tonlarca para verip içmediğin mathilda avcu dolusu hap.
bir kadın..bir kadın eliyle bir yıldızı işaret etti