28 Aralık 2014 Pazar

Sensizlikler diyarı


  Astım ceketimi gözlerimde sönen dünyaya. Ve geçmişten kalma anıları koydum dudağıma. Soğuktu evet biraz hava. Kızamıyordum o yüzden hiçbir şeye. Buz tutmuştu, morarmıştı kalbim ellerim kadar. Aşkın kırmızısı derler ya hani, bilirsin. Öyle morarmıştı işte. Neyse konumuz bu değil. İki ileri bir geri yaşıyorduk illa ki hayatı. Üzüldüğüm olaylar yavaş yavaş kabuk bağlamaya başlamıştı. Annem çocukken çok bağırmış ''Yolma şu yaraların kabuklarını'' diye. Bisikletten de düşmemişim hiç. Matematik sınavına çalışırken, pergel saplamışım meğerse koluma pisagoru bulamayınca. Hatırlamıyorum o zamanları ben. Darbe oldu birkaç yıl evvel. Yaktılar tüm anılarımı birer birer.

 Bir gün kafenin tekinde oturuyordum. Karşımda oldukça alımlı, benden tahminen iki üç yaş büyük bir kadın vardı. Saçlarını izlemiştim biraz. Biraz gözlerini. Kalktı ayağa. Geldi yanıma. Sandalyenin boş olup olmadığını sordu. Çok ağrıma gitti boş demek. Ne kadar yalnız olduğumu anladım işte orada. Almasaydı ya o sandalyeyi.. Son umudumdu lan o benim!
 Korkaklar çabuk kesip atar derler. Ben o duyguyu kesip atmaya çalıştım daha sonraları. Yalnız olacağımı. Yalnız öleceğimi. Kestim. Bileklerimden başladım, göğsüme kadar kestim. Ama atamadım. Atamadım üstümden şu hayat denen zehri. Hep bir bahanem oldu ölmemek için. Tabi o gece bunun farkına varamayacak kadar sarhoştum. Tutmuş anksiyete krizim, bir çocuk parkında sigara içiyorum. Gözlerim salıncağa takılmış. Bir düşünce sarmış ki ruhumu, ne kasvetli, ne lanet. ''Önceden ne güzel demirdi bu salıncaklar. Hepimiz sığardık. Neticemiz ağrırdı biraz ama. E şimdi hiç sallanamıyoruz. Cidden ne kadar oldu sallanmayalı? Bir ara yapmalıyım..''. Okuduğunuz üzere kendimle uzun uzun sohbetlere dalmışken, birden bir ses duyuverdim. Çok eski bir dostun sesi gibi geldi başta. Bir kadın ağlıyordu. Evet. Kokusunu alabiliyordum gözyaşlarının. Etrafıma baktım biraz. Yanılmıştım. Kafasında kulakları, çamur ve kirden griye çalmış beyaz elbisesiyle bir tavşan ağlıyormuş meğerse. Neyse ben devam ettim tabi anksiyeteme. ''At mı tantuni? Az yedirmemişlerdir. Keşke söyleseler. Şimdi böyle kuşkuda kalıyorum. Ya biri bir gün at yedin mi diye sorarsa? Ne cevap vereceğim?''

 ''Merhaba sigaranız var mı?''

''Yemiş olabilirim, olmayadabilirim! Ne açıdan baktığımıza bağlı!''

 ''Efendim?''

Farkındalık. İlk önce tavşanın geldiğini farkettim. Sonra ona dediklerimi. En sonda istediği şeyi. Çıkartıp uzattım hemen. Centilmenliğimi eksik etmeyip önce onun sigarasını yakacaktım ki elimden aldı çakmağı, izin vermedi. ''Kusura bakma, uzun süredir at yiyip, yemediğimi düşünüyorum. Kafam çok karıştı''dedim. Açıklamam yeterliydi. En azından kendimce. Siz hiç yaşlı gözleriyle sigarasını yakarken gülümseyen bir tavşan gördünüz mü? Ben gördüm o gece. Konuştum biraz. Gökyüzü kızıla çalana dek bekledik parkta. Bir numara aradı sonra. Telefonu yanıp söndü. Siktir çeken sevgilisi pişman olmuştu. Tavşanın kulağı ve telefon arasından fırlayıp kulağıma gelen ses bana beyaz beton duvarları anımsattı bir an. ''EVDE MİSİN?''. Öptü yanağımdan. Gitti sonra tavşan. Salıncakla göz göze geldim o sıra.

''Yememişimdir dimi lan?''

------------------------------

Hatırlıyor musun? Saçının tellerine değen rüzgarı kıskandığım günleri, sen düşüncesiyle uyuyup sensizlikle uyandığım haftaları, ayları? Tüm geçiyor gibi görünüp aslında hiç geçmeyen onca zamanı. Sensiz olduğu kadar seninle. Hatırlamıyorsun değil mi? Hak veriyorum sana. Hiç söyleyemedim ki. bağırdım belki dalıp giden bakışlarla, mektuplar yazdım lan düşen her yağmur damlasına. Ben miyim korkak şimdi söyle bana?
 Unutmaya çalışıyorum şimdi o bilmediğin ama hep var olduğun anıları. Ben iki kişilik bir mezar kazmıştım oysa. Gönlümdeki son bakir zeytin ağacının altına. En çok acı veren şey, o mezarda tek başıma yatmam değil, seni tek başıma gömmek zorunda kalmak oldu. Bakir bir zeytin ağacının altına... Gün gelir gördüğün sevgiyi hatırlarda, anlarda ilahiler okumak istersin diye.
 Şimdi alır götürür beni yolunu yordamını bilmediğim bir rüzgar uzaklara. Gözyaşlarımı saklar yağmurlar yahut sarar bedenimi dalından vazgeçmiş yapraklar. Omuz olur bana alkol şişelerine koyup denize fırlattığım kahkahalar. Sensiz yaşayabileceğimi anlatır bana annemin hatırası. Alışkınım uykusuz gecelerin getirdiği kedere. Göğsümde bıçak yarasıyla gezmeye. Ruhum yaşlı. Bedenim uçarı. Ah rüyalarımın kadifesinden örülmüş kadın. Ahmet Kaya'nın sözleri geliyor hep aklıma..

''Ne sen bulutsun, ne de ben yağmur..''

-----------------------------------

15 Kasım 2014 Cumartesi

Sonsuzluk


 Kendimi geçenlerde namluyla bakışırken buldum. Ağlıyordum. Elimde tuttuğum tabancaya doğru. Terliyordum. Pek sağlıklı bir dönemden geçtiğim söylenemez. Konuşamıyor yahut kelimelere dökemiyorum hislerimi birkaç haftadır. O yüzden her şeyi açıkca anlatmayı tercih ediyorum. Mücadele etmekten bıktım sanırım. Kendime ayırdığım sürenin sonlarına geliyorum. Bir takım kararlar aldım. Bunları uygulamaya çalışıyorum. Eğer bir aksilik çıkmazsa her zamanki gibi kararlarımı uygulayacağım. Hepinize teşekkür ederim. Durumumdan haberdar olup ulaşan, düşünen, yanlış anlayan, umursamayan ve aşağılık gören herkese teşekkür ederim. Bir kaç senedir, yazılarımı okuyup, kendinden bir parça bulan, eleştiren, hayran kalan, dalga geçen herkesi seviyorum. Ne yazık ki bu tür değerlere ilgi gösteremediğim bir dönem içindeyim. Yaşadığım olaylar, yazdığım kurgulardan daha acı olmaya başladı. Yazar kişiliği dediğimiz karakterin, gündelik hayatımdan daha iyimser olduğunu görüyorum. Mücadele ediyorum. Ettim. Başarısız olduğum söylenemez. Şöyle bir durum var ki, kim olduğundan nefret eden bir adamım. Ve kendim için mücadele etmek istemiyorum. İnsan istemediği şeyde başarılı olmak için daha fazla çaba harcıyor, yoruluyor. Dostlarımın arasında oldukça mutluyken, bir anda uzaklara dalıyor ve geri gelemiyorum. Hayatın ne kadar boş olduğu düşünceleri, ete kemiğe bürünüyor gözümde. Bazen hiçbir şey düşünemiyor, bazense her şeyi o kadar kafaya takıyor ve büyütüyorum ki, hiç kalkmayan ellerim ulaşmak için çırpınıyor antideprasan görevi gören hayallerime. Ne yazık ki hayallerimin beni pek istediği söylenemez. Kimi yanlış anladı, kimi umursamadı.

 Böyle bir yazıyı paylaşma amacım, uzun bir süre buralara uğramayacağım kararını sizlere bildirmek.

Pek yardım alacak bir durumum yok. Oldukça iyiyim. Hatta şu an bu yazıyı arkadaşlarımın evinde yazıyorum. Onlarla vakit geçiriyorum. Hoşlandığım bir müziği dinliyorum. Ve gülümsüyorum. Tüm bu -tabiri caizse- ''inthihar duygusu''na alıştım diyebilirim. Yeterli cesaretim yok açıkcası. Ve hala birilerinin öldüremediği bir kaç umudum daha kaldı.

 Pek yardım isteyecek bir yüzümde yok. Çünkü uzunca bir süreçtir bekliyordum bu duyguyu. Sadece çok kötü bir dönemde kapımı çaldı o kadar. Eski bir hayat arkadaşımında dediği gibi, ayağa kalkmak için kimseye ihtiyacım yok. Ama ne var ki.. Ayağa kalkmayı istediğimi söyleyemem. Üstüme toprak atmayın, yıldızları izlemek istiyorum dercesine yaşıyorum bir takım şeyleri.

Yaşadığım bu dönemle ilgili, kimsenin suçlu hissetmesini de istemiyorum. Bu benim ruhsal bir sakatlığım tahminimce. Değişemeyeceğimi iyi biliyorum. Bu da beni yalnız bir adam yapıyor. Kendini yalnız kalmaya odaklamış bir adam. Tabi ki, çok güzel kadınlarla ilişkiler yaşadım ama hiçbiri yürümedi. Bazen benim tarafımdan engeller koyuldu, bazen onlar kendi iyiliğini düşünüp geri çekildi. Size bir tüyo değerli okurlar, hiçbir sevgilinize ''Beni kurtarabilir'' gözüyle bakmayın, bakarsanız da onlara pek belli etmeyin. Oldukça yüklü bir sorumluluk yüklemektir bu sevdiğiniz kişiye. Özellikle sizi kurtarabilecek durumda olanlar için söylüyorum bunu. Fark ederlerse, boğulmaya başlarlar git gide. Bir tavsiyem daha var. Asla birine, onu gerçekten sevdiğinizi hissettirmeyin. Söyleyin. Her defasında söyleyin. Ama o kişiyi yanınızda istiyorsanız ona bunu hissettirmeyin. Dante'nin dediği gibi; sevgi, merhamet ve kulluk sevildiğini hissedene kadardır.

Hepinizi çok seviyorum. Anlattığım düşünceleri ve duyguları atlatana kadar yazı yazmayı düşünmüyorum. Her şeyin içimde kalmasını, dolup taşmasını istiyorum. Ellerimden değil, gözlerimden taşmasını istiyorum. Üstüne gideceğim. Ne varsa, üstüne yürüyeceğim. Yeteri kadar kaçtık değil mi? Bir de bunu deneyelim. Kendinize iyi bakın, sanatlı kalın dostlar.

2 Kasım 2014 Pazar

Kaleydoskopik Hayat


Değiyor mu tüm çektiğim acılar, soruyorum bazen beyaz duvarlarıma. Müebbet geliyor bana tüm yaşantılar. Sadece merak ediyorum işte. Bir hücrede miyim yoksa çok mu karanlık? Kollarımı açmaya mecalim olsa, dokunmaya çalışırdım etrafımda ki suçlulara. Neyin suçlusuyuz sorardım konuşacak yüzüm olsa. O kara tondan fırlayan binlerce rengin buram buram kişilik bozukluğu koktuğunu biliyorum. Dışlıyorum. Kendimi, tüm hayattan dışlıyorum. Bazen bir sigara yakıp bununla huzurlu oluyor, bazense kafamı dağıtmak için elimden geleni yapıyorum. Bugün düşündüm. Kafamı dağıtmayı. Yedi sene sonra bugün. Hangi duvarlara yakışır benim kanımın o alçantrak kırmızılığı diye düşündüm. İçimde ki ölü çocuklar büyümüyor bir türlü. Kilo veriyorum hızla. Gökyüzüne ulaşacağım bir gün. Deşip geçeceğim insanlığın gördüğü bulutları. O zaman hangi durakta durup rahat bir nefes alacaklar?

 Acı çektiğini biliyorum. Konuşmak istediğini benimle. Sen değil! O. Seni geçtim ben. Aştım, evet kısa sürdü. Ama aştım. Arada nefesim kesiliyor sen düşüncesine sadece. Bazen karanlıkta oturup duvarlarda seni görüyorum. Belki telefonumu açmakta zorluk çekiyorum. Ve belki her mesaj geldiğinde sen mi attın diye korkuyor ve mutlu oluyor olabilirim. Ama bu seni aşamadığımı göstermez. Seni aştım çünkü ben onu düşünüyorum. Seni aştım çünkü ben sokaklarda hızla yürümeye, depresyonuma yeni renkler katmaya, sürekli yazmaya ve daha fazla alkol almaya başladım. Ayrılık sonrası geçer diyorlar. Gülüyorum. Bu benim hayatım. Ayrılık sonrası içtiğin alkol, kestirip attığın saçların ve o sahte kahkahaların benim lan!

Ben onu düşünüyorum. Her defasında aklıma gelişini. Sorsalar ona ''Beni rahat bırakmıyor'' diyecek. Oysa bilmiyor ki o beni rahat bırakmıyor.

''Alternatif kaçış kapın değilim ben İsa! Bu kapı kapalı değil sana, haklısın. Çünkü burada bir kapı yok artık. Anla!''

Nasıl bir herifsin lan sen.

Her şeyi denedim. Kasalar kapanmadan hemen önce gittim barlara. Bir aile lokantasında ağladım tek başıma. İnsanlara karışmaya çalıştım. Yeni insanlarla tanıştım. Evet bu kadar kısa bir sürede yaptım hepsini. Ama kime göre kısa? Benim her şeyin ölçüsü. İnsanlar değil. Ben! Bir yılımı harcadım. İki belki. Geçen saatler umurumda değil. Nasıl geçmediğini bir bilsen. Başka kaçış kapısı yok anlamıyor musun?

Bu kadar uzaktayken okyanusa, nasıl boğuldun,
Bu kadar uzaktayken gideceğim masaya, nasıl kaptırdım,
Bu kadar uzaktayken Şair Eşref'e, nasıl girdim lan ben tüm bu depresyona?


1 Kasım 2014 Cumartesi

Son yaşanılma tarihi geçmiş kurgular




  Kafasını kaldırdı, baktı göğe doğru. ''Hadi ama!'' diyordu bakışları. ''Yine mi?''

 Bir kaç kelime fırladı ruju silinmeye başlamış dudaklarından, rüzgarın estiği yöne doğru. ''İyi de ben şimdi ne yapacağım?'' Cevap gelmedi ki gökten, kafasını eğdi geri. Çantasından sigara tablasını çıkartıp biraz baktı. Çakmağı olmadığını hatırladı. Her zamanki gibi etrafına bakındı ve yoldan geçen birine sordu ''Çakmağınız var mı?'' Elleriyle çakmak yakma işareti yapıyordu. Severdi bir şeyi elleriyle anlatmayı. Adamın suratında farklı bir ifade vardı. Bir anda kesmişti hızını. Sanki çakmak istemese çarpıp geçecekmiş misali.

---------------------------------

 ''Vay be''

 Şaşkın bakışlarla atıyordu insaların ve hayatın suratına. Hafif meczup dudakları, birbirine karışmaya başlamış sakalları, bakımsız saçları, toz kaplamış paltosuyla bir evsizden farkı yoktu. Hızla yürüyüp geçiyordu kalabalığın arasından. Bir uçurumsa dünya, o kollarını açmış şekilde kayıyordu en dibe doğru. Hafifçe gülümsüyor ve hala ''Vay be'' diyordu içinden. ''Kim bilebilirdi lan?'' sorusu çarpıp geçti rüzgarlara. ''Sigara yok, para yok. Bu nasıl hayat lan?'' konuşmaya başlamıştı. Kalabalık duymuyordu elbet. ''Hani sevgi, hani şefkat? Hassiktir lan! Sikerim senin yala..'' Sesini yükseltmeye başlamıştı ki, sesini bir kadın sesi kesti. ''Çakmağınız var mı?''

-----------------------------------

''Var. Sigaran var mı?''
 ''Var.''

Tablasından iki sigara çıkardı. Uzattı adama doğru. Parmakları kesik eldiveninden fırlamış parmaklarıyla tuttu adam. Bakımsız tırnakları vardı. Bakımsız saçları. Bunların hiçbirini önemsemedi kadın. Yüzünde ki asıklığı ve ciddiliği gördü. Aynı zamanda şaşkınlığı. İşte bunu önemsedi. Bilirdi duygu karmaşasını. Şoktaydı bu adam. Anlardı.

''Ne oldu sana?'' dedi dudağında ki sigarayı yakmaya çalışırken.
''Olmadı bir şey.''
Bir nefes çekti sigaradan. ''Olmuş olmuş. Anlarım ben.'' Üfledi dumanı dudağının solundan. Oradan yaşlıca bir kadın sesi duyuldu. ''Kızım içmeyin şu zıkkımı kalabalığın arasında rahatsız oluyoruz.'' Adam yaktı sigarasını o ses nokta koymadan. İlk nefesini aldı ve konuştu. Ağzından dökülen kelimeler, duman kadar karaydı.
''Bırakıldım ben. Seviyordum falan. Tanrı ihanet etti bana birde.''
Güldü adamın dediklerine. O sırada duman geçiyordu boğazından, öksürdü. Hem güldü, hem öksürdü. ''Bak sen!'' dedi. ''Bana da ihanet etti sanırım''

-----------------------------------

''Seninde mi olmazlara meylin var yoksa?''
 Karşısında ki kadına bakmıyordu konuşurken. Hiçbir kadına bakmak gelmiyordu içinden. Ne konuşsa tekrarlanacak, yaralanacakmış gibi hissediyordu. Unutmuştu çoğu şeyi. Ölü geliyordu tüm kadınlık ona. Dünya üzerinde ki son kadında gittiğine göre, ne vardı ki onu hayata bağlayan? Çok düşünmüş, yıllar önce bıraktığı dala sıkı sıkı sarılmıştı. Reggae ve uyuşturucu.

''Yok ya olmazların bana meyli var''. Gülüyordu kadın.
Sonra bir an göz göze geldiler. ''Otursak ya bi yere. Böyle mi konuşacağız''

Adam kaçırdı gözlerini. Elini yüzüne götürüp ovuşturdu. ''Var bildiğim bir yer. Uzak sayılır.''
''Farketmez bana'' dedi kadın. Gözlerinin içi parlıyordu. Neydi bu umut bir anda içini kaplayan, anlayamıyordu adam.
--------------------------------------
                                       

''Geliyorum buraya arada. İyi oluyor. Otoyoldan geçen araçları, ardından koşan köpekleri izliyor, kendime ders çıkartıyorum.''

''Ne değişik adamsın lan sen.''

Adam kafasını çevirdi kadına doğru. Buruk bir gülümseme ile yanıtladı.
''Yok be. Deme öyle. Yaşıyor, yaşlanıyor, acı çekiyorum. Ne var arada bir yazıyor, farklı davranıyor ve Bohem yaşam tarzına sahipsem. Bazı insanlar yağmuru hisseder. Bazılarıysa sadece ıslanır. Bilirsin bu sözü.''

 Adamı bulduğu yerdeki şaşkınlık geçmişti kadına. ''Vay be'' diyordu içinden.

''Bilmem mi Bob hastasıyım.''

--------------------------------------

''Acıktım ben'' dedi kadın. ''5 saattir buradayız lan, kalk yürü yiyelim bir şeyler.''
''Aç değilim ben.'' Son parasını ota vermiş bir adamdan gelecek cümle ne olabilirdi. Açtı elbet. Ama umrunda pek değildi açlık. Açlıktan vazgeçmişti sanki.

''Şurada açık bi büfe gördüm, gidiyorum, geleceğim. Kaçma sakın.'' Kalktı kadın. Üstünü düzeltti. Çantasını aldı. Şarkıya dansla eşlik ederek yürüdü. Bir yandan da söylüyordu.

''Cause every little thing gonna be allright!''

''Tamam.'' dedi adam. Duymadı belki kadın. Ama o öyle bir söyledi ki. Kaçıp gidecekmiş gibi. Bir daha hiçbir şeyin iyi olacağına inanmıyormuş gibi. Mağlubiyeti sindirirmiş gibi.

-------------------------------------

''Ne kadar tutuyor?'' dedi kadın. Karşısında orta yaşlarda uykusuz bir tekel çalışanı vardı. Parayı ödedi. Çıktı. Çikolata, cips, su, tekrar çikolata. Daha fazla çikolata. Parka doğru ilerlerken çikolata paketlerinden birini açmaya çalışıyordu. Bağırdı. ''Beğenir misin bilmem ama bitter çikolatayla doldurdum poşeti!'' Paketinden çıkardı çikolatayı. Bir ısırık aldı. Gökkuşağı dolanıyordu midesinde. Bir ses duydu. ''Fark etmez''. Ağzında çikolatayla konuştu kadın. ''Aman ha sakın fark etsin sana bir şey.''

Sabaha kadar Bob Marley çaldı. Çikolatalar bitti, ot bitti. Sigaralar yandı ve söndü. Anlatıldı gülerek ne varsa. Ne kadar acı varsa. Kimse bahsetmedi aşktan, sevgiden. Bir takım duygular vardı beslenen. Ama kimse ne olduğunu bilmiyor ya da umursamıyordu.

--------------------------------------

''Adın ne senin?'' dedi kadın. Uykulu gözlerine sabah güneşi vuruyordu. Eliyle güneşi engellemeye çalışıyor ama başaramıyordu. Karşısında iki büklüm duran uzun adamın gölgesine sığındı.
''Hikayedeki kötü adam''
''İlla gizemli olacaksın yani!''
''Ne gizemi lan. Adımı duymak istemiyorum sadece başka bir kadından. Yanlış anlama.''
''Eyvallah valla''

Gülündü. Uzun uzun. Sabah sarhoşluğu, uykusuzluk, yorgunluk. Kahkahalara karıştı.

-------------------------------------

''Hadi o zaman, görüşmek üzere kötü adam.''
''Görüşmeyiz herhalde'' dedi adam fısıldayarak.
''Efendim?''
''Yok bir şey. Konuşuyorum kendi kendime. Hadi, iyi bak kendine.''
''Sen bakma. Öl sen öl.'' bağırıyordu kadın giderken. Orta parmağını kaldırmış geçiyordu karşıdan karşıya. ''Canın cehenneme kötü adaaaaam!''

--------------------------------------
                                     

Çıkarttı tebessümünü. Giydi yalnızlığını kötü adam. Bir adım, ikincisini takip etti. Hızla karışmaya başladı kalabalığa. Kaldığı yerden yalnız kalmaya devam etti. Bıraktı kendini dönen dünyaya. Nereye fırlatırsa oraya yürüdü. İşine giden, okuluna giden insanların arasına saldı zihninin iplerini. Belki biri basar üstüne, belki sahiplenir diye acılarını.

Adım attıkça nefesi kesiliyor, başı dönüyordu. Ani gelen krizlerdi bunlar. Yorgunluğa dayanmıyordu çelimsiz vücudu. En sonunda dayanamadı. Oturdu bir yere.

Kalbinin atışını duyuyordu. Konuştu göğüs kafesine bakarak. ''Tabi ya, dinletemedin kendini uzun zamandır kimseye. Bas bas bağır zamanı geçmiş sanatçılar gibi. Belki biri duyar dinler diye. Ama çok zor be oğlum!''

 Hızla kilo vermeye başlamıştı tekrardan. Teni iyice sarıya çalmıştı.

''Neden kimsenin bana ihtiyacı yok lan'' dedi. Duysa o optimist  birileri, ''Senin kendine ihtiyacın var'' diyecekti ve inanmayacaktı kendine ihtiyacı olmadığına. İnanmayacaktı en büyük zararı kendine, kendinin verdiğine.

Ellerini cebine attı çöktüğü kaldırımda. Bir sigara buldu. Kadının bıraktığı belki de. Ya da orada unutulan. Gülümsedi. Bir anda boşaldı tüm gözyaşları. Yanağından süzülüp, çenesinden damlıyor, rüzgara yenik düşüp savruluyordu yanaklarından. Göğe kaldırdı kafasını. ''Sağol'' diye bağırdı. İçinden devam etti cümleye. ''Affettim lan seni!'' Yaktı sigarasını. Kalktı ayağa. Gülerek yürüdü. Yine ''Vay be!'' dedi. Ama bu sefer gülerek..



                                                                            
                                                                     

30 Ekim 2014 Perşembe

Mutlu mesut falan filanı


Acı bir gülümseme senden bana kalan.

Yine mi başladı lan bu cümlemsi yazılar?

Kumsal gibi adamımdır ben. Deniz gibi kadındın lan sende. O kadar yakındık birbirimize, Ama ne ben gelebiliyordum sana, ne de sen dalgalarınla yıkadın beni. Bir tek o çizgimiz vardı. Hani insanların ayak izlerini bıraktığı. Sevişirdik seninle her medcezirde.

Çay ocağı kuruldu üstümüze şimdilerde..

Çay mı ocağı?

Varoluş acısı çeken, Tezer Özlü okuyan, Tom Waits dinleyen kızlarımız vardı kızıl kızıl. Ne oldu onlara yahu? Sarhoş olunca bir ayrı kokarlardı! Gereksiz münakaşalara girer, gereksiz insanlarla gülüp eğlenir, yasak tanımaz, olmaz der asla olmaz der yine yapar, bir türlü uslanmaz. Ne oldu harbiden onlara?

Güncelleme gelmiş galiba. Bu sıralar ressam, şiirbaz, aşık kadınlar dolu etrafta! Isınamadım gitti lan bi onlara..

Boş muhabbet yapmayı kes Tolga, boğuyorsun beni!

Geçen gece çıktım sokağa. Bir baktım uyuyor Eskişehir. Yoğun sis falan filan. Şaşırdım. Bir paket boyunca şaşırdım. Yok lan Eskişehir'in uyumasına değil. Kendi hayatıma. Hayata. Bir güldüm şöyle. Ama görsen, kaçak sigara gibiydi. Öyle acı, öyle çaresiz, öyle yasak..

Ben bir ilişkim olsun istemiyorum.

Döneceğim adam sensin, Tolga.

Tolga.

Tolga.

Hay Tolga kadar başınıza taş düşsün.

Zaman dursa. Çıksam şu kapıdan. Gelsem apartmanının önüne. Geçsem duvardan. Çıksam odana. İzlesem seni. Böyle bir kaç ömür boyu. Ya ben bunları yaparım yapmasına, kolay iş durdurmak zamanı, geçmek duvarları. Sen istemiyorsun işte, orada kopuyor benim kayışlar.

Yedi anahtar gerekiyordu senin kalbini açmaya. Bilirsin sen o yedi anahtarı. Yedinci bölümde ki yedi anahtar. İşte ben onların hepsini buldum. Sen niye istemedin ki yine de? Ben ne yapayım şimdi onları?

Terbiyesizleşme!

Sevmek korkusu var sandım. Sevmemek korkusu var sandım. Ulan çok şey sandım. Sanargezer oldum çıktım. Yanılgezer kaldım ya şimdi.

Ya bir saniye sen şu an nasıl beni düşünmeden sabahlarsın? Hani Tolga var, bıraktığın gittiğin falan filan. Acaba seni mi düşünüyordur, nasıl acı çekiyordur? Hiç mi yok? Hiç mi...

Makarna, Tavuk Tantuni.

Cumartesi. 14.

Boktan sinema filmleri, geceleri bomboş yürüyüşler ve plakası her yirmialtı olan arabanın önüne atlamacalar. (Fren sistemi yok onlarda)

Rüyalarımda görüyorum seni. Çoğu zaman geç kalıyorum üniversiteye. Olsun be. Yakında biter o rüyalar. Bitiyor çünkü biliyorum. Biliyorum ama inanmıyorum. Tıpkı Tanrı dedikleri enerjinin varlığı gibi. Biliyorum ama inanmıyorum. Çünkü zamanında çok inandım tanrıtanımazlığa ve sana. Ha denizleri ikiye ayırmışlar, ha sen asla dönmemek için gitmişsin. Ne fayda.

Çoğu şarkıyı dinleyemiyor, telefonu elime alamıyorum. Hamster almıştım ya, onu bile sevemiyorum lan seninle bir hamster muhabbetimiz oldu diye. Senin yüzünden sevgisiz büyüyecek hayvan.

Senin yüzünden sevgisiz öleceğim.

Ölü çocuklar büyümez Kaptan!

İzmarit mezarlığımda tüm hayallerimiz. Öldürdüğün çocukların, fırlattığın yüzüğün ve o güzel gelecek. Hepsi çürüyor şimdi. Ben mi ne yapıyorum? Yalnız kalmasınlar diye bir izmarit daha gömüyorum her seferinde. Bir damla daha şarap döküyorum çenemden oraya.

Neyse yeter bu kadar. Doldun gene içime. Hiç kanaması yaşıyorum.

İS TE Mİ YO RUM

                                                             hassiktir lan...

26 Ekim 2014 Pazar

Olimbera Vol4


 Kırmızıdan nefret ederdim. Senin adın kırmızıydı. Siyahlarımla geldim sana. Çıkarmadan giremedim evine. Kapı önünde duruyor şimdi, üstüne basarak giydiğim siyahlarım.. Değer vermediğimden değil. Ben böyle alışmışım çocukluktan. Ya çalınırsa siyahlarım? Ya alınırsa benden tüm karanlıklarım? Hani korkmazdım ben? Hani nefret ederdim kırmızıdan? Ulan ne çok soru soruyorum!

 Sen seversin çalmayı. Maviden deniz sesini, yeşilden çimen kokusunu. Sen bilmezsin. Benim siyahımdan sana yar olmaz. Neyini alacaksın. Siyahtan Tolga'nın acılarını mı? Korkularını mı? Kabuslarını mı? Yas tutuyorum ben. Acı çeken milyonlara yas. Kaldırabilir misin?

---------------------------------------------

İsa'nın Kadınları bitti.

---------------------------------------------

Gözlerime baktı. Seni seviyorum diyordu gözleri. Benim düşüncem uzaktı belki bakışlarından. Ama öyle bir baktı ki yaklaştım. İki gözünün arasında ki boşluğa sığdı kelimelerim. İki gözüne aynı anda bakmamı engelleyen boşluğa. Tuttum elinden. Hadi dedim Hadi gidiyoruz! Yükseldik. Çıktık bulutlara. ''Bak'' dedim ''dünya bu!''

 ''Ben her gece izliyorum buradan dünyayı. Şu sokakta tacizciden kaçan kızları, uyuşturucu içen gençleri, öpüşen çiftleri. Görüyorsun değil mi?'' Parmağımla bir adamı gösterdim. 35 40 yaşlarında kötü giyinimli, dilenci tipli bir adamdı. Apartmana doğru yürüyordu. ''İyi izle şimdi. Her gece 3 de buraya gelir..'' Adam üstünde ki pis şeyleri çıkartıp sokağa attı. Pantolonunu çıkardı. Siyah poşetin içinden siyah takım elbisesini çıkarıp, giydi. Saçlarını, sakallarını taradı. '' Görüyorsun değil mi?'' Arabasına binip gitti. Işıklarda yanına camlarını silmek için dilenci çocuklar geldi. Hepsine küfür edip, üstlerine sürmeye çalıştı. Bir kadını döven adamı gösterdim bir tarafta, çocuğunu evden atan babayı. Tenha sokakta hala devam eden cinsel ilişkiyi. Travestinin bıçak çektiği gençleri. Her şeyi gösterdim. ''Ne kadar acınası değil mi? Mahvolmuş hayatlar, mahvolduklarını bile bile mahvolmaya devam eden yaşamlar. Kendime geliyorum dünyaya baktıkça. Benden daha acınası halde insanlar var diyorum. En kötü olmadığımı anlıyorum.''


Baktı bana uzun uzun. ''Hayat işte'' dedi, ''Takma kafaya''. Bulutların üstüne uzandı sonra da ''Ne kadar uzak hala yıldızlar.. Ve ne kadar çoklar!!'' diye bağırdı kollarını açarak...

 Kıstım gözlerimi. Şaşırdım, bu kadar hızlı dünyaya sırt dönmesine. Aşağıya baktım. Onca sene geldim buraya. İzledim. Gördüm acıları, kazıkları, kabusları, sevgileri, yarına bırakılmış yalan aşkları, sahte öpüşlerden gerçek tecavüzleri. Nasıl? Nasıl ''Hayat işte'' denir ki?. Sonra yukarı baktım... Gökyüzüne. Gülümsedi bana ay. Ne kadar zaman oldu bakmayalı gökyüzüne? Ne kadar zaman oldu hayal kurmayalı yıldızların altında. O kadar çok.. O kadar uzak.. Hiçbir zaman benim olamayacaklarmış gibi.. Aynı zamanda hep bana aitmiş hissi.. Eğdim kafamı son kez. Baktım dünyaya. Gülümsedim. Dudak kenarlarımda ki derinliğe dolmak için gözümden bir yaş damladı. ''Hayat be'' dedim. Titriyordu sesim. Uzandım bende bulutlara. Tuttum elini. İstediğimi gördüm yıldızlarda. Güldük tüm gece. Hayal kurduk, eski sevgililerimize, eski dostlarımıza, memleketimizden anılara benzettik yıldızları. O konuştu. Ben daldım gittim uzak dünyalara. Dinledim onu

------------------------------------------------

Ölülerin atıldığı denizi gösterdim. ''Söyle'' dedim.

''Söyle! Suyun kaldırma kuvvetine yenik düşen cesetlerden biri olmaktan bıktım. Sen okyanusların en karanlık dehlizinde parlayan inci. Bense bataklığın içinde ki kemik parçaları. Söyle hadi!''

Duymadı beni. Çünkü konuşmadım. Ağzımı bile açmadım. Çığlık atan gözlerine bağırdım gözlerimle. Onun gözleri ''Boğarım seni!'' diyordu. ''Boğarım bizi o denizde.''

Düştüm. Onu rüzgarlar tuttu. Beni betonlaşmış denizin bıçaktan dalgaları. ''Seni Seviyorum'' diye haykırdım dalgaların arasında. ''Seviyorum ulan! Ne denizin karanlığı ne gökyüzünün aydınlığı. Bakma bana öyle. Hepsinin amına koyım! Bakma, sakın öyle bakma !''

Sokaktan geçen simitçi bakıyordu bana. Karşımda duran boş banka, sigara dumanına sustum. Kulaklarımdaydı ''seni seviyorum'' diyen sesi.

------------------------------------------------

Getirin lan bana kolunu kanadını kırdığım sevdiğimi!

5 Eylül 2014 Cuma

Olimbera Vol3


 - Gökyüzüne çakılalım gel seninle bu gece!

 Konuşma buraya nasıl gelmişti. Hayat ne kadar da hızlı geçiyordu öyle. Hatırlamıyorum. O günleri hiç hatırlamıyorum. Belki.. Belki yaşanmamıştır böyle bir gece. Belki söylenmemiştir o son cümle. Kim bilir? Kim yakalayabilir hayatı? Ben değil.. Hayır kesinlikle ben değil. Ben ne geceye, ne de gündüze aitim. Sabah 3 ila 5 arası sigaranı yakmak için çıktığınız pencerenin altında ki sokakta doğdum ben. Siz görmezsiniz oraları. Ne kadar uykusuzluğunuz varsa isterim. Ben elimdekileri dağıttım. Şimdi geri topluyorum. Kaldıysa bir kaç serkeş geceniz onları da rica ediyorum. Benim hayallerime ve umutlarıma haciz geldi de. Varsa bir somun şefkatiniz, bir bardak sarılmanız lütfen hiç esirgemeyin. İhtiyaç sahibiyim. Oysa iki üç saat önce, en zengin bendim. İlk bakışta aşk misali. Son mesajda ayrılık geldi.

 Ölen kişinin ardından hep bir kişi ayakta kalır, ona sonradan vururmuş. Ben hep korktum o ayakta kalan olmaktan. Korktuğum başıma gelmedi. Ben hiç ayakta görünmüyorum sevgili dostlarım.

 Hepinize şimdilik benden veda. Ama bu veda o tür vedalardan değil. Hani o iç acıtan, geri dönmek için gurur isteyen vedalardan değil bu. Bu aslında bir veda değil. Neden veda ediyorum ki? Uğrarım ben yine bir ara. Sizleri de kaybedemem. Kendinize pek iyi bakmayın dostlarım. İyiler belki mutlu sonlara ulaşıyor ama ulaşırken canları çok yanıyor. Kötü kalın. Farklı kalın. Garip kalın. Kimin sona ihtiyacı var? Mutlu ya da mutsuz, son istemeyen insanlar değil miyiz? Sondan korkan?

 Hepiniz korkuyorsunuz elinizde ki biranın, sigaranın, sonbaharın, yağmurun, aşkların, şarkının, gecenin, yazıların sonunun gelmesinden. Korku iyidir. Siz kendiniz gibi kalın. Ne kadar mutsuz olursanız olun, ne kadar zevksiz olursa olsun siz hep kendiniz gibi kalın. Bu hayatta kendinizden başka kimseniz yok. Siz bari kendinize güvenin. Kendinize inanın ve asla kendinizi aldatmayın bir başkasıyla. Seyirde kalın, pek hoşça kalmayın arkadaşlar.

23 Ağustos 2014 Cumartesi

Olimbera Vol2


 Ama ben daha az acı çekmek istemiyorum. Ben onu istiyorum. Onun o güldüğü zaman yanağında çıkan çukurları. Hani uykusuz kaldığında çatallaşan sesi yok mu? Ben onu istiyorum. En mutlu anımda bile huzursuz kalıyorum. Bir şeyler eksikti, onunlayken bile. Şimdi bir şeyler var sadece. Onlarca hap içtikten sonra polisi arayan zihinsizler gibiyim uzunca bir zamandır. Dünden beri sanırım. Ben bir kuyuyum. Karanlık, soğuk bir kuyu. Sense bir kuğusun. Güzel mi güzel, ışıklar saçan bir kuğu. Ama senin ışığın yetmez beni aydınlatmaya. Ben çekerim seni de o kuyuya.
 Belki de ben haklıydım. Sende haklıydın, haklı haksız olmaz ilişkide derken. Ama belki de ben haklıydım. Dürüst olmak, gerçekten bağlanmak ve birileri için vazgeçilmezlerini çöpe atmak saçmadır derken. Kendi kendime, hayatım boyunca, aynanın karşısında. Her gün kendimi öyle motive ederken. Sonra sen geldin işte. Sonra sen gittin işte. Hem önceden hep tek kişi zarar görürdü ben ilişkilerimde. Tek bir kişinin canı yanardı. Hep diğerlerinin canı olurdu yanan. Şimdi bak, ikimizinkide yandı. Biz diyorum. Ayrılırken sen ve ben olduk ama hala biz olarak çekiyoruz acısını. Ölen biz oldu ama hala ne sen ne de ben gitmedik cenazesine. Çok mu korkuyoruz gerçekten? Yoksa o kadar hayali gömmek mi istemiyoruz? Kabul et, sende hala kabullenemedin. Hala tekrar başlayacağını düşünüyorsun her şeyin. Birimizin mesaj atacağını, ve her şeyin eskisi kadar sağlam ve sert olacağını. Ama unutma, bahis açıldı mı ayrılıktan bir kere. Buluşmaz ellerin ellerimle. Hoşçakal diyen geri dönmez Bayan. Unutma.

----------------------------------------------

Evet, çok karamsar ve depresif biriyim. Ama tahmin edebildiğiniz gibi hep böyle değilim. Ben de kahkaha atıyorum. Ben de eğleniyorum. Benim de hayata dair ufak uğraşlarım, heyecanlarım var. Yoksa nasıl yaşanır ki hayat? Nasıl? Bir anda gülerken, mahvoluyorum ben. Bazen sokakta, bazen gece uykuya dalmak üzereyken. Bazen dudaklarımda bir şarkı tüttüre tüttüre giderken. Duygusal ve melankolik bir aptal akranınızım. Ben o sizin hayatınızın dönüm noktalarında yaşadığınız üzüntüleri, her gün yaşıyorum. En kötüsü de, hiçbir sebep yokken. Anlatmama pek gerek yok sanırım. Çünkü hepiniz yaşıyorsunuz benim yaşadığımı. Evet siz! Hatta sen! Bu kelimeleri okuyan sen! Yaşıyorsun inkar etme. Eğer yaşamıyorsan çık git buradan, oturma bizimle. Bizim anlarımız pek uymaz birbirine. Kulaktan kalbe, kalpten dudağa gider bizim aşklarımız, şarkılarımız. En güzel kahkahalar bize aittir. Çünkü en acı bakışlarda bizimdir. Zıt varlıklarız. Ama kime ve neye diye sorarsan cevap veremeyiz. Bilmiyoruz.

----------------------------------------------

Kaybolmuş bir kolyenin ucunda gümüşten bir şarkı. Bir özlem tütüyor yine bacamdan sana doğru. Gökyüzünde ki en güzel yıldıza doğru. Ama aydınlatmıyorsun artık gecemi. Sen başka dünyaların yıldızısın artık. Başka ayların altında sevişirsin belki. Başka kumsallarda izlersin denizi. Benim omzum olmaz yattığın. Uykusuz sabahında düşün ben olmam. Nasılda acıtıyor içimi bunları yazmak. Sencillik kokuyor aynada ki yansımam. Gözlerin küsecek sana. Kalbin küsecek sana. Sana, aklına! Her zaman mantıklı olmayı seçtin. Oysa ben düşünmedim severken. Tıpkı düşünmediğim gibi ayrılığı. Önümüzde upuzun bir yol vardı, o yolda dinleyeceğimiz güzel sözler vardı. Bakacağımız gözler vardı. Hepsi şimdi özlenen sevgilinin mektubuna sarılmış kenevir misali. Nasılda sen kokuyor dumanı. En az bir senelik sakladım ben seni. Azar azar harcarım. Mantıklı harcarım hayalini. Doyurmaz biliyorum beni. Ama ben aç kalır yine de tadımlık yerim hafızamda kalan sesini ve gözlerini.

-----------------------------------------------

Buralara bakmazsın sen. O yüzden buraya yazayım dedim. Seni çok özledim. Ama sakın gelme. Sakın! İstemiyorum gelmeni. Hoşçakal diyen geri dönmez Bayan. Unutma.

-------------------------------------------------

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Olimbera



Neden saklıyoruz ki bir yudum kalmış sevgimizi, kum olmuş yüreğimizi birbirimizden?

Ürkütülmüş sokak hayvanları gibi, ne zaman sevgi görsem kaçarım ben. Korkarım canımın yanacağından. Kapanırım içime. Çok arabanın peşinden koştum durmayacağını bile bile. Çok araba çarptı bana. Bıkmaz usanmazdım bir zamanlar. Şimdiyse sönük bir sigara gibiyim dudaklarında ki. Öyle yorgun, öyle uykusuz. İzin ver bana. Yıkama artık alkolle gözlerini. Dökeyim zihninin külünü. Kalbinde ki boşları toplayayım. İzin ver bana, közünü değiştireyim. O temiz sayfanın ön sözü değil, teması olayım. Ya da söyle iki çay, gel kurgusunu beraber yazalım.

-------------------------------------------------

 Akmış rimellerini sil be kadın! Aşık mı olmamı istiyorsun sana?

-------------------------------------------------

 - Gel yanıma. (Sarhoş bir el hareketi kumsalda ki narin bedenin yanını gösterir.)
 - Buraya mı?
 - Evet
(Uzanır güzel adam. Tamda o narin bedenin yanına. Gökyüzüne bakar. Bulutlu havaya. O sırada bir el uzanır eline. Tutar güzel adam. Derin bir nefes alır. Ciğerlerine batana kadar hava, sevgi doldurur her hücresine. Saklamak ister bu nefesi. Anıların arasına koymak ister.)
 - Yıldızları görebiliyor musun peki?
 - Sen gelmeden önce çok yıldız vardı, bulutlar getirdin yine.
(Ufak bir kahkaha yükselir bulutlara. O bulutlardan güzel adamın rüyalarına koşar kahkahalar. Vücudundan pek beğendiği dudak kıvrımlarına bir devrim misali tebessüm konuverir.)

Bulutlar getirdin yine.. Sen hep getir olur mu bulutlar bana. Ben çok severim bulutlu havaları bilirsin. Sonbaharı beklediğim kadar severim. Kumdan ellerin kadar. Belki, kumsal kadar çok severim seni.. Ama belki. Ay tenli olduğun kadar belki!

-------------------------------------------------

Nasıl bırakırım sigarayı, alkolü ve ne kadar varsa o kadar zararlı maddeyi? Sonra nerede saklarım ben seni? Nasıl sarar sarmalarım sen uzaklardayken. Ben kendime zarar vere vere seviyorum seni. Sırf hayat almasın seni benim elimden diye. Adil gösteriyorum. Sen ne kadar seviyorsan beni, o kadar içiyorum sevgili. Sırf eşitlemek için teraziyi. Zarar senin gitmen olmasın da, gerisi kafi!

-------------------------------------------------

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Kaderin, bir çay içimi sevgili.


İçinde gençlerin uyuşturucu kullandığı inşaatı bitmemiş, noktası bir türlü konmamış, 
müteahhitlerin arsasını almak için binlerce takla attığı bir gece kondu gibi hissediyorum son günlerde. Zihnimde ise bir ucu körü dilencinin yattığı asfalta, diğer ucu yıldızların ötesinde ki o babacan gülümsemeye değen bir gökdelen misali. Siyahım tuttu benim yine. Papazım da kalmadı. Yaşanmışlıklara ağlayacak gücüm, yaşayacaklarımı bekleyecek umudum hep pas tuttu işlemeye işlemeye. Bana karşı beslediğiniz baş örtülü duygular yaptı beni böyle. Cesaret, aşk, arzu akan dudaklarınızdan bir avuçta bana vermediniz. Zorla söktüm bende. Yapıştım hayatın dudaklarına. İndirdim ellerimi belinden aşağıya. Yumrukladı göğsümü. Cinsi münasebete hep hayat mı girecek? Bu kadar konuştuğum yeter. Gidip her düşen göz yaşına bir anlam biçeceğim.


 Ben seninleyken daha az kimsesiz, daha az yalnız hissediyorum. Mutlu olduğum yok benimde. Ne zamandır göz yaşı biriktiriyorum senin için. Doldu artık ceplerim. Hem bak sonra gider onlar. Gerçek hikayemiz o zaman başlar. Yapma, deme böyle. Biliyorsun sende. Daha başlamadık bile! Yapma. Yarından hiçbir umudun olmadığı için bugünle ve geçmişle bitiremezsin her şeyi. Kime anlatıyorum ben. Bu kadar konuştuğum yeter. Gidip yağan yağmura şarkılar okuyacağım.

Yıldızlara çakılan o insanlardan mısın sende? Gel otur bir çayımı iç. Yabancısın buralara değil mi? Bende öyleyim. Tüm bu koşuşturma, trafik, küfür, savaş, kan, çığlık. Çok garip değil mi? Ben mi ne yapıyorum? İşte izliyorum. Sigaram var çayım var. Oturdum izliyorum olanları. Yalnızım evet. Seni hangi rüzgar attı buralara? Öğrenirsin yakında o halde. Sigara kullanıyor musun? Başlarsın yakında o halde. Bir bardak daha çay? Bugünü yarına hamile bırakalım mı ne dersin? Nasıl anlamazsın. Hey bir dakika nereye gidiyorsun? Bak hava kapalı üşürsün oralarda. Hey ! Dur çayın bitmedi ! Çayın... Ağlar arkandan ! Bitirseydin keşke.. Bu kadar konuştuğum yeter. Gidip her gidişte yarım kalmışlara şiirler yazacağım.

Son bir sigaram, son bir şarkım kaldı bu gece için. Tüm aldatılmışlar, tüm uykusuzlar, tüm alakasızlar için. Oradasınız dostlarım biliyorum. Kimsesiz değiliz. Ben varım burada. Gelin. Kelimelerin altında, rüyaların bulutlara değdiği yerde uyuruz bizde. Ben gelemiyorum sizlere. Ama şarkılarımı yollarım size. Sizde alkışlarınızı, gelmişinizi, geçmişinizi, dertlerinizi, tebessümlerinizi yollayın bana. Bu kadar konuştuğum yeter. Gidip kalbi sancıyan her yaşama bir selam vereceğim.




Şiirlerde romanlarda

Gelmiş geçmiş zamanlarda
Tamburlarda kemanlarda
Şarkılarda yaşıyorum

Sevgilerden nakışlarla
Mutlu mutsuz bakışlarla
Kalpten kalbe akışlarla
Alkışlarla yaşıyorum
 

18 Temmuz 2014 Cuma

Uykusuz Adam Ve Ölümcek Kadın



Yavaş yavaş siliniyor seninle ilgili anılarım. Unutuyorum beraber işlediğimiz günahları, hayatın suratına suratına vurduğumuz kahkahaları, tuzlu gözyaşlarını..
 Ayıp ediyorum kendime, keman belli kadınıma, bir garip gri kokan yazılarıma, o sürekli dinlediğim güzel şarkıya, içemediğim her bir şaraba ve sigaraya. Geceleri kumsalları neden seviyorum biliyor musun? Çünkü orada günah diye bir şey yok. Ayıp yok. Herkes ayrı bir telden sevişiyor. Farklı tenlere yazılmış şarkıları farklı tonlarda dinliyor. Bir sonraki rüzgarın kimi devireceğini kimse önemsemiyor, bir sonraki üzüntünün ya da.

-------------------------------------------------------------------

 Güneşi göremiyorum ama hava aydınlık. Gece mi sabaha dönüyor yoksa akşam mı oluyoruz biz diye soruyorum kendime. Önümde bir manzara ki, eli elimdeki kadının yüzünden güzel. Bulutlardan rüyalarıma koşan, kabuslarımla savaşan kadınımdan güzel. En mutlu anında bile zehirlemek istiyor kendini insan. Yakıyorum bir sigara daha. Kadınımda yakıyor. Bakıyoruz beraber. Bir yerlere. Belki beraber uyanacağımız o sabaha, belki ayrılacağımız o güne. Saate. Sanırım.. Sanırım biz de çoktan unuttuk dünya dediklerini..

---------------------------------------------------------------------

 Doğumundan sağ kurtulamayan bir kaç müstehcen ruhuz biz. O masmavi çimenleri, yemyeşil gökyüzünü hiç göremedik. Mutsuzluğu yazmak kolay. Ama ne kalemim ne de yorgun gözlerim yetiyor şimdi mutluluğun hüküm sürdüğü pembe karavanları yazmaya. Bir kadının kahkahasını yazmak o kadar zor ki. Ben anca o kadının son sigarasını yazarım. Belki bir de gözyaşlarını. Bu yüzden değerli kaldı hep sonlar benim için. Tıpkı '' Ulan bir kadın olsa da, şöyle bir güzel sikse duygularımızı. Açsak bir şarap, yarıya kadar içip gerisini gözyaşıyla doldursak'' diyen dostum gibi.

---------------------------------------------------------------------

Ben sana bağımlı değilim Dorothy. Hiç olmadım. Dudak tiryakisiyim ben. İstemiyorum hep cebimde, yanımda olmanı. Ama dertli anlarımda yakmak istiyorum seni. Güzel bir şarkı eşliğinde içmek istiyorum gözlerini. Çok mu sanki Dorothy, ne olur ben her istediğimde gelsen. Sakın bana benimde hayatım var deme. Sakın deme. Biliyorum yalan olduğunu. Bozamazsın ezberimi. Hayatının olamaz senin, hayatın benim senin. Kurgunu ben yazdım Dorothy! Adını bile ben sana verdim! Her istediğimde gelmeyeceksen boşuna mı yazdım ben seni? Üzeceksen beni... Durma üz hadi Dorothy. İhtiyacım var buna da. Üz beni. Yak canımı. Ama gel sonra. Öp. Geçmez belki sen öpünce. Ama sen öp yine de Dorothy.

-----------------------------------------------------------------------------

Uzunca bir süredir, günleri saymıyorum. Dünün bugün olduğunu sanıp duruyorum. Geceyi ve gündüzü, sizler uyurken ben yaşıyorum. Göz kapaklarınızın ardındayım. Gelin bulun lütfen beni. Sokak lambaları o kadar yalnız ki. Onları da bulun. Hayvanlar için bir kap su koymayı unutmayın. Bir kadına şiir okuyun. Bir adamın yazılarına ilham olun. Gidin, müzik yapın. Kumsalda oturun ve hayata küfredin. Gelin bulun o anlarda lütfen beni. Kumsallar geceleri o kadar yalnız ki. Onları da bulun. Söylenmemiş sözünüz kaldıysa yazın gitsin duvarlara. Yüzün dumanda, ama boğulmayın. Gidin halay çekin, belki hayatınızın aşkı da orada olur.. Elini tutarsınız.

------------------------------------------------------------------------------------------------

Seni sorana her yanım derim.

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Meksika Açmazı


 ''Hey Dorothy!'' dedi adam. Elinde bir şişe Terla İtalio Barola vardı. Diğer elinde parmaklarının arasında çaprazlayıp tuttuğu iki kadeh. ''İçmiyor musun daha? Bir bardak? İki? Nerede şimdi o eski halin, benimle içmek isteyen, bana sarılmak, beni sarhoşken öpmek isteyen halin! Söyle bana Dorothy, en son ne zaman öptün birini? En son ne zaman silindi dudaklarından benim rüyalarımın badem kokusu? Kiminle aya bandın şarabını en son?'' Sesi yükselmeye başlıyordu adamın. 9/8lik bir folk ritim duyuluyordu sesinin arkasında çalan. Charles'ın sesi belki de. Kabus siyahından yapılma o sesi.

Adam elindeki bardakları yere fırlattı. ''Her köşe başında seni düşünmekten bıktım, duyuyor musun? İçimi parçalayan senden! Her gecenin seni anlatmasından, her gündüzün sensiz sabahlatmasından bıktım.Seni takip etmekten bıktım Dorothy. Neler düşündüğünü tahmin etmekten. Başka kadınlara -hemde güzel olanlara- senden bahsetmekten bıktım. Sana ait olamamak acıtıyor içimi. Beni takmıyor musun şu an, yoksa içten içe çürüyor musun sende çok merak ediyorum Dorothy. Senin adın benim için hep sevgiyi, tebessümü ve pembe tonlarına ait şeyleri çağrıştırırdı. Sonra bir ara kırmızıyı çağrıştırdı. Ama şimdi acıyı, nefreti ve siyahı çağrıştırıyor Dorothy. Korkutuyor bu beni. Etrafımda acıyı çağrıştıran o kadar şey varken, siyahın tonunda onca düşüncem varken şimdi sende gelip çöktün dehlizlerimde yaşayan çelimsiz tanrının tepesine. Açlıktan kaburgaları görünüyor kalbimin. Dokunabilecek miyim saçlarına Dorothy, yaptğımın hataları telafi edene dek ölmeli miyim, yoksa sonsuz bir cehennem mi senin yokluğun? Halbuki ben sana Tanrı'ya inanmadığım kadar inanmıştım. Sonsuza kadar kalmamalıyım burada.. ''

Adam duvara sırtını yaslıyıp diz çöktü. Elinde ki şarap şişesini ters çevirdi, Şöyle bir baktı akmayan damlaya. Üzüldü. Elini iç cebine sokup bir sakız(!) çıkardı. Baktı sakıza. Aylardır. Aylardır sakız çiğnemiyordu. Ne ara dönmüştü bu hale. Karşısında o çok sevdiği kadın vardı. Konuşma fırsatı duruyordu. Ama o yine de konuşamıyordu. O kadar kelimesi vardı ki içinde biriktirdiği, o kadar şarkısı, o kadar şarabı, çayı, şiiri, battaniyesi, kumsalı, denizi, ayı... Kumbara kalpli biri oluvermişti. Kendinden bile saklıyordu güzel anları. Bir damla düştü adamın gözünden sakıza. Hafif koyulaştı damlanın düştüğü yer.. Sakızı ağzına attı sonra adam. Çiğnemeye başladı. Daha önce hiç sakız çiğnememiş gibi. Çiğnedikçe sakinleşiyor, çiğnedikçe daha da aşık oluyordu nedense karşısında ki kadına. Bir sayfa daha çevirmek istiyordu. Çevirdi. Sonra bir sayfa daha. Kitaptan gelen o koku hiç bitmedi. Arıyordu adam, Dorothy'nin cevabını. Sessiz kalamazdı Dorothy, ne demeliydi. Bir kitap, iki kitap, birkaç eski sayfa derken buldu cevabı.

Onu gece boyu sessizce ağlatacak cevabı buldu adam. 13 Temmuz 1954'de ölmüş bir ressamdan geldi Dorothy'nin sesi. Bu sefer ölüyor gibiydi o ses. Hiç olmadığı kadar hemde. Hıçkırıyordu birbiri ardına gelen kelimeler. Erdemli bir nefret, bir babanın kızına bağırması gibi bir şeydi. Bir Tanrı gibi yüceydi Dorothy'nin sesi. Ve bu son vahiysiymiş gibi konuşuyordu.

 ''Senden niye vazgeçtim Diego!

Kötü günümde yanımda olmadığın zaman vazgeçtim.
Canın sıkıldığında benimle paylaşmadığını, kırılacak veya tedirgin olacak olsam bile düşüncelerini açıkça söylemediğini anladığım zaman vazgeçtim.
Bana yalan söylediğini anladığım zaman vazgeçtim.
Gözlerime baktığında kalbinle bakmadığını ve bana hala söylemediğin şeyler olduğunu hissettiğimde vazgeçtim.
Her sabah benimle uyanmak istemediğini, geleceğimizin hiçbir yere gitmediğini anladığım zaman vazgeçtim.
Düşüncelerime ve değerlerime değer vermediğin için vazgeçtim.
Ağrılarımı dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim.
Sadece kendi mutluluğunu ve geleceğini düşünerek beni hiçe saydığın için vazgeçtim.
Tablolarımda artık kendimi mutlu çizemediğim ve tek neden “sen” olduğun için vazgeçtim.
Bencil olduğun için vazgeçtim.
Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgeçmem için yeterli değildi, çünkü sevgim yüceydi.
Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım.
Bu yüzden ben de senden vazgeçtim.
                                                                      Frida Kahlo''
 

5 Temmuz 2014 Cumartesi

Yine bakmadı Dorothy!



 Benim bipolarım bozulmuş, sende yenisi var mı? Elimde hep siyah kalmış bu gece, sende kırmızı var mı? Bak yalnızlık sarmış yine dört bir yanımı, sende fazladan seviş var mı? Ah sevgili, söyleyemediğim o kadar kelime bıraktın ki geride... Sende söylenmiş olanlarından var mı? Benden sonra seviştiğin adamlardan kalan artıklarla da yetinirim ben. Öyle bir durumdayım ki, bazen ellerim titriyor. Aşksızlıktan, sensizlikten.. Sabah 9'da dönüyorum genelde eve. Uyuyorum sonra da.

 İnsan vücudu kaldıramaz hem gece hem de gündüzü aynı günde yaşamayı. Ben kaldırabiliyorum sevgili. Ama az kaldı yıkılıp yok olacağım.  Tıpkı rüyayla gerçek arasında kalmak gibi. Sensizliği alkolle, denizle, kahkahayla bedenimden atabileceğim bir geceden, yine sensiz geçireceğim bir güne adım atmak. O yüzden gündüzleri uyuyorum. Uyumadan önceyse bir piyano gibi gezdiriyorum ellerimi bu tuşlarda. Yazıyorum. Belki üstüne alınırsın diye. Belki gelirsin diye. Ben seni aslında hiç özlemiyorum. Sana ihtiyacım var. Bundan nefret ediyorum. Tıpkı eroin gibisin. Karın ağrımı bir tek sen geçiriyorsun!

 Çernobil nükleer reaktörünün patlamasıyla etrafa yayılan radyasyona maruz kalan bebek mamaları ile beslenen ve gerek zihnen, gerekse bedenen hasara uğrayanların oluşturduğu kuşağı biliyorsun değil mi sevgili? X kuşağı. Kayıp kuşak. Loss of Innocence. Ve onların o güzel mottoları; I'm not a target market!

 Hala müzik dinlerken seni, sigara içmeyi, boş bir sokakta yalnız başıma yürümeyi, seni, yazı yazmayı, göğe yükselip düşmeyi, parçalanmayı, ciğerlerimi doldurmayı, duvara, boyuta, Tanrı'ya yumruk atmayı istiyorum. Hedef kitlen artık ben değilim biliyorum Tanrı'm. Ama bana en azından son bir şans ver.. Bari bir dal ver.. Nasıl bastırmalıyım o zaman acımı? Daha fazla uyuşturucu mu, daha fazla uyku mu, daha fazla umursamazlık mı, daha fazla kaçış mı? Bunlar beni bir gerizekalıdan başka bir şey yapmıyor Tanrı'm! Radyasyona maruz kalmış bebek mamalarından da yemedim ben! 80'lerde de doğmadım! Peki neden Tanrı'm, neden benim ruhum sakat doğdu? Neden kalbimi kaybedecek kadar sakar doğdu?

30 Haziran 2014 Pazartesi

Kelimelerin ardındaki ressam kadın


 En son nerede görüldüm onu bile hatırlamıyorum. Bazen ne düşündüğümü düşünüyorum. Bir iki üç.. Saniyeleri sayıyorum. Üç iki bir.. İyi ki varsın dediğimin insanların, hüzünlü bir gecede orta da duran bir paket sigara gibi azalmasını izliyorum. İnsandan küfre doğru evrim geçiriyorum. Kendimi hayatın yanlış yerine konulmuş bir virgül, birinci dereceden akrabalarına edilmiş bir küfür olarak görüyorum aynada. Gönüllü olduğum siyahtan vazgeçmek istiyorum, ama bu aralar kimse paylaşmıyor kırmızısını benimle. Birileri mavi getiriyor, kimisi sarı, yeşil.. Bana kırmızı lazım diyorum. Elim ayağım titriyor. Kıracağım kanatlarımı diye bağırıyorum, yolunu değiştiriyorlar. Suratıma bakmıyorlar bile.

 Katillerin en çok korktukları şey nedir bilir misin sevgili okuyucu? Maktullerinin suratlarını sokakta görmek. İşte bu yüzden bakmıyor hayat suratıma. Korkuyor. Göz göze gelmemeye çalışıyor benimle. Bağırıyorum ardından, telefonla konuşurmuş gibi yapıyor. Koşuyorum peşinden, köşeyi dönüyor. Tıpkı nü resimler gibi, hayal edebiliyorum ama dokunamıyorum. Nü resimler demişken, bir kadın gördüm geçenlerde. Teni kağıt gibiydi tıpkı. O pürüz, o hışırtı duyuluyordu teninden. Eski kitap kokusu vardı üstünde. Yazmak istedim bedenine. Saatlerce gezdirdim ellerimi üstünde. Tıpkı o nü resimler gibiydi. O kadar güzel, o kadar çıplak ve bir o kadar kağıttı. Seni kitap yapacağım dedim. Ben portre olmak istiyorum dedi. Ama ben şairim dedim şiirim ol dedim.. Dinlemedi. Ressam bulmaya gitti. Bağırmadım ama onun arkasından hayata bağırdığım gibi. İzledim sadece. Yaktım bir sigara. İzledim.

----------------------------------------------

 Bu gece elimde hiç papaz kalmadı be sevgili okuyucu. Paketimde bir tek var o da sigara değil. Güneş yine battı. Boş ver be okuyucu, üzülme. Bugünde olmadı. Ama belki bak yarın.. Yarın daha kötü olabilir. O yüzden boş ver be okuyucu. Gel yaşayalım bugünü. Dönelim gerekirse o paketin içindekini. Ve dünyada kalmış son şarkıymış gibi dinleyelim bu şarkıyı. Bir şarap var dolapta. Aç onu getir, karanlığa banalım. Ne zamanki yıldızlar sönmeye başlar, o zaman bırakırız. Aman ha, sakın yarım bırakmayasın acılarını. Ona da muhtaç olanlar vardır belki...
 Olmadı mı sanki senin be okuyucu. Acı çekmek istiyorum dediğin. Ruhunun kemirilmesinden çok parçalanmasını istediğin. Hani içinde ki o orospu duygu çıksın istersin, yırtıp ciğerlerinde ne varsa. ULAN dersin.. Susarsın sonra.
 Kelime dağının ötesine geçtin mi sen hiç okuyucu? Nasıldır bilir misin? Bir kadın vardır orada. Hep resim yapar. Etrafına hiçbir şey olmamış gibi gülümser. Ama bir o kadar da ağlar resimleri. Keman çalar sürekli kelimelerin bittiği yerde. Çello ve piyanoda eşlik eder. Tüm otlar kafa yapar orada. Tüm kumsallar huzur verir, tüm sessizlikler düşündürür. Orada konuşmana gerek olmaz okuyucu. Aklından ne geçiyorsa susar, dinler sessizliği. Fırça sesini, piyano sesini.. Hepsi aşık olur o kelimelerin ardında saklanan ressam kadına. Hain ruj rengi kırmızısıyla değil, gülümsemesinin parıltısıyla boyar o. Senin kalbinin atışı, ritmi verir onun fırçasına.
 Sakın ha okuyucu. Sakın kalmak isteyesin orada. Ne Tanrı, ne hayat bilir oraları. Görmezler seni, duymazlar sesini.. Çok çekici geldi be okuyucu. Hadi bırak şarabı, yak sen çayın altını. getiriyorum ben sana o kadını...

18 Haziran 2014 Çarşamba

Formidable


  Bence sen gel..
 
  Çay içeriz. Şanslıysak belki yağmurda yağar. İzlerim seni damlaların ardından. Şiirler okurum o damlalara.
  Gülüşünü izlerim. Gökyüzü kokan saçların dağıldıkça bende gülerim. Falıma bakarsın çay bardağından. Hayatıma bakarsın.
  Buruk bir tebessüm kaplar sonra güzel suratını. Bir yanda o seni üzen geçmişim ve senin olacağım geleceğimle yağmurun altında öpersin beni. Çatlaklarına gömersin.
  Ama ben korkarım. Rüyasında kendi mezarını görmüş insanlar kadar korkarım.
  Belki bir çingene gelir. Gül uzatır bana. Alırım tüm kanat kırıklıklarımla. Sana uzatırım.Taptaze gülümsemen ve elmadan yanaklarınla, alırsın elimden. Dikeni batar, kanatır elini. Ama sen yine de teşekkür edersin mahçup bir halde.
  Ve ben kahrolurum belki ne bilirsin, dünya da ki tüm gülleri kapına yığamamaktan. Ya da annen gibi öpüpte geçirememekten.. Dalar giderim her zaman ki gibi.
  Karamsarlığıma, yağmur bulutlarıma..
  Ama sen yine gün ışığını sızdırırsın kalbime, zihnimin dehlizlerine... Çıkartırsın beni o tuvaletten.
 
  Beni başka biri gibi hissettirirsin belki! İyi biri.. O sevdiğin biri.. Sevdiğin ben..
  Benden çok uzak bir adam olduğunu düşündüğüm adam gibi. Hani iyi kalpli dediğin, şefkatli dediğin adam gibi. Kıskanıyorum evet. Sevdiğin beni kıskanıyorum. Sürekli söylediğin '' Sen çok güzel bir adamsın '' cümlesinin nesnesini, öznesini kıskanıyorum!
  Senin olduğun şehri de kıskanıyorum. Bir anlasalar ne kadar şanslı oranın insanları.. Yaptığın kekleri, içtiğin çayı.. Duyduğun, okuduğun ve kurduğun her cümleyi kıskanıyorum!
  Okuduğun şiirin yazarını bile kıskanıyorum. Ben olmalıydım o diyorum kendi kendime. Beni beğenmeliydi onun yerine. Dinlediğin şarkının solisti ben olmalıydım.. Hayatın her bir parçasında ben olmalıydım diyorum belkide.. Bencil diyebilirsin bana..Ama senin dünyan benim yörüngemde dönsün istiyorum.
 
  Sen benim hayatımın zaferisin.
         Benim yakarışlarımın cevabı...
  Sen benim hayatsızlığımın aşkısın.
         Benim yılkılığımın sonu...
 
  Bence sen gel..
   

16 Haziran 2014 Pazartesi

İsa'nın Kadınları - Sayfa 127


Dört gün... Dört bin yıl kadar uzun dört gün. Dışarı çıkmadım. Telefonlara cevap vermedim. Bir şeyler oluyordu zihnimde. Devrim vardı sanırım kalbimde.

Beşinci gün Bayan I. çıkıp geldi. Hiç değişmeyen suratı ve içimde uyandırdığı o ikinci yeni hissiyle. Beni ona çeken bir şeyler vardı. Bu sonbahardan daha güzel, ya da bulutlardan daha hoş kokması değildi. Tıpkı kalbimde devrim yapan o şey gibi.. O şey gibiydi işte.. Bayan I. gibiydi. Benden nefret eden kadınlar gibi.

Oturduk. Çektik perdelerimizi. Sevişmedik hiç. Sadece dudaklarımız hareket etti. Bir şeyler anlatmak ve içmek için. Elini uzattı bana. Bekledim.. Uzatamadım elimi. '' Sana dokununca, kirletilmiş ve tutsak alınmış bir toprağa dokunur gibi oluyorum. Bedenin ıssız ve kaygan. Terk edilmişsin, çaresizsin; ama yinede elini uzatmıyorsun kimseye, kimseden yardım istemiyorsun. İçine, benliğine kolay kolay girilmez artık senin. Kapıların kapalı. Biri muhtaç olsa, barınacak yer bulamaz sende. ''

'' Cemil Ersöz!'' dedim gülümseyerek... Burukça gülümseyerek. Acı gerçekle karşılaşmanın verdiği burukluk ve eski bir dost gülümsemesi arasında gidip geldim. Sigarasından bir nefes aldı. O an gömülmek istedim işte. Ulan o dudaklarında ki çatlaklara gömülmek istedim. Mezarım orası olmalıydı!

''Sen hediye etmiştin. Beni terk etmeden bir gün önce..'' dedi.. Hatırladım her şeyi. Kısa metraj film tadında ki geçmişimizi. Hortladım o mezardan. Kalktım. Doğruldum. Düştüm geri. İlk aşkıydım. İlk seviştiği adamdım. Konserde ki ilk öpücüğü ve ilk orgazmıydım. Buydu zihnimde olan şey. Unutuyordum. Yavaş yavaş. Önce annemi, sonra diğer aşklarımı.

İntikam soğuksa, seks ara sıcaktı. Her kadın intikamını alırdı bir gün. Erkek zaferler kazanmak, fethetmek, sikmek için gelmişti dünyaya, öldürmek ve nara atmak için. Fakat kadın öyle değildi. O intikam için yaşardı. İhtiras için. Arzu ve duygu için. Duygularından arınmış bir kadın var olamazdı. Ama o vardı. Ve gözlerime bakıp düştüğüm duruma bakıyordu sigara içerken. O hadım etmişti sanırım bütün duygularını. İntikam gününü bekliyordu. Sadece benden değil, kişisel değil. Onun mevzusu evrenseldi. Bir bilseydi Tanrının erkek olduğunu, ondanda nefret ederdi belki!

14 Haziran 2014 Cumartesi

Benim paketimden içmek günah!

 Oğuz Atay'ın iç organdan binalarını görüyorum son günlerde. Hani o geçimsizce geçirdiğimiz günler var ya, bize geçiren günler gibi olmayan günler. Hem o günlerden birinde, çingene bir kızla yattım. Yatmadan önce bir kaç hikaye anlattı. Tabi önceden sigaralar(sigara içmek öldürür!) yakıldı falan neyse. Babası ölmüş.. E ne biliyim diyemedim bir şey. Seks öncesi ölü insanlardan bahsetmek genelde yaptığım bir şey değildi. Kızıl saçlı(''Anarşist saç tonu''nu yakalamış olmasına rağmen zihni hala pembenin tonlarında gezen) bir kız bana her insanda bir yaşama iç güdüsü vardır dedi. Sanırım anne rahminde unuttuğum şeylerden biri de o. Ya zaman çok hızlı geçiyor, Dorothy. Zaman cidden çok hızlı geçiyor. Dün gece hissettim.. Çimlerin, evet o seviştiğimiz çimlerin üstünde yalnız başıma uzanırken. Dudaklarım çatlamıştı yalnızlıktan. Ya da havanın soğukluğundan. Hatırlamıyorum. İç organlarım gıdıklanıyordu. Hani her gece bana yatmadan önce okuduğun hikaye kitabında ki prens vardı ya, küçük prens*. O geldi yanıma. Evet Dorothy. Anlatmaya çalıştı insanlığın aptallıklarını, büyüklerin nasıl içlerinde ki çocuğu boğduklarını. Dinledim. Evet Dorothy, sonra küfür ettim. Kovdum yanımdan. Kalbimle midem arasında bir sızı var biliyor musun? Bazen, çok alakasız olduğum zamanlarda bile bir anda geliveriyor ve dağıtıyor tüm mutluluğumu. Huzurumu kaçırıveriyor. Aşığım sandım başta. Hayır Dorothy, sana değil, o kıza. Hani o işte. Evet! Ama değilmiş. Alakası yokmuş. Depresyondaymışım.

-------------------------------------

 Hiç pas tutmayan o gözlerin!
Ben burada bir sancı taciriyle ticaret yaparken, mavi dehlizin ortasından bana gülümseyen, sigaradan sararmış gül rengi dişlerin.
Kedi köpekten sırdaşların, 70'lik saldırışların, 18'lik kalp atışın.
Kabuktan bulutların, kafein yağmurların, çıtırdayan yaprakların ve üzerinden hiç çıkmayan ramazan sabahı kokun.

----------------------------------------------------------------------------------------------

Yazarın notu; Uzun zamandır bloga yazı girememekle birlikte düşünce hayatımı da aksatmış durumdayım. Bir yandan kaçık bir kitap yazmanın verdiği sarsıntı ve bu senenin üstümde bıraktığı onlarca cevapsız sancıyla elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Hayatlarımızın geceleri kurduğumuz hayaller kadar güzel ve şehvetli olmasını dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden. Ve unutmayın ki; Ars longa, vita brevis, occasio preaeceps, exprementum periculosum, iudicium difficile!

8 Haziran 2014 Pazar

Üç güzel adam


Yaz yağmuru sonrası. O güzel çimen kokuları. Anne rahmi kadar yalnız ve bir o kadar da soğuk sokakta üç güzel adam. Çimen kokusu, taze ekmek çıtırdaması, bira kafası hatta grunge kadar güzel üç adam. Gökyüzünde ki tebeşirden yıldızların altında yürüyorlar.

 Bir takım elbise, üç ekmek, bir paket sigara ve bitmek üzere olan bir çakmakla..

 Çimenden gözleriyle boyuyor hayatın anlamsız boşluğunu ilk güzel adam. Bir şişeye koyup sorular fırlatıyor evrene.. Belki babacan Tanrı bulur cevaplar diye. İnsafsızdan çok insansız kalbi ve sarımtırak saçlarıyla varlığını, varlıksızlığını, duygularla yazılmış bir şarkının sözlerini, kayan yıldızları düşünüyor. Sorguluyor. Cevapsız neyi varsa cevap alamayacağını bildiği halde soruyor..

 Bir takım elbise ve bir ekmekle..

'' Bir kan oluveriyor ki, bir kıyamet, bir çalgı
  Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene!''. Aklından bir türlü atamadığı şiiri tekrarlıyor ikinci güzel adam. Çirkinlerin güzeli, iyilerin kötüsü olan adam. Gözlerinde ki kalemle bir şiir yazıyor gökyüzüne. Belki o hanidir aradığı kadını bulur okur diye. Adına şiir yazılmamış kadınlar alır, dokunur, sevişir diye. Ama kimse almıyor şiirini. Çıkartıveriyor bir anda tüm kederlerini. Çırılçıplak bir kalple yatıyor öylece tahtadan bankın üstünde. Bekliyor biri dokunur ona diye. Şiirlerine değil belki ama o tırnaklaşmış tenine... Tek dokunan ağzında ki tiryaki sigaradan düşen kül oluveriyor. Yakıyor canını, etinden daha çok hemde. Küfrediyor güzel adam, onca kalabalık varken bu bedbah kadersizliğe tüm çirkinliğiyle. Böyle biri olmak canını çok yakıyor.. Hemde çok yakıyor.. Süleyman efendinin nasrından bile.

Bir paket sigara ve bir ekmekle..

Üçüncü güzel adamsa sadece bakıyor.. Yıldızlara.. Ne bir pişmanlık ne de bir kederle. Bakıyor hiçten bir hiçlikle hiçliğe. Gözlerinde ki kasveti, yüreğinde ki sızıyı öyle bir korkutmuş ki çıkamıyor hiçbiri dışarı. Yetim dehlizlerinde kalan yarım elma düşüncelerse dudaklarına ulaşamayacak kadar yaşlanmış. İzlediği filmler kadar tozlu olan sessizliği küfretmiyor diğer adamlar gibi. O da susuyor. Belki de asla ulaşamayacağını düşündüğü için sadece bakmakla yetiniyor yıldızlara. Belki de kendini, gerçek benliğini görüyor gökyüzünün lacivertliğinde. O yüzden mahçup bir çocuk gibi susuyor. Soramıyor ''sen kimsin?'' diye kendine. Alacağı cevaptan korkuyor belki de!

Bitmek üzere olan bir çakmak ve bir ekmekle..

'' Our little group,
       has always been
           and always will
                  until the end '' - Kurt Donald Cobain.

23 Mart 2014 Pazar

Neden bu kadar mutlu oluyoruz ki kendimizi zehirlerken?

Kimdik ki biz? Yalınayak çimlere basmanın verdiği o garip huzur, dilimizin ucunda olupta söyleyemediğimiz kelimeler bile olamadık.

 Beyaz mahalle duvarlarını delip geçen bir yosun olmalıydık. Onun yerine ayın o masumsuz göz yaşı olduk denize fırlatılan. Başı kapalı çiçek desenlerinden, mezarın siyahı ve ölümün sarısını bahşetmeliydi bize o günahlı kişi. Kısa ve öz yaşamadan tutuk kaldık, tutuklandık birbirimize. Parmaklıklarım oldun. El ele tutuşamadığım parmaklar. Dudaklarının arasındaki çatlakta yapıldı ölüm ayinim. İnatla kalbime ibadet ettin aklımın dehlizlerinde tutsakken. Hayat geçirmeyen etine diktim ata erkilliğimi. Yırtamam. Koparamam. Hani dikiş tutmazdı tenlerimiz? Tuttum ben. Tenime diktim o alçantrak aşkını.
 Ölü fareler, dans eden terlikler ve rüzgarda dağılan tütünden saçların... Affet beni, ama bana senin kokunu getirmeyen batı rüzgarlarının estirenini sikeyim.