12 Aralık 2015 Cumartesi

Korku


Hissetmek istiyorum.
Ne olursa.
Gerçek olsun yeter.

------------------------------------------------------------------

Zaman dedi, geçip gidiyor. Suratlarımız eskiyor.
Ölümlü adamların mezarları var buralarda dedi. Çoğunun mezar taşı yok ama sen yine de dikkat et bastığın yere.
Bir ses geliyor dedim, kulağıma birkaç tak sesi çalınınca. Korkunca.
Merak etme, kaplumbağalardır. Edgar dirilmemiş, bunlar mı dirilecek dedi ve gülümsedi.
Gün batımı kafalarımızın üstündeki çam ağaçlarından belli ediyordu kendini. Sessiz ve sisliydi mezarlık.
Güneş yeni mi doğuyordu yoksa?
Saat kaç dedim.
Çok geç dedi. O kadar geç ki geçmiyor. Bir tümseğin üzerinden büyük bir adımla geçerken, anca siliniyor böyle diye devam etti.
Mezar taşlarını okuyordum. Henüz çok gençti hepsi. Kimisi bir haftalık, kimisi birkaç aylık. Kimi mezarlar birleşikti. Demir çitlerle çevrilmişti.
Kim bunlar dedim, neden böyle onların mezarları?
Yakın arkadaşlar dedi, ev arkadaşları, iş arkadaşları vesaire.
Bazı taşların üstünde şarkı isimleri vardı. Bazılarının baş ucunda alkol şişeleri. Kişisel eşyalar herhalde dedim, bu bizim bilmem neyimiz dedikleri şeyler dedi. Umursamazdı. Sanki hiç yaşanmamış gibi anılar, soğuk kanlıydı. Yer üstünde olmamıza rağmen, yer altındakilerden daha soğuk belki de. Korkuyordum. Fakat bu korku ondan değildi. Hep korkmuştum mezarlıklardan. Geçmişten hep çok korkmuştum.
Korkuyor musun dedim, vereceği cevap hayır olacaktı. Biliyordum, en azından içimi rahatlatmak istemiştim.
Evet dedi. İt gibi hemde.
Şaşırmıştım. Tam korkularımı beslemeye başlarken dur diye fısıldadı. Yaklaştık, duyabiliyorum.
Bir ud melodisi yankılandı kulaklarımda. Yavaşça bir adım attı, Gel işareti yaptı elleriyle. Bende onun bastığı yerlerden yürümeye başladım sakince. Korkumu bile hissedemeyecek kadar korkuyordum.
Kim bu dedim, kimin mezarından geliyor bu ses?
Cevap vermedi. Kafasını çevirdi, omzunun üstünden gözlerime baktı. Kafasını hayır der gibi bir sağa bir sola salladı. Daha sonra işaret parmağını çatlak dudaklarına götürüp bastırdı.
Sustum. Suskunluğumla aynı orantı da titriyordum.
Hava soğudu. Melodinin sesi arttı.
Bir zeytin ağacını gösterdi. İşte, orası. Ağacın altında dedi fısıldayarak.
Yutkundum. Ne var orada diye sordum. Sesim titriyordu, orada bile diyemedim doğru düzgün.
Senin mezarın orası dedi.
Gözlerimi kıstım, dikkatlice baktım. Üstü açıktı mezarın, kürek ve toprak birikintisi duruyordu. O kadar korktum ki, titremem geçti. Kabullendim. Ölümün sessizliği çöküverdi omuzlarıma.
Peki dedim, bu müzik neyin nesi? Mezarımdan dumanlar yükseliyordu.
Telefonun dedi. Oradan geliyor. Yaklaş dedi, ama sessiz ol. Rahatsız etme kendini.
Yaklaştım. Onu geçtim. Mezara doğru ilerledim. Ben vardım. Uzanmış boylu boyunca. Sigara içiyor, müzik dinliyor ve göğe bakıyordum. Hemen çektim kafamı geri. Ellerim buz kesmişti, bacaklarımdan aşağı kaynar sular değil, karıncalar inmişti. Ölmemiştim. Fakat ölmemiş olmam, öleceğim anlamına geliyordu.
Ne olacak şimdi dedim, sesim kısılmış, dişlerim birbirine vuruyordu.
Cebinden parlayan bir glock çıkardı. Gözlerime doğrulttu. Şimdi dedi, kendine kavuşacaksın. Tüm vücudum titremeye başladı, ve anlık bir refleksle dirseğinden yakalayıp kendime doğru çektim. Bir el ateş sesi yankılandı mezarlıkta. Sonra ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü.. On yedi patlama. Ardından zayıf birkaç tık sesi. Ve bir adam bağırdı. Hıçkıra hıçkıra bağırdı.
Kahvaltısını yapmamış kargalar uçuştu çam ağaçları arasında.
Ud dinletisi kesildi.
Onu kendi mezarıma doğru ittim. Üstünü kapatmadım. Geldiğim yollardan, ayak izlerine basarak ilerledim. Mezarlara basmadan, dikkatle. Korkmuyordum, sinir krizinin şokunda, tüm mimiklerimi yitirmiş gibi ilerliyordum sadece.
Hayatımı kaybetmemiş olsam da, kazanmış hissedemiyordum bir türlü. Sanki ölmüştüm, ama henüz bunun farkına varamamıştım.
Schrödinger'in kedisi bendim.
On yedinci mermiden sonra gelen tık sesi bendim.
Mezarda -belki de- hayatının ölümlü aşkıyla ölümsüzce gökyüzünü izleyen ud melodisi bile bendim.

29 Kasım 2015 Pazar

02:49



Mira iğrendi kendinden. Sabah beş trenini kaçırmış gibiydi. Aldığı ağrı kesiciler ve kullanmadığı antidepresanların etkisinde, sürükleniyordu evinin odasında, duvardan duvara. Hayatımız da olan biriydi Mira. Sevdiğimiz, düşüncelerine değer verdiğimiz ve de ara ara gıcık olduğumuz. Arayıp sormayan birisi. Ama yargılamıyorduk onu. En azından onun kendini yargıladığı kadar. Onun kendinden iğrendiği kadar seviyordu kimileri. Hatta kimisi daha fazla. Kimisi diyorum çünkü tek bir kişi vardı onu o kadar seven. Tek bir kişi. Sokakta görmekten çekindiği, mesaj atmak istemediği. Mesajlarını okumak istediği. Ve kendinden iğrendiği kadar sevdiği.

Nefret ve aşk. Daha önceki yazılarımda söylediğim gibi aynı boşluğa bakan uçurumların iki ucudur. Her nerede durursan dur, illa ki oradadır o boşluk. Pencerenden onun manzarasında uyanırsın, günlük işlerini yaparken onun seyrine dalarsın ve anksiyeten her zaman insanların içinden geçip onu görür. Kiminle konuşursan konuş, bileklerinde morarmış zincir izleri bağıracaktır. Dizlerinde çimen izleri o kokacaktır. Nefret ettiğin yahut aşık olduğun. İçtiğin alkolün fiyatından, yaptığım konuşmanın kalitesine kadar, ne kadar derine bakarsan bak, onu göreceksindir.

Mira o zamanlar aşkın kavramını öğrenmeye çalışıyor, iki uçurum arasında bir köprü görevi görüyordu. İlk önce aşık olanlar, sonradan nefret, ilk önce nefret edenler sonradan aşık oluyordu. O ise köprüydü. Sadece bir köprü. Üstüne basanların korkusunu yaşayan bir köprü. Dışarıdan bakıldığında da üstünde gezerken bakıldığında da aynıydı. Tahtaları sağlamdı, ipleri kaç barut komplosunu asmıştı belki de.

Unutmuyoruz. Sadece unutmuş gibi yapıyoruz ki unutmamaya çalıştığımızın kalbi ağrımasın. Yok hayır, yanlış anlamayın beni. Kimileri o kadar da umrumuzda değil Mirayla. Sadece uğraşmamak için söylüyoruz çoğu yalanı. Ben onun iğrençliğiyim. İsa'yım ben. Unutamadığı bir avuç ailesiyim. Avutamadığı acılarıyım ben. Ölse bile beni sevmeye devam edecek. Bunu bilen tek kişiyim ben.

Mira o gün biraz kırgın, biraz dargındı hayata. Yine, o boşlukta hissettiği günlerden birinde, telefonunun ekranında yazdığı kelimeleri ve biraz önce onu sevdiğini söylediği adamın yazılarını çift görüyordu. Oysa hayat çift olamayacak kadar yalnızdı. Oysa, parmaklarının ağrısını dindirmek için kullanıyordu alkolü. Ve de ellerini nereye koyacağını bilemediği için yakıyordu sigarasını. Kime, neyi anlatması gerektiğini bilemediği için yazıyordu. Nerede, ne zaman sevmesi, ne zaman terk etmesi gerektiğini hissedemediği için gidiyordu. Ve bunu bir tek ben biliyordum. Fakat o, bunu fark edemeyecek kadar inatçı ve iyimsizdi.

Mira, ölümün ne olduğunu bilmekten çok, ölümün nasıl beklendiğini biliyordu. Beklemenin ne demek olduğunu öğrenmişti, henüz fark edemeyeceği yaşlarda. Umut ettiği şeylerin, gerçekleşmeyeceğini bilerek inanmayı öğrenmişti. Büyüyordu. Olgun bir kadın olma yolunda, tökezleyerek ilerliyordu. Eğer Tanrı olsaydı, bacakları olmayanlara kanatlar verirdi.

28 Kasım 2015 Cumartesi

There once was a tiger striped cat.


"There once was a tiger striped cat. This cat died a million deaths, revived and lived a million lives, and he was owned by various people who he didn’t really care for. The cat wasn’t afraid to die. Then one day the cat became a stray cat, which meant he was free. He met a white female cat, and the two of them spent their days together happily. Well, years passed, and the white cat grew weak and died of old age. The tiger striped cat cried a million times, and then he died too. Except this time, he didn’t come back to life."

------------------------------------------------------------------------------------------------------------


''Beni uyuşturacaklar anlamıyor musun?''

Dakikaların benden gayrı ilerlediği vakitlerdeyiz tekrardan sevgili dostlarım. Tekrardan diyorum, çünkü siz bu cümleyi çok iyi biliyorsunuz. Fakat bu gece sizlerle paylaşacağım hikayeyi daha önce hiç duymadınız. Hatta ben bile duymadım. O yüzden kulak verin parmaklarıma. Yakın sigaralarınızı. Yukarı da -her zamanki gibi- paylaştığım şarkıyı açın yahut halihazırda dinlediğiniz müziği başa sarın. Toplanın dostlarım. Bu gece sizlerle, taşranın metropol havasına büründürdüğü apartmanlardan birinde, 7 numaralı dairede geçen bir hadiseyi dinleyeceğim.

------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Nefes al burnundan.
Bir - ki.
Şimdi ver ağzından.
Birkaç defa daha tekrarla şimdi.

Nefes almayı öğrenmem gerek. İnsanlar gibi. Çünkü yarın büyük gün. Oysa nefes alıp vermeyi bir iş haline getirmiş bir insanın yorulmaması nasıl beklenir?
Kendi başıma beceremeyeceğim sanırım. Bu işi iyi yapabilenlere, nefes alıp vermeyi sevenlere sormak gerek.
''Alo X''
''Efendim?''
''Ya ben sana şeyi sorucam, nefesi aldıktan sonra kaç saniye bekliyorsunuz?''
''Nasıl yani?''
Gülünecek bir şey bulmadığım zamanlarda insanların gülmesi ve herkesin hüzün dolu bakışlarla bana baktığı sırada tutan gülme krizlerim skolastik biçimde orantılı.
''Yani nefes işi. Nasıl yapıyorsunuz?''
''Kafa mısın sen yine ya?''
İnsanların kafa olmadığımda beni kafa sanması ve herkesin kafa olduğu zamanlarda en ayık olanın ben olmam da... Anladınız işte.. Orantılı.
Bana benim kadar deli fakat benden daha hırslı olup, kendini sentezleyebilmiş biri gerek.
''Ne zaman yalnız kalsan eski sevgililerini düşünüyorsun..''
Bunun yalnızlıkla bir alakası yok Dorothy. Öğrenmem gerek sadece. Biliyorsun, yarın belki seninle tanışırım. Ufakta bir ihtimal olsa, dışarı çıktığımda çarpışmamız, elime yüzüme bulaştırmak istemiyorum.
''Ne yapacaksın yani? Benimle iyi tanışabilmek, bende iyi bir izlenim bırakabilmek için sürekli eski sevgililerine mi döneceksin?''
Dönmeyeceğim. Soru soracağım sadece. Bir tanecik. Hem bak o başka birine aşık, diğeriyle zaten iyi anlaşıyoruz, şuna da yazsam cevap verir garipsemez beni. Bu falanda var da, bunlarla pek haşır neşir olmak istemiyorum. Biliyorsun..
''Senin bir cümlen bile, yanlış zamana denk gelirse, neler yapabileceğini biliyorsun. Sanki sürekli senin etrafında dönüyormuş gibi dünya, sadece senin soruların varmış gibi cevap arayan. Birkaç kadın meselesi değil bu, koskoca kainatı boşvermişsin gibi davranıyorsun.''
Ama öğrenmem gerek. Ya senin yanında bir pot kırarsam, nefes alış verişlerim hızlanırsa senin yanında? Ya peki, beraber uzandığımızda bir yere, başını kalbime koyduğunda kalp atışımdan ürkersen. Gürültüsünden fısıldayamazsak..
''Bunları bu kadar düşünüyorsun, önce ağrı kesicileri bırakmalısın.. Hayır, beni dinlemeyeceksin bile. Ama şunu istiyorum senden. Ya bir gün eski sevgililerin sana yüz vermeyi bırakırsa? Konuşmazlarsa. Yeni eski sevgililer mi bulacaksın kendine? İnsanlarla sevgili olduktan sonra, ayrılmayı mı bekleyeceksin? Arkadaşın kalmadı! Anla artık.''
Bak şu kitapları aldım, düşünürlere göre şehirlerin sosyolojik ve psikolojik analizlerini yapıyor. Belki hoşuna gider, ortak yönümüz olur, çay içerken yaptığımız samimiyetsiz sohbete konu olur. Ne dersin, sence beğenir misin?
''Beni cidden dinlemiyorsun değil mi?''
Hey! Geri gel. Daha saçlarımı üçe vurup vurmamam hakkında konuşacağız. Neyse. Saat geç oldu. Her şey gibi.

------------------------------------------------------------------------------------------------------------

18 Kasım 2015 Çarşamba

Düşlem Problemi


A kadınından B kadınına saatte 140 umut\düş'le giden bir adamın hikayesinden.
                                                                                                                          Saygılarımla.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------

Zaten başımıza ne geldiyse solumuzdan gelip, geçenlerden geldi. Saatler mesai bitimi, sokakların aceleci ve yorgun olduğu saatlerdi. Herkesin önüne bakıp yürüdüğü, kalabalığın bir otobüs gibi insanları alıp, gidecekleri evlerine, koltuklarına bıraktıkları saatlerdi. Hiç sevmediğim saatlerdi. Şimdi diyeceksiniz ne alakası var yahu gelip geçmeyle? İşte ben o kalabalıkta, gördüm onu. Kırkı çoktan çıkmış cenazemi. Söylenmemiş, söylenememiş kelimelerimi. Bir bıçak saplandı şakağıma. Hissedemedim ellerimi. Kayıverdi sigara elimden, düşünmedim yitirdiklerimi onu unuturken. Sadece baktım, kazıdım aklıma o anı. Aylar sonra. Bir sokakta, tam onu unutmuşken gördüm. Aylarca sokaklarda sabahladım görebilmek için. Bir akşamüstü mesajı gibi çıktı karşıma, bir kebapçının önünden geçerken. Garip duygular içine, bir tutam feryat, bir tutam özlem, bir avuç mutluluk sardı içimi. Neden mi mutluluk? Bakmadı çünkü bana. Baksaydı eğer, çarşı karışırdı. Baksaydı eğer, gözlerimiz kesişecek, yine kan revan içinde kalan benim ruhum kalacaktı. (Kalbim diyemiyorum sevgili okurlar, nerede olduğunu ben dahi bilmiyorum.) Çünkü baksaydı, yakalayacaktı gözlerimi. Yakalasaydı, ben duracaktım; O ise yürümeye devam edecek, kalabalığın onu götürdüğü yerleri gezecek, birkaç adım sonra, benim olmadığım durakta inecekti.  Ve ben o durağı bulabilmek için, karış karış edecektim tekrardan. Beni görmediği için mutluyum.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------

Sessiz ol. Duyuyor musun? Kalbinden, ciğerlerinde su toplamış okyanuslara göç eden martıların çığlıkları yankılanıyor gözlerinde. Ne sanıyorsun sen? Göremez miyim? Anlatmaz, vuramaz mıyım yüzüne hepsini? Kısık sesinle bana cevabını bildiğin sorular sorduğunda gülümseyip istediğin cevabı vereceğimi düşünemedin mi? Bakışlarımı ve hikayelerimi unutabileceğini mi sandın?

İçtiğin kahvenin kırk yıllık hakkını unutmuş gibi,
Tüm duygularını eline alıp, gazeteye sarmış, umutsuzca saklıyorsun hala.
O kumsal, gözlerimde;
O gazetede de ölüm ilanım, üçüncü sayfa haberlerinin arasında kaybolmuş.

Hanımefendi.
Uçurumun kenarına doğru sürüklüyorsunuz kendinizi.
Yastığınızın soğuk tarafını çevirirken, kayboluyorsunuz odanızın karanlığında.
Rüyanızı değiştirecek kadar dalıyor gözleriniz kapıda asılı olan cekete.
Düşüncelerinizi duyuyor gibiyim.
Korkularınızı tadıyor gibiyim.
Ben biraz siyah,
Biraz siz,
Az mı az kül tablasında unutulup sönmüş türküler gibiyim bu akşam.
Kumların arasına karışıp gitmiş anılarım, acılarım.
Tüm trafolara kedi girmiş,
Ne kadar insan varsa bir konser salonunda.
Ve biz seninle;
Kız kulesine doğru atılan ufak kulaçlarda birlikte,
Ciğerlerindeki okyanusta.
Üstümüzde martılar çığlık çığlığa asılı kalmış,
Saçlarındaki tütün kokusu uçuşurken karasalın en sert mevsiminde.

----------------------------------------------------------------------------------------------------




12 Kasım 2015 Perşembe

/Sıradan bir yazının, herhangi cümleleri/


Biraz içim dışımda bu akşam. Adeta gün yüzü görmek istermiş gibi tüm iç organlarım. Ellerine kalbimi almış, göğüs kafesimin kemikten parmaklıklarına vuruyor.

'Gardiyan! Sigara getir bize.'

Eski bir yeşilçam filminden aklımda kalan tek bir konuşma.
'Buraya seni görmeye gelmiştim. Ama artık seni görmek istemiyorum'

Ve soruyor kan revan bana.
'Her şey senin istediğin gibi mi olmalı hep?'

'Olmalı. Fakat olmuyor. Bende inadına yaşar gibi istiyorum hep.'

'Yaşamak istiyorum.'

'Olmuyor.'

'Olmalıydı.'

'İnadına yaşar gibi.'

Düşünüyor, var olamıyorum. Seviyor, aşık olamıyorum. Doğru olan olayları, yanlış insanlarla, doğru olan insanları, yanlış zamanlarda, doğru olan zamanlara ise yanlış olguları doldurmakla geçiyor gençliğimin en mutlu olmam gereken yılları.

Sevdiğim, seviştiğim, ağladığım ve hatta kanadığım her anı gün yüzüne çıkıyor bu gece.

Sakallar hatırladı.
'Sen benim hayatsızlığımsın ulan.'
Saçlar unutmaya pas tutmuştu. Kalbin en soldaki kırığı sızladı. Eski günlerden bir şarkıyı çaldı ve de kulak. Anksiyete küflenmiş tahtından kalkıp şöyle bir tokat attı surata. Gözlerime bak dedi gözlere. Sineztesi esti, burun titredi bir sincabın burnuymuş gibi ve kokladı hüznü. Bipolardan kıvılcamlar yükseldi. Sigara paketi bir yumruk attı dudağa. Yaraya bir sigara bastı eller. Gojan Bregovic vardı sonbahar orkestrasının başında o zamanlarda. Ne kadar olmuştu uzun bir yolculuk yapmayalı yahut aşık bir erkeğin bedeninde gezdirmeyeli tırnaklarını.

Özledi kadın.

Özledi mi kadın?

Şiir okudu kadın. Eski bir şarkıyı, farklı notalarda dinledi. En iyi yaptığı şeydi. Her seferinde daha çok sevmezdi belki ama.. Her seferinde ilk seferdeki gibi severdi.

'Benim biramıda açar mısın?'
'Bak, şu boşların arasında belki vardır.'
'Şu bira getiren adamın numarası neydi?'

Geceleri gel.
'Akşam on'dan önce gelirsen de bira al.'

'Zor be kadın. Ama sen dur bakalım. Yakında yeni bir gezegen bulunur nasıl olsa!'

Kurumsal aşklar bunlar. Pardon.. Kumsal aşklar bunlar. Ellerini tutuyorsun. Parmaklarının arasındaki boşluklar öyle güzel, soğuk doluyor ki. Ayıkken sevişmek gibi, gidiveriyor hepsi bir bir sonra.

Maktulü olduğum tüm cinayetler sararmaya yüz tutmuş, cam silmek için kullanılan gazetelerde.
Hala bitmedi on altı yaşında öldürdüğüm bir kadının davası.
Bu küflenmiş hapishanede her gece,
Haber bekliyor,
Çürüyorum.
Biliyorum.
Bir gün birileri gelip diyecek ki,
Pardon.
Güleceğim bende.
Ağzımda dişlerimden beyaz bir glockla.

'Senden daha kötü durumlarda olanlar var'
diyorlar.
Daha çok üzülüyor, kahroluyorum. Onlardan kötü durumda bir başıma kalana dek.
Moralimi düzeltmek için söyledikleri ne varsa, bipolarımı daha çok bozuyor.

Kasımda ölmek zor.

Vizeler

Ne kadar büyük, ne kadar küçük olursa olsun bir kağıt bile bir yere kadar katlanıyor. Benden nasıl beklediniz katlanmamı?

Sanırım ondokuz seneye yetecek kadar küfür ettik, seviştik ve de kadeh kırdık. Kadehten çok kalp kırdık.

Neden her kırdığım kadeh için bana bağıran annem, kırdığım kalpler karşısında sessiz kaldı,
Kırdığımız kadehler, kalplerden neden hep daha değerli oldu Dorothy?

Dorothy?

Hoşgeldin.

Bekliyordum seni.
Aslında beklemiyordum, ama ne zaman beklemesem, hep geldin.
Beklemiyorken gelmenden çok, beklemiyorken beklemeye alıştım.
Karmaşık değil mi?
Düşünme şimdi bunları. Soko çalıyor. Hatırlıyor musun?
Kalp atışım hızlanıyor gereksiz yere Dorothy.
Heyecanlanıveriyorum, düğümleniyor boğazım, gözlerim doluyor.
Hüzünlü hüzünlü sevinçlerimde bile ağlayamıyorum Dorothy.
Bu şarkı olmasın lütfen demiştin,
Hüzünlü hüzünlü sevişmelerimde bile gülemiyorum Dorothy.
Tüm hayatımı yazdım buralara. Farklı isimler taktım günahlarıma.
Arada bir bakıyorum da..
Neden senden kaçmak, seni aramak ve bulunca tekrardan kaçmak üstüne her şey?
Neden sorusunun cevabını betimlemeler verir diye okudum.
O kadar unutmuşum ki seni, tekrardan anlatabilmek için, tekrardan neden diye sorabilmek için okuyorum kendimi.
Seni hatırlamak için aynaya bakıyorum Dorothy.
Saçlarımdan utanıyorum.
Belki sende aynaya baktığında beni görüyorsundur diye.
Yorulmuşsun.
İnkar etmeye başlama.
Seni, kendimden bile iyi tanıyorum.
Ben seni benden daha iyi tanıyorum Dorothy.
Anla işte!
Ben seni Tolga'dan daha iyi tanıyorum.

Ne zaman yakacaksın bir sonraki sigaranı?

İnanır mısınız sevgili okurlar?
Yazamadığımdan değil de, yazmadığımdan yazamıyorum bu seferde.
Çünkü yazarsam;
Şarkılar çalmaya başlayacak kafamda.
Ölü insanlardan çok diri diri gömülü insanlar göreceğim sokaklarda.
Harfler gelecek, gözlerim dalacak her gördüğü boşluğa.
Katlanamayacak, incelmediği yerden kesmeye çalışacağım dudaklarımdaki bıçaklarla.
Bir tebessümle sarılacağım önümdeki sigaraya.
Dişlerimi, peri tozuna dönene dek sıkıştıracağım,
Ve bağıracağım,
Şarkıyla birlikte,
'Geçmiş zamanın hikayesini yaşıyoruz bu akşam kafamdaki okyanusta.'

Oksijensizlikten ayığız üstüne bir de.
Baloncuklar yükseliyor ağızlarımızdan.
Midemi bulandıran, düşündükçe beynime iğneler batıran mavilikte.

Kaç sene önceydi bundan, tüm bunlardan pek hatırlamıyorum. Bir de şundan tabi. Ama ondan değil. O bayadır buralarda. Onun hikayesi zaten bu da. Bundan ve şundan önceleri yani.

Kadir birkaç yıldır böyle bir durum yaşamamıştı. Hatırlamıyordu ya da. Şarkı sözlerini hatırlamak gibiydi onun hayatı belki de. Bizler gibi yani. Dinledikçe hatırlıyordu. Ve şarkının son notasında tekrardan unutuyor, başı dinlemem lazım ilk önce diyordu. O kadar acıyı tekrardan yaşamam, onca hatayı tekrar yapmam gerekiyor diyordu. Çünkü o da bizler gibi, hayatın ritmini, yaptıklarının sonucunu unutan bir insandı.

Balıktı Kadir. Balıkların hafızası gibiydi onunki. Kimse tam emin değildi, ama unutkan olduğuyla ilgili söylemler dolaşıyordu arkadaşları arasında. Ya da o öyle anlatmıştı. Tıpkı balıkların intihar etmek istemesiyle ilgili. Kadir öyle düşünüyordu en azından. Balıklar yem olduklarını bilerek ısırıyordu oltaları. Unutmuyorlardı. Unutmuş taklidi yapmayı seviyorlardı. İnsanları aptal yerine koymak uğruna, canlarını verirlerdi. Biraz balıklara benziyordu Kadir'de. O da öyleydi.
------------------------------------------------------------------------------------------------------

Hayal kırıklığına uğrattığım herkesten özür dilerim. İstediğiniz gibi biri, umduğunuz gibi biri, bildiğiniz gibi biri asla olamadım. Özür dilerim.

Geldik, sonunda başardık, dalgaların sonundayız, burası evrenin kıyısı. Kemerlerini sıkı bağla Dorothy, çünkü Kansas yok olmak üzere.




5 Kasım 2015 Perşembe

İlk dönüşte aşk


''Burada yatacaksın artık.''

Elinde valiziyle, tahta kapının önünde dikiliyordun. Ailendi seni buraya terk eden. Kızamıyordun ama onlara nedense. Misafirdin artık. Birkaç günlüğüne tatil yapmaya, işlerini halletmeye gelmiş biriydin. Elinde ufak bir valiz bile vardı. Ne bekliyordun? Bunu. İlk önce üstünü boyadılar anılarının, daha sonra yüzlerce kez masturbasyon yaptığın, ilk kez cinsel ilişkiye girdiğin, uykusuzluğun başladığında dört döndüğün yatağı sattılar. Ciğerlerini parçalayarak, gökyaşı* dökerek içtiğin sigaraların mezarlığına bakan pencereyi aldılar şimdi de elinden. Hayat bile her aldığın nefesi öldürürcesine geri istiyordu. Ailen daha masum duygular mı besliyor sanmıştın?
Bırakıyorsun valizini ikinci el çekyatın tekine, kapatıyorsun kapını giyinmek için. Oturuyorsun ceketinin üstüne. Başın ellerin arasında düşünüyorsun, izlerken karışla birkaç saniyede ölçülebilen odaya. Merhaba diyorsun. Ufak bir oda belki ama bu sonsuz boşluğa dalıveriyor gözlerin. Kitaplığın, posterlerin, çift kişilik yatağın..

---------------------------------------------------------------------
Yapılan işin saçmalığı; seyirci sayısıyla doğru orantılıdır.
---------------------------------------------------------------------

Oysa ne büyük öğütler verdi güzel şair babalarımız. Bırakmayın dediler yarına sevgileri.

Yak şunu artık, yak! Beynim çatlıyor diyorum anlamıyor musun? Guguk kuşu yuvası var kafamda sanki, uçamıyorum üstünden.

20'lik diş ağrısı, bademcik sancısı, mide bulantısı, cinsel organ kuruluğu, boyun morluğu, diş etlerindeki şişlik, dudaktaki çatlak, kaburgadaki sızı ve de kalbin içinde sekiz çizen solucan.

Ve elbette ki sevgilim, okuduklarımızı çakacak bir adam yahut kadın yoktu o sıralar kafamıza şefkat dolu çivilerle. Tutunamadı o güzel kantolar, sayfalar. Döküldü yere, yerlere. Üstlerinde şimdilerde kırk iki numara bir botun izi geziniyor, arada ben elimi uzatıyorum tekrardan almak için.. Yarınlara sadece sevgiler değil, onlarda kaldı sevgilim. Yarınlar bile, yarınlara kaldı. Biz şimdi burada, birbirimize sahipken, hiçbir şeye ait ya da sahip değilmişiz gibi olmamız ondan öte. Hiçbir anlamı yok çünkü. Çünkü şiirler, şarkılar, devrimler, romanlar olmadan hatalı üremekten farkı kalır mı o çığlık çığlığa sevişmelerin, ıslak öpüşlerin..

Yırtıp şu duvarları kağıt gibi, koşacağım aralarından. Aç ulan diyeceğim, aç kalbini. Sevemiyorsun, sevmeyi bilmiyorsun demek, bacaklarını açmak kolay ardından. Sok parmaklarını bu sefer göğüs kafesine, gün yüzü görsün iç organların. Takma tırnaklarını geçir kalbinden, bir çengel gibi çekip aç kapaklarını.. Çok uzak gezegenlerden, çok yakın cennetlerden düşüyorum. Ben bu gökyüzünün altında, ben bu yastığın her iki tarafında da çok üşüyorum. Girmek istedim, dönmek istedim. Annem açmadı kanlı rahmini tekrardan. Zaten yararlı olsaydın, atmazdı vücudum seni dedi. İstemedi o, ama sen iste olur mu? Aç kalbini. Diyor ya Cemal Abi ''Annem çok küçükken öldü. Önce öp, sonra doğur beni.''

Dilin ucundaki yara, eski günlerin anısına dinlenen şarkılar, kafandaki hiç susmayan kadeh sesleri ve ağzından bir türlü geçmeyen o acımtrak rakı tadı. Kirpiklerine düğümlü çizgi film ağırlıkları, imkansız aşk misali vicdan azabın ve tonlarca para verip içmediğin mathilda avcu dolusu hap.

bir kadın..bir kadın eliyle bir yıldızı işaret etti
adam ona, o yıldızı armağan edeceğini söyledi
kadın inandı
işte bunun adı AŞK'tı
kadın inandı ilk görüşte aşka
ancak ilk görüşte olan arzu, ihtirastı
adam yalnızdı,yapayalnızdı
istediği tek şey ölümcül bir aşktı
ikiside inandı ilk görüşteki aşka
ancak görünen aşk değil ihtirastı
aşk ilk görüşte değil, ilk dönüşte olandı..
                                                                 -HKA
---------------------------------------------------------------------------

                                     
                                       

23 Ekim 2015 Cuma

Bir cevapsız ağrı


Hava ne kadarda kıştan hallice değil mi? Ellerim klozet kapakları kadar soğuk, içimde tir tir titreyen bir çocuk var. Yakında İzmir’e gideceğim. Eve dönüş yolu korkutuyor belki de biraz gözümü. Biraz uzun, biraz da hüzünlü oluyor yolculuklarım hep. Dinlediğim müzikler ve de.. Çocukluktan kalma alışkanlıklar işte. Eskişehir çok güzel. Buradaki duygu ve düşünce karmaşası içinde açlıkla boğuşuyor, elime ne zaman bir miktar para geçse alkole veriyorum. Cebimde sadece sigara param kaldı. Ve bir de ekmek. Neşet baba şey demişti, onu hatırlıyorum her sabah avcumun içindeki bozuk paraları sayarken.

‘Fakirin bir cigarası var, onuda mı ellerinden alacaksınız Tayyip Bey?’

 ------------------------------------------------------------------

 -Nasıl yani?
+Cevabını bildiğin sorular soruyorsun sürekli. Duymak istediğin şeyleri söyletecek sorular. Bilmeni isterim ki bazı cümleler söylenmemek için kurulur, bazı mektuplar yollanmamak için yazılır. Nasıl her çiçek dalında güzelse, bazen her kelime boğazda hüzünlenir. Olgunlaşır. Kelimelerin rahmidir boğazındaki düğümler aslında. Filizlenir ilk önce, delmek, delip geçmek ister gırtlağını. Oradan kalbe uzanır dalları. Sarıp sarmalar ciğerlerini. Aklına ulaşmadan söylemek istersin. Olgunlaşmıştır çünkü. Henüz canlıyken atman gerekir insanların suratlarına yahut saman kağıtlarına. İçinde kalırsa, zehir salgılamaya başlar her kelime. Kıvrım kıvrım sızar beyninin dehlizlerine. Uykunda bile yakar canını. Kurutmaya çalışsan da alkolle, güçlenir her küfründe. Büyür git gide. Vücudunu sardıktan sonra, ciklet kıvamındaki ruhunu başlar çiğnemeye. Şefkat zarlarını patlatır, tahammül sınırlarını deler, sabrından geçer. Kelimeleşirsin sende. Cümle olursun bir anda. Kimsenin okumadığı bir köşe yazısı belki de. Okunana kadar sararır, kurursun hayatın sokak dediği raflarında. Biri bulup okuyana dek, bir kadın bir gül koyana, bir adam kül dökene kadar sayfalarına kapıldığın rüzgarda sürüklenirsin senelerce.
-Çok güzel geçiştiriyorsun insanları.
+(Çayından bir yudum aldı)
+Teşekkür ederim.
-Ne için?
-(Gülümsedi)
+Çay için.
-(Nefesiyle kahkaha attı)
-Ne çayı?
+(Ellerinin arasında boşluğa bakar. Etrafına biraz göz atmak için kafasını çevirir. Park. Soğuk mu soğuk, karlı bir bank. Ne zaman çıkmışlardı oturdukları kafeden, hesabı nasıl ödemişti? Sorgulamadı. Sıkça başına geliyordu. En azından bu sefer karşısındaki kadın duruyordu.)
+(Kafasını ellerini arasına alıp, başını eğdi.)
+Özür dilerim.
-Niçin özür diliyorsun yahu?
+Çay için.

----------------------------------------------------------------------

Ağrı kesiciler. Birkaç tane. Günlerdir aynı müziğin notalarında, benzer duygularla, farklı düşünceler içinde kıvranmamı engelleyip, sanki kameralar tarafından izleniyormuşcasına hareket etmemi sağlıyor.  Bir paket sigara yanımda, diğerinin parası ise yalnız kalmış cüzdanımda. Aslında yanında kupa kızı duruyor ama, pek yüz vermiyor sanırım. Ablamın fotoğrafı, annemin. Kim bilir ne kadar değiştiler onları son gördüğümden bu yana? Babam nerede şu anda? Omzumda bir zamanlar kanat çırpan kelebek dövmesiyle birlikte, bir unutmuşluk buhranında belki de hepsi. Kalbimi çok zorluyor şu ilaçlar. Tok karnına yazıyor kimisinin üstünde. Belli saatler. Güneşin havaya tırmanma, asılı kalma, düşme vakitleri. Bir de reçete. Üstünde mavi tükenmez kalemle yazılmış iki kelime. Ve benim yazım olmadığını kanıtlayan bir imza.

Fuck Everyone
-----------------------------------------------------------------------------------
-Bu mu kısa?
+Ya şimdi okumaya başla, baya akıcı zaten.
-Sonra atsan bana, okusam olur mu?
+Olmaz. Oku işte şimdi, ne işin var? Girip insanların profillerinde bir şeyler beğenmeden gezmeye çalışmaktansa, benim için bir bok yap.
-Tamam, tamam.
--------------------------------------------------------------------------------------

Merhaba yarın! Seninle güneş varken karşılaşmak isterdim. Eğer dün ve önceki dünler söylediyse biliyorsundur, uykusuzum biraz. Geçen haftam arayacaktı seni? Kahve falımda çıkmıştın, beni bekleyen güzel haberler getirecektin. Yok mu? Ha, diğer yarındı o. Özür dilerim, biraz dalgınım bu sıralar. Dün ve önceki dünler söylemiştir, uyumadım pek onlarla. Kitap okuyalım diyorum bugün, biraz yazı yazalım ve de güzel bir sonbahar akşamında çay içelim. Ne dersin? Çok sevmedim yüzündeki gülümsemeyi ama olur sürprizlerin varsa. Onları da yaşayabilirim sanırım. Ama hayal kırıklığına uğrama şaşırmazsam. Mimik yapamayacak kadar yorgun suratım. Geçen haftam mesaj attı değil mi? Duygu karmaşası içindeyim uzunca bir süredir. Bilmiyor muydun? Ne kadar sorumsuz bir geçen haftaymış yahu. Verdiği hiçbir sözü tutmadı desene. Neyse yahu, sanırım biraz şaşırmaya ihtiyacım var. Dün kredi kart limitimin ve de hattımın kapatıldığını öğrendim ard arda. Umarım böyle bir şaşırtman yoktur bana karşı. Sevindim buna işte. Tabi sen geç uyu, yatak yan odada. Ben biraz daha yazı yazar, gelirim yanına. İyi geceler.

------------------------------------------------------------------------------------------

Hayatın indirimdeki ürünler rafında oturuyoruz. Öyle indirgemişiz ki kendimizi, herkesin dikkatini çekiyor, herkese veriyoruz kendimizden bir parça ilgiliyi. Yanımızda yüzlerce iğrenç, vasıfsız ürün. Parlıyoruz belki onların yanında, markalarımız biliniyor belki internet sitelerindeki resimlerimizden. Belki hepsinden daha çok tercih ediliyoruz ama…

Onlarla aynı raftayız işte.

--------------------------------------------------------------------------------------------

Gel kardeşim. Biraz müzik dinleyip, bir sonraki cinayetlerimizi konuşalım. Korkma kardeşim. Cinayet dediysem aşk anla. Ben dersem sen anla. Biz dersem siz anla. Fakat o dersem.. Anlayamazsın kardeşim. Yorulma. Senelerce nelerin yapıp, yapmaman ile ilgili yormuşsun zaten kendini. Neleri kusabileceğin ve de neleri yutman gerektiğiyle dolmuş kafan. Kişiliğini bir katilin sırat köprüsüne oturtmuşsun. Korkuyu beklerken avutmuş, otobüs terminallerinde unutmuşsun ruhunu. Gel içeri kardeşim. Saç jölesi kıvamındaki düşünceleri çekme artık her seferinde burnundan içeri. Mendillere sarıp atmaya çalışma bir köşeye. Bırak aksın, bırak iğrensin insanoğlu ve kızı senden. Bırak konuşsunlar safra kokan ağızlarıyla, gülsünler beyazlaştıramadıkları dişleriyle. Utanma kardeşim. Gün gelecek keseceğiz hepsinin dillerindeki kemikleri kör testerelerle, söküp alacak, şaraba meze yapacağız beyinlerindeki tümör düşünceleri. Renkli haplar kullanıp, sakız niyetine çiğneyeceğiz erimiş ciklet kıvamındaki kalplerini. Ürkme kardeşim. Gel içeri. En sevdiğin şarkılarını al yanına. Bir pakette sigara.

----------------------------------------------------------------------------------------------

Sıradaki?

-----------------------------------------------------------------------------------------------

‘Bu şeyler’ dedi bana. Gözleri gözlerimdeydi. Bir kaldırımdan ötekine yürüyorduk asfaltta. Eskişehir sertti, soğuğu yani. Yüzde bilmem kaç polyester olan derilerimiz mosmor kesilmişti. Trafik ışıkları ve sokak lambalarının uykusu kaçık sabaha karşı sigaraları izliyordu bizi bir tek. Ve belki de ara sokaklardan gelen, geceyi bir bıçak gibi kesen sarhoş naraları, kahkahaları. Burnuna bakıyordum, o kıpkırmızı, ufacık burnuna. Ucunda eriyen kar tanesinin damlamasını bekliyordum. İlkokul öğretmenim inanmıştı bir tek dikkatsiz bir insan olduğuma. O zamanlar bembeyaz tebeşiri izlerdim bir tek. Bıraktığı izleri, bir buz patencisi gibi süzülüşünü yaşlı ellerde. Büyülerdi beni nedense.

‘Neden böyle şeyler Tolga ya?’

O güldü. Ben öldüm. Martılar çığlıklarını kesti, sarhoşlar sızdı bir köşeye aniden. Yıldızlar sildi kendini gökten. Üşümesin diye cebime soktuğum parmaklarım deldi avcumu bir de. Delip damarlarıma, oradan Malatya’ya, oradan da İzmit’e. Bulgar göçmenleriyle dans etti biraz, sonra okyanusta boğulan binlercesiyle süzüldü amaçsızca. Zaten çok bir amaç kalmamıştı koşacak bundan sonra. Pek kimse soru da sormazdı bu saatlerde. Cevap vermezdi beyaz duvarlar genelde, ya da gökyüzüne benzetilerek uyunan tavanlar. En fazla gözler beliriverirdi. Ya da ‘Hala uyumadın mı?’ denilen bir bıçakla açılan bir kapı aydınlatırdı tavanı. Siliniverirdi gözler, dudaklar. ‘Birazdan uyurum’ yalanı söylenirdi geceye. Uyunmazdı da. Uyunamazdı ki. Uyuyamazdım ben. Babam o zamanlarda.. O da uyumazdı. Sürekli beni kontrol ederdi. İnsan elinde kalan son şeye bakmayı hep çok sever zaten. Korkutur çünkü son sıfatının bir insana gelmesi. Elde kalması. Ve bilirsiniz boşverli türkülerden dinlediniz, korku aşkın kalbi olmuştu hep. Nerede kalmıştık? Neredeydi benim parmaklarım?

‘Nasıl şeyler?’

Sonrasında eğdi kafasını. Gülümsemesi düşecek asfalta diye korktum. Saçı bıraktı kendini, gözlerinin üstünden aşağıya. Ben yine korktum kopuverecek diye. Kopmadı. Bırakmadı onu diğerleri. Herhalde hala alıp verecekleri bir davaları vardı. Görüyorlardı onlar kendi aralarında. Ama bir şey düştü. Çok aşağılara. Deldi geçti dünyayı, damarlarımdan kopup. Ne olduğunu göremedim bile. Göremezdim de. O boşluk. Yıllarca taşıdığımız, taşındığımız içinde. Boşluğum düştü böbreklerimden. Eğer söyleseydi doktor bana, böyle düşeceğini, içmezdim o kadar birayı. Saatlerce zıplamazdım konser alanlarında. Böyle olacağını bilseydim, oturur beklerdim. Okumazdım onca kitabı, ezberlemezdim şiirleri. Çay içerdim belki yine ama. Korktum bir an yine. Ya bulamazsam diye boşluğumu. Ya özlersem? Yani ,tekrardan diyorum, boşverli türküler demez miydi ‘Gitme, gidince daha çok seveceksin’ diye. Neredeydi benim boşluğum? Dinlemek istersem belki bir gün o şarkıları tekrardan, görmek istersem o bardakların altındaki kalın camı. Ne olacaktı o zaman? Kim dolduracaktı, pardon, boşaltacak.. Yine olmadı. Kim ne yapacaktı? Kim geri verecekti? Tanrı mı? Neyi geri verdi ki? Biliyorum, tamam bazı şeyleri geri verdi de.. Ne eskisi gibi kaldı? Şeytan neyi satamadan değil de değiştirmeden getirdi?

‘Boşversene’

Benimle mi konuşuyordu? Yoksa senelerdir sorduğu sorunun cevabını, yine alamadığı için üzülmüş müydü? Bunları düşünmekten öte gözlerim hala burnundaki su damlasındaydı. Ortaokul öğretmenim bir keresinde tokat atmıştı bana dikkat dağınıklığım için. Sorduğu irrasyomel sorunun cevabını bilememiştim, oysa cevabı söylemiş bana. ‘Belki söylemek istemiyorum’ diye bağırmıştım. Bağıramıyordum ki şimdi. Büyümek denilen fiili sıkça kullanır olmuştum. Sonuçta bu olgunlaşmak dedikleri, nerede ne zaman konuşacağını değil, susacağını bilmek değil miydi? Su damlası düşer bağırırsam hem, sarhoşlar uyanır, martılar çığlık atmaya, dünya dönmeye devam eder.. Bağıramıyordum.. Parmaklarım tekrardan çıkar diye avuçlarımdan. O boşluk tekrar tutar ciğerlerimde diye, bağıramıyordum. Yoksa bir çocuk kadar düşüncesizce yürüyordum asfaltta. Çocukluğuma indirecek bir psikolog bulamamıştım ama, yeteri kadar alkol almıştım işte. Eskilerde çok duyardım bir büyüğe danışın diyen sokak ağabeylerini. Ne oldu onlara be?

‘Her şeyin tek bir cevabı var bu dünya da.  Ne, neden, nasıl, niçin? Oysa elinizdeki kitaplarda yazıyor. İlk sayfasındaki Oğuz Atay şiirini ezberleyip, bir kahve söylemeseydiniz, çevirmekten korkmasaydınız sayfaları. İzin verseydiniz ruhunuzdaki nasırların yeşermesine, ataerkil teninize dikilmesine kadın kokan sayfaların. Bir kere olsun Kahlo’nun tablosunu izleseydiniz saatlerce. O zaman belki rutubet tutmazdı ciğerlerim. Size doğru bakıp, katil diye bağırdığımda, belki o zaman etrafınıza bakmaktansa, kaçmaya yahut sırtınızda biriktirdiğiniz bıçaklardan birini çıkartıp bana savurmaya çalışırdınız. Boşveriyorum. Bunu da. Sizleri de. Seni de. Hepinizi. Yarattığınız kadavraların üstüne basıp sabah sporu yapmaya, avmler dikmeye, kendinizi avutmaya devam edin. Boşveriyorum. Susuyorum. Susuzluğumu barlarınızda, suskunluğumu kaldırımlarınızda bozana dek. Boşveriyorum.’

‘Yeşilçam var ya?’
‘Ee ne olmuş yeşilçama?’
‘Benim annem dikti onu oraya. Bende kendimi astım o çama.’
‘Ne saçmalıyorsun sen yine?’
‘Boşversene, parmaklarımı bile hissetmiyorum.’


15 Ekim 2015 Perşembe

Kalmak için yanarken, şerefe der gibi terk edenlere



 ‘Ay henüz batmaya hazır değildi. Fakat güneş kararlıydı artık doğmaya. Şarkılar yazmaz mıydı her gecenin bir gündüzü var diye. Umudumuz değil miydi? Peki neden geceler hep kötüydü? Huzurlu gecelerin bitmemesi için yalvaranlar yok muydu aramızda? Her gece bitmeye, her sigara sönmeye alışıktı nasıl olsa. Yahut biz öyle biliyorduk. Düşerken gökten yıldızlar birer birer, basılırken kül tablasına her sigara canları yanmaz sanardık. Oysa karşılıklıydı duygularımız. Güneş özlemez miydi Ay’ı peki hiç? Gözyaşları söndüremez miydi sigarayı? Gidenler giremez miydi kaybedenler kulübüne? Her kahkaha terk edene, her gözyaşı terk edilene mi aitti ulan?’

Üzülüyorsa neden gitti? Neden söndürdü sigarayı? Ay neden doğdu geceye?

Adı geceydi çünkü. Rengi karaydı. Tüm bu topraklar kana bulanıkken, ay ışığı yansımalıydı gökten orospu kırmızıya.
Sevdiğim bir kadın derdi ki ‘’En güzel nefes, hep sonunda saklı şu meretin’’ Bitmeliydi sigaralar. Söndürülmeliydi sinirle, hüzünle, tebessümle. Ki yansın yenisi. Ki çıksın karanlıklar aydınlığa şaire göre.
Eski bir dostuma sormuştum, onca nedeni olan sorumu. Çoğunun cevabını bile bile hatta. ‘’Çünkü’’ derdi her defasında. Getirmezdi devamını. Biliyorduk. Gittikten sonra bembeyaz bir çarşafta hayatla sevişmediklerini. Ama kabullenemiyorduk işte seve seve ayrılmayı. Yalan diyorduk, olamaz ki böyle bir şey. Bağıramıyorduk amana koyayım diye. Gidenlerse son sözlerini boğazına düğümlemiş, meze yapıyorlardı her bardak sesine. Duyguları ve düşünceleri yakarken iç organlarını, söndürmeye çalışıyordu onlar. Sevgi sonsuzdu, külleri kalacaktı. ‘’Asla unutulmayacaksın’’ denilen küllerini başka kadınlar yahut adamlar süpürmeden orada öylece kalacaklardı.

Kalp, hiçbir zaman yönetime geçemeyecek Marxist bir devrimciydi. Beyin ise kapitalist bir diktatör. Kalp kaybederse, beyin güler, biraz alay ederdi. Fakat o da üzülürdü içten içe. Her şeyin değeri zıttı kadardı.
Beyin kazanırsa, kalp paramparça olur, dağılırdı dört bir yana. Ara sokaklarda saklanırdı. Bir gün biri daha çıksın, toplasın diye tekrardan her şeyi. Başlatsın diye tekrardan devrimi.

Kabul et. Üçüncü bir olasılığa sende benim kadar az şans veriyorsun. Evet. Kalbin ve beynin kaybetmesinden bahsediyorum. Anarşiden bahsediyorum. O ütopik duygular içinde yatakta gözlerin açık sızmaktan, sokaklarda, barlarda Tanrı’nın yalnız insanı olarak gezmekten. Sokak lambalarına bakacak yüzün bile kalmamasından. Bir anda içinde bir yangın çıkıp, söndürememekten. Sevdiğine koşmak isteyen bacaklarını kırmaya çalışmaktan. Biliyorsun değil mi? İki kez ölmekten bahsediyorum.

Tüm bunlar. Hepsi. Birilerinin kazanması yada kaybetmesi. Hak edilip, edilmediğinin sorgulanması ve ötesindeki şeyler. Tek bir şey var sevgili okur. Kesin olan tek bir şey. Kim yenerse yensin(!) bu kahrolası savaşı. Kim av, kim avcı olursa olsun.. İster sosyalist, ister kapitalist…

Hep kaybeden; hapishanelerin rutubetli duvarları arasında çürümeye yüz tutmuş ciğerler, ders olsun diye asılan sevgiler, acımasızca yakılan anılar…

Ve birde anlamını yitiren, kaybedilen her şeye şarkılar çalan, şiirler yazan, arjantin bardaklara sarılmış eller. Umutsuzca doldurmaya çalışırken parmaklarının arasındaki boşluğu pişmanlık dolu sigarayla, ‘Keşke’ der. ‘Keşke ölen ben olsaydım’

1 Ekim 2015 Perşembe

Naftalin İstasyonu



Kollarımı sarıyorum ona. Göğüs kafesini açıp, içeri giresim geliyor. Dünyadan, yaşantılardan, hayal kırıklıklarından ve ruhlarımızı bronşit yapan yalnızlık rüzgarlarından uzakta. Kalbim atlıyor. Zıplıyor. Kalbini gösteriyorum işaret parmağımla, tek kaşını kaldırıp ne olduğunu soruyor. ''Tam oram işte'' diyorum. ''Tam oram, böyle çok acıyor biliyor musun? Sanki yanımda değilmişsin, sanki gidecekmişsin gibi. Ne kadar sarılsam, ne kadar baksam, ne kadar konuşsam hiç geçmeyecekmiş gibi oramı acıtan özlem.'' Ellerimin arasına alıyorum yanaklarını. Kafamı yaslıyorum alnına. Gülüyor benimle birlikte. Bende gülüyorum. Öpüyorum. Nefeslerimiz çarpışırken birbiriyle. Mutluyum. Çok mutlu. Yıllardır aradığım kadının kollarımın arasında olması, seven gözlerle, aşık teniyle bana yaklaşması. Ruhumun ısındığını hissediyorum. El ele tutuşuyoruz, bırakıp belini sarıyorum. Dolana dolana ilerliyoruz bir sonbahar sabahında. Nereye gittiğimizin önemi yokmuş ki. Sallana sallana ilerliyoruz saat yediye beş kala.

 Sonrasını pek hatırlamıyorum. Sadece bir yer. Babam ölüyor. Nasıl? Ben bağırabiliyorum sadece. Bir televizyondan izliyorum olan biteni. Sevdiğim kadının omzuna gömüyorum başımı. Fakat ağlayamıyorum. Korkuyorum. Çok korkuyorum. Sanki bu güzel kadının asla dolduramayacağı bir yalnızlık sarmış bedenimi. Bir daha hiçkimsenin dolduramadığı bir yalnızlık sarmış. Bilemiyorum. Başımı saran ellerini hissedebiliyorum sadece. Ağlıyor o. Bense ağlayamıyorum. Göğüs kafesim yarılıyor sanki. Sızı. Acı. Nefesim kesiliyor. Sahte gözyaşlarından ve nefes alış, burun çekişlerinden başka hiçbir şey yapamıyorum.

 Bipolarımın tekrardan bozulduğu vakitlere varmış bulunmaktayız sanırım sevgili okur. Bedenim tekrardan uyuyabileceğimi söylediğinde sevinmiştim oysa. Meğerse bunun içinmiş her şey. Çok mutlu günleri önce derinlemesine hissettirip, sonra bana verebileceği en büyük acıyı yaşatmak aynı rüya da. Ve ardından, uyandırmak böyle bir hayata. Tüm duygu karmaşası mahvetmişken ruhumu, bu sıradan sabaha uyanmak bir anda.

-------------------------------------------------------------------

Kamyonvari yolculuklar lazım bizlere. Otobüs değil, otobüs stresli. Tam yolun akışına dalmışken o güzel müzikle, muavinin uyandırması, yemek servisleri ve de hayatının aşkını bulacağın o köhne terminal molaları. Kamyon öyle mi? Yakacaksın uzun samsunu, koyacaksın teybe şarkını. İstediğin yerde duracak, direksiyon sallaya sallaya unutacaksın. Zaten unutmanın ana teması budur. Önce sallarsın, sonra parissienne moonlight. Ne diyorduk? Ah evet, iki dönümlük ciğerlerde çıkan beşeri yangınlarımız ve de söndürmek için oralara buralara döktüğümüz kova kova kadın gözyaşı. Erkek değil. Kadın. Olgun kadınların velhasıl. Efendim? Kamyon mu? Ne kamyonu yahu beyaz atlar varken? Yani ben kullanamam at falan ama nefret ederim kamyonlardan. Çok sevdiğim bir kadının eşyalarını taşımıştım çünkü bir kamyona; beni taşıdığım kamyon ve onu süren bol bıyıklı adamla terk etmeden önce. Olgun kamyonlar.. Pardon! Olgun kadınlar lazım bize. Görmüş, geçirmiş. Kapıya kadar geçirilmiş. Efendim? Evet biraz öyleyim. Elbette ne bok yediğimin farkındayım. En azından şimdilerde farkındayım. Bu da bir adım değil? Efendim? Adım Tolga. 24 yaşında hissediyorum, tenimi ve de ruhumu. Ciğerlerim ve kalbim biraz daha eski. Sevmiyorum pek insanları. Midemi bulandırıyorlar, böyle bir yanma hissi, bir fokurdama sesi geliyor içimden. Sek içemiyorum çoğu zaman. Seks yapmıyorum, zevk alamıyorum. Sizlerde mi böyleydiniz zamanında? Geçer mi dersiniz? Umarım, her şey hayırlısı. Fakat yarınlar gelmeden bir an önce düzelse ne de künefe olur. Aceleci falan değilim. Yarınlar hiç gelmiyor ki. Her gece yarın olması için uyuyor, bugüne uyanıyorum. Uyumaktan fazlası mı gerek acaba? Gülmeyin lütfen. Bakın şuranız var ya, hayır onun biraz solu. Hah işte tam orası. Oram çok acıyor benim arkadaşlar. Ne olursunuz eğlenmeyin, gülmeyin. Sonbahardayız. Dökülen yapraklara ağıt yakalım, Poe'dan şiirler okuyalım akan her gözyaşına ve de topraklarla yıkayalım nice genç cesetleri. Ardından umursamazca şehrin en ucuz barında, arjantinlerde boğulalım. Karamsar değilim sevgili okurlarım. Dayanamıyorum artık bu kan kokusuna. Yok mu bir yolu? Kan akıtmadan öldürseniz birbirinizi, birazda yağmurla sarhoş olsa şu anadolu. Yok o değil, Şu veya bu anadolu. O dersek şikayet ederler gene, tehditsel eleştiriler dolar kafam. Ağaçlar üniversite kızılı yapraklar açarsa üzülmez misiniz? Yok bipolar değilimdir. Sarı dişleriyle gülümseyen, ağzı sigara ve rakı kokan kadınlarla sevişiyorum ben. Bazen sertleşmiyorum, alkolden diyorum. Görmediğim anne şefkatiyle okşuyorlar onlarda saçlarımı gece boyu. Ağzı sigara ve rakı kokan anne şefkatiyle. Hemen bir sigara yakıp, dumanını basıyorum gözlerime. Ağlıyor musun diyorlar, yok diyorum duman kaçtı. Yalan söylemiyorum. Sinelerine basıyorlar onlarda beni. Yalan söylediğimi düşünüyorlar. Hep öyle düşündüler. Oysa yalan söylemeyeli pek zaman oldu, pek bulut geçti üzerimden. Pek insan öldü. Ama ben pek doğamadım galiba tekrardan. Bulamadıysam demek ki tekrardan o kanlı rahmi, bulupta giremediysem gene.. Efendim? Biraz daha kalsanız? Tamam, siz bilirsiniz. Hoşçakalın. Bende hoşçakalayım demeyin öyle. Uğrayın lütfen tekrar.

Lütfen.

12 Eylül 2015 Cumartesi

Polaroid Cehennem


Loneliness has followed me my whole life, everywhere. In bars, in cars, sidewalks, stores, everywhere. There's no escape. I'm God's lonely man.


Onüç eylül ikibinbeş

Saat üçü bilmemkaç geçiyor.

Sayın yolcularımız. Saatlerin önemsendiği günlere giriş yapmış bulunmaktayız. Burada yaklaşık iki üç ay mola vereceğiz. Uyuşturucularınızı, boşverli türkülerinizi ve de seviştiğiniz cesetleri otobüste bırakabilirsiniz. Fakat sorumluluk firmamıza ait değildir!


Burnum kaşınıyor, ama böyle arılar varmış gibi. 

-O filmi hatırlıyor musun? Tüm film siyah beyaz olmasına rağmen, sadece bir kız çocuğu renkliydi kırmızı paltosuyla. İşte benim için o kız çocuğu gibisin. Daha fazla nasıl anlatabilirim bunu bilmiyorum. Salih'in Tina'nın evinde düşürdüğü kolye gibi. Okudun mu o romanı?

Cinayetlerimin anksiyetemi dindirmeyeceğini bilseydim, devam eder miydim? Paslı demir kokusunu her gün ciğerlerime çekmek zorunda kalır mıydım? Bilmiyorum. Tuvaletteyim ve elimde oda parfümü var. Telefonumu, kadınımla beraber kurabiye kavanozuna sakladım. Kelebeklerim havlıyor. Solucanlar yüzüyor yatağımda yine. Bu yüzden uyuyamıyorum. Bu yüzden reçetesini dahi okumadığım Mathilda avcu dolusu ilaç kullanıyorum. Çilek reçeli kıvamındaki ruhum akıyor burnumdan. Alerjim var. Oda parfümlerine, temizlik malzemelerine, insan kokusuna, güneşe. Doktor bunları söyledikten sonra sigara dedi, sözünü kestim. Yok, teşekkür ederim dedim. Bu yaşa gelmiş adamım, doktorumdan sigara mı alayım bir de?

Ulan yavşak, sen sus. Sen isimlere göre bile sınıfsal aidat yapan bir insansın. Senin barınacak tenin yok, hala kalkmış bana hayatın sonu ve ne kadar dipte olduğunla ilgili edebiyat yapmaya çalışıyorsun.


Müzik zevklerinizi, hippilik hayallerinizi, geceleri nasıl öldüğünüz haberlerini ve de gazetelerin birkaç günlük manşetlerine yansıyacak gözyaşlarınızı alıp akciğerlerimdeki yırtılması pek olağan zarlara sokmak, sizleri orada boğmaz istiyorum sevgili okurlar. 1978 kokan ruhlarınız, şu katlanamadığım melankolik tavırlarınız surat derimi tırnak aralarıma kaçırıyor. O asla gidemediğiniz polaroid manzaralara gitmenizi sizlerden çok istiyorum. Elime ne geçerse çekip, şurada bir yerde sızacağım birkaç dakikalığına. O vakte kadar, kavuşamadığınız, bulamadığınız sevgililerinize, istediğiniz kıyafetlere, ufak kafa yapıcı maddelere ve yazılarınızla başardığınız üne sahip olup hemen ardından da siktir olup gitmiş olmanız dileğiyle.

Çenem kasılıyor, ama böyle sigara içmezsin uzun süre, bir de sinirlisindir, hava hafif soğuk olmasına rağmen terliyorsundur ya.

Bu gece. Şimdi. Uzun bir sokaktasın. Arkadaşlarınla eğlenmiş, evine dönüyorsun. Korkuyorsun biraz. Sağın ve solunda çalılıklar var. Devlet babanın yapmadığı yollarda yürüyen tosun çocuğusun. Soğuk rüzgarlar kulaklarında uğulduyor. İnsanlar ait değil bu saatlerde bu yollara diyor. Hayvanlar ait. Kuduz hayvanlar. Kuduz bir köpek görmekten korkma. Ceketini çıkar, koluna dola. Hafifçe çöm yere doğru ve ceketini doladığın kolunu öne doğru uzat. Biraz ısırır. Ona odaklanır bir tek. Bırakır, gidersin yavaş adımlarla. Kuduz bir adam görmekten korkma. İlk hamlesini bekle, savuştur, alnına bir yumruk at, bacağına bir tekme. Odaklanamaz sana. Koşar adımlarla ilerle. Peki ya, kuduz bir kadın gördüğünde... Konuşmaya çalışma. Tek yaptığın monolog konuşmasına gürültüler eklemek olacaktır. Kaçmaya çalışma. Sen kaçtıkça yorulmadan, pes etmeden kovalayacaktır. Ondan korktuğunu sakın belli etme. Egosu kabaracak, daha da konuşacaktır kendi, ve kendi dünyasının astronomik dertleriyle ilgili. Nefes dahi alma. Bekle sadece. Sinirlerini bozmasını bekle. Sinirlerin bozuldu mu? Sakın vurma ona. Eğer vurursan bu sefer dengesiz güçten, senin ne kadar aşağılık olduğundan bahsedecektir. Sessiz kal. İzle. Umursuyormuş gibi yap anlattıklarını. Vay be! de. Benim başıma gelse, ne yapardım bilmiyordum. Özel olduğunu söyle ona. Çok özel. Tanrıçalara benzet. Kadındaşlarına, güçlü kadındaşlarına. Kuduz olmayan, gerçek dertleri olan ve bunlarla başa çıkmaya çalışmış kadındaşlarına benzet onu. Frida'ya, Tezer'e. Kanat'a benzet onu. Kullanmaktan it gibi korktuğu, ama bir o kadarda özendiği eroini anlat biraz. Çözüm olmadığını falan anlatmaya çalışma tabi ki. O kafasında daha güçlüsünü kullanıyor her gün. Daha güçlülerinden vazgeçti kafasında. Bağımlı olamama sorunu var onda. Oysa ne kadar da bağlı değil mi tüm bu bağlı olamama duygusuna? Kıyafetlerine, sözlerine, bir avuç yalandan dostuna ve de yapmacık hareketlere. Yapma. Sinirini bozma. Topla kendini. Seviş onunla. Kaçamazsın başka yolda. Koşarak yorulursun. Kovalamaya çalışma, köşeden dönerler, göremezsin bir daha. Ardından çıkıverirler. Seviş. Güzel seviş. O kadar güzel seviş ki, onun içinmiş sansın dünya. Onun içinmiş sansın bedenin, terlemelerin, ve uğraşın. Onun içindir de zaten. Kuduz kadının dünyasına girdiğin andan itibaren her şey onundur ve o her şeyden vazgeçer. Senden de vazgeçecektir. Ta ki o ıssız yolda bir daha seni gördüğünde. Tabi ki, sen, kuduz hayvanlarla, kuduz adamlarla çarpışmış, yine de o yolu tercih eden sen, vazgeçeceksin o yoldan. Gitmeyeceksin bir daha. Değil mi? Değil mi? Cevap ver bana yere bakma!

-Tolga?

Seni aşağılık herif.


-----------------------------------------------------------------
Küçükken kapı zillerine basıp kaçmanın cinayete ne çok benzediğini sana kanıtlayacağım. Korkma kardeşim, gel içeri...







31 Ağustos 2015 Pazartesi

Bekle beş dakika



 ''Neden peki bu yok olmalar evlat? Sevdiğinle konuşuyor, sabahları kahvaltını yapıyorsun. Gecelerin uyuyarak, gündüzlerin salınarak geçiyor. Neden bu mutsuzluk evlat?''

---------------------------------------------------------------

Polly uyandı. Gördüğü rüyanın hala etkisinde, elini yatağına koyup, doğruldu. İki büklüm bir şekilde halıyı izledi önce uzun uzun. Kendini bekledi biraz. Gelince, polly kalktı. Banyoya ilerledi yalpalayarak. Kapıyı açtı. Kapıyı kapadı. Küvetin tıpasını kapadı, musluğu açtı. Sakince pijamalarını çıkarmaya başladı. Gözleri sızlıyor, çenesi kenetlenmişti. Dudaklarındaki çatlaklar canını yakıyordu. Soyunduktan sonra aynaya baktı. Güzel gözlerine. Şehrindeki bir çok erkeğin arzuladığı bedenine. Bir çocuk bir keresinde suratındaki çillere şiir yazmıştı. Polly hatırladı. Gülümsedi. Suyun mermere çarpma sesi devam ediyordu. Biraz daha vakit geçirdi aynanın karşısında. İnceledi kendini. Ne kadar da gerçekti her şey. Tüm makyajların, kelimelerin ardında. Annesinden bu yaşta doğmuş gibiydi. Dayanamadı. Bir daha gülümsedi. Utandı bir anda, kendini çıplak görmekten. İnsan kemiğinin tahtaya vurma sesi duyuldu kapıdan. Tok ve sinirli bir ses.

''Dolu''

''Hadi Polly, çok oyalanma. Benimde acelem var!''

''Çıkacağım birazdan baba, bekle beş dakika.''

''Sen onu benim patronuma anlat. Bekleyemem, hızlı ol biraz!''

Ayaklarını küvete soktu, titredi tüm bedeni. Su, çocukken kafasını koyup ağladığı anneannesinin mezar taşı kadar soğuktu. Hatırladı Polly. Onun bedeni suya yaklaştıkça, boğazına bir düğüm yaklaştı. O mermere oturdu, düğüm onun boğazına. Gözyaşları taşırdı küveti. Susturulmaya çalışılmış hıçkırıklar çarptı banyonun duvarlarına. Polly gözlerini araladı. Babasının traş bıçağı orada duruyordu. Polly aldı.
Kırmızıya çalındı bir anda küvet. Uzandı yavaşça Polly'nin bedeni küvette. Saçları yüzdü suda önce, sonra güzel yüzü kaybolmaya başladı. Baloncuklar gözlerinde patlıyordu. Azalmaya başladı. Son baloncuk çıktığında, Polly'nin çilleri görülmez oldu. Güzel gözleri de öyle. Bir tek dizleri. Bisikletten düştüğü günlerin o tatlı yaraları. Saçlarının rengini alan su, yavaş ve usul usul küvetten akıyordu. Kapıdan bir tok ses daha geldi.

''Polly?''

Anahtar dolduruverdi kilidin boşluklarını, kapı açıldı. Derin bir nefes sesi çarptı banyonun duvarlarına. Geri dönmedi. Adam ütüsü hala bozulmamış gömleğinin kol düğmelerini açtı, sıvadı yukarı doğru. Söylendi biraz.
''Hep çok geç saatte yatıyorsun, telefonun ışığı bir türlü kapanmıyor. Kaç kere söyleyeceğim sana o telefonu bırakacaksın diye. Faturayı sen ödemiyorsun zaten.''
Bir eliyle bisiklet yaralarını, diğer eliyle Polly'nin boynunu yakaladı. Söyleniyordu hala. Polly duymazdan gelemiyordu. Gitmişti çünkü. Gidenler gelemezdi bir daha. Kucağına aldı. Kapıya doğru ilerledi. Polly'i yatağına bıraktı.

''Sakın geç kalma okula''

Ütüsü bozulmamış kan lekeli gömleğinin düğmelerini açtı yavaşça. Pantolonunu çıkardı. Polly'nin pıhtılaşan kanını temizledi jiletten. Traş olmaya başladı. Birkaç hamlede aldı sabah sakalını. Jileti aldığı yere geri bıraktı. Parmak uçlarını soktu suya. Su ılıktı. Polly'nin kanı ve annesinin mezarı arasında gidip geliyordu. Yavaşça oturdu mermere. Kaygandı su, paslı demir kokuyordu. Biraz koyuydu. Parmaklarını hareket ettirdi içeride. Gülümsedi. Suyun altındaki bedenine dokundu ve de. Kaygandı. Dayanamadı. Tekrar gülümsedi. Kafasını bir anda salladı. Gülümsemesini sildi suratından. Elini küvetten dışarı uzatıp, şampuanı tuttu. Hızlandı biraz.

Acelesi vardı. Bugünde geç gelirse, işten atılabilirdi. Para durumları zaten iyi değildi. Herkes işsizken, bu olasılığı göze alamazdı.

26 Ağustos 2015 Çarşamba

Heterochronia

                                  

 Bu yazılar hiç tutmaz. Çivilemek lazım. Avuç içlerinden tutup, senin ruhuna. Kollarımın arasından kayıp giden ruhuna. Belki ilahilerle uğurlamak gerek. Bazen uğurlamak gerek. Elveda demeyi bilmek. Neredeyim ben? Hayatımla neler yapıyorum? Beş dakika önce neredeydim? Unutuyorum. Yaşadığım elvedaları. Birkaç hafta önce unutmaya söz verdiğim yabancıların yüzlerine gülümsüyorum. Ne yapıyorum ben? Gözlerimin önünden kayıyor dünya, yuvarlanıyor bedenim. Post modern kadınların ayakları altında cesedim.

--------------------------------------------------------------------------

-Öldürmeyi denemelisin kendini belki de.
-Daha önce denedik ya, olmadı. Beceremedik.
-Unutmuşum.
-...

-Başka birini bulmalısın belki de.
-Daha önce bulduk ya başka birini, olmadı. Beceremedi.
-Unutmuşum.
-...

-Belki de ona geri dönmeliyim.
-Daha önce ona geri döndük mü?
-Hatırlamıyorum.
-Unutmuşum

---------------------------------------------------------------------------

Gök kuşağı, kumsal, midyeci çocuklar, kağıt helvası bir de. Sıcak kumlar yakıyor ayaklarımı. Alelacele koşturuyorum denize. Basıyorum tabanlarımı soğuk suya. Kürk mantolu madonna'da orada. İzliyor beni. Asla bitiremediği kitabı, büyük gözlükleriyle. Utanıyorum bir çocuk misali. Ne kadar oldu kuru kafalı mayomla denize girmeyeli? Kilo vermişim yine. Düşüyor belimden. Bir adım, iki adım. Belime kadar yaklaşıyor soğuk su. Derin bir nefes. Atlayacağım. Nefesimi geri veriyorum. Çok soğuk. Acaba girmesem mi? Ama yarıya kadar da geldim. Tek bir atlayış. Bak sonra alışacağım zaten. Derin bir nefes daha. Yok yok girilmez bu suya. Girilir. Gir hadi!

Uğultular. Çocuk sesleri uzaklaşıyor. Açıyorum gözleri. Dibindeyim denizin, bira şişeleri ve deniz kabuklarıyla. Salvador Dali diyor ki ''Ya kolaydır, ya da imkansız.'' İmkansızdayım. Mutluyum. Kendimi öldürmeye çalıştığım, sevdiğim kadınlarca terk edildiğim, depresyon sandığım ergenliği bıraktığım, insanlara değer verdiğim gündeyim. Yeni bir hayat. Yeni ve mutlu bir hayat.

Bir balık görüyorum. Burnumun ucunda bakıyor bana. Konuşuyor benimle. Gel diyor. Gel. Çıkma dünyaya. Bitecek çünkü. Bu mutluluk sona erecek. Neden diyorum. Bir balıkla konuştuğumu umursamıyorum. Neden bitecek? Bir senemi verdim ben bunu haketmek için?
Hak etmekle bir alakası yok evlat diyor bana. Senin ruhun sakat. Zihnin hastalıklı. Hiçbir neden yok. Bu yüzden bitecek. Çıkma.

Hatırlıyorum.

''Bipolar bozukluk. Öyle merak edilecek bir seviyede değil henüz, rehabilitasyona gerek yok ama genetik olduğu için ilaç tedavisi yazacağım. Ayda bir yanıma uğra, ya da Eskişehir'deki psikoloğuna.''
''Kullanmam ben o ilaçları baba. Boşuna almayın. Her şey yolunda benim bu sıralar. İyiyim ben.''

Unutuyorsun yavaş yavaş diyor balık, beni de unutacaksın. Kendini de. Bir sene sonra, bu yaşadığın tüm anılar silenecek hafızandan.
Ölüyorsun yavaş yavaş diyor balık.

--------------------------------------------------------------------------
                                 
''Abi çocuk boğuluyor, yardım edin!''

''Böööööğğğrrr'' Tuzlu suyu atıyorum ciğerlerimden.

''Kardeşim iyi misin? Manyak mısın o kadar kalınır mı suyun altında?''

Cevap veremiyorum. Bir iki üç dört.. Dört dakika..

''İyiyim ben'' dedikten sonra ayağa kalkıyorum. Markette bir şişe şarap. İki paket sigara. Hava kararmış, yıldızlar belli bile olmuyor. Gölgem gülümsüyor ben eve geçerken. Odamın duvarları çığlık çığlığa. Duyabiliyorum sokaktan. Bekliyor beni karanlığım. Kollarını açmış, sarıp sarmalamak için bedenimi. Uyuşturucular, massive attack, yüksek dozda suistimal bekliyor beni. Kandırıyorum kendimi. Kandırmışım. Verdiğim sözleri unutmuşum. Terliyorum. Nikotin terliyorum. Çenem kasılıyor. Bağırmak istiyorum. Ruhumu kör edene kadar bağırmak. Kırmak aynaları. Mutluydum. Yarım saat önce dünyanın en mutlu adamı bendim. Büyümüştüm. Şimdi ise göz bebeklerim büyüyor. Bir sene. Koca bir sene. Koskoca bir sene... Bir.. Ben ne bok yedim bu sene?

-Belki de ona geri dönmeliyim.
-Hayır, o beni değiştirmeye çalışıyor, bana zarar veriyor.
-Ona o kadar çok şey yaptınki hepsinin intikamını almak istiyor.
-İkinizde hastasınız, seninle olmaya dayanamıyor. Artık ona sahip olup, zarar veremiyorsun. Bu seni çıldırtıyor.

-Başka birini bulmalısın belki de.
-Kadınlar hep var. Beni kurtarabilirler
-Baktın olmuyor, bırakır gidersin.
-Hastasın sen, bahanen var siktir olup gitmek için. Olmadı onları suçlarsın.

-Öldürmeyi denemelisin kendini belki de.
-Evet denemeliyim.
-Dayanamıyorsun.
-Sokak köpekleri gibi yaşadın, onlar kadar yalnız öleceksin.

-------------------------------------------------------------------------------

Tolga.

Sus! Tek kelime daha konuşma. Kıracağım parmaklarımı. Yazmak istemiyorum artık. İstemiyorum.

Seni çok özledim, bazı geceler seninle olduğum rüyalardan uyanıp, sigara yakıyorum. Yıldızları izliyorum. Böyle ağlıyorum ben.

Gerizekalı. Mahvettin herşeyi! Herşeyin amına koydun geçtin! Kolay mıydı lan bu kadar? Kevaşe!

Fark etmez. Ne olursan ol, bana çok büyük yardımların dokundu. Her zaman yanındayım. Sen benim ölümcek kadınımsın. Bayan I'msın. Sana söylediğim her cümlem, yazıldı buralara. Seninle yaşadığım her anı, anlatıldı başka kadınlara. Seni unutmaya çalıştığım her saniyeyi dinlediler zorla. Sensizliğinle güldüm. Seninle ağladım. Dedim ya yıldızlar, sigara bir de. Böyle ağlıyorum ben.

Bir adım arkamdan geliyorsun hala! Öndeyim ben. Bitecek bunlar, büyüdüğünü düşüneceksin. Bana geleceksin! Bam, bu sefer ben seni bırakacağım! Ödeşme zamanı asla bitmeyecek!

Senden intikam almak istiyor.. canını bilerek yakıyor.. bilerek. Başka adamların kollarında. Düşün. Düşün. Başka adamları öpüyor. Onların yataklarında yatıyor. Sen dokunmaya kıyamazken. Sinirlen. Sinirlen. Affetme. Affedermiş gibi yap. Sonra zarar ver bir anda. O güçlü falan değil, sen ondan bile aciz ve güçsüzsün.

Elimden ne geliyorsa yaparım. Tut yeter. Gerisini bana. Al kırık kanatlarımı, al kör gözlerimi. Her şeyim senin. Hepsine katlanırım ben. Gitme yeter ki.

Sen beni hayatın boyunca taşıdın sırtında. Güçlüydün. Çok güçlü bir kadındın. Ağladın, ama taşımaya devam ettin. Küstah ve alçaktım. Değerini bilemedim. Zayıfladı bacakların. Titredi. Taşıyamadın. Şimdi ise sıra bende. Gel, ağlarım en fazla. Küstahlık yap, çek git olmadık zamanda. Ben beklerim. Beklediğim gibi şimdiye kadar. Kaan Boşnak şarkılarında buluşuruz, bazense bir romanda. Yahut bir kumsalda, karlı yollarda. Biz birbirimize zincirliyiz.

Yeter ki senden gelsin hüzünler. Ben hallederim bir şekilde.

Seni sevmiyor bile..

Sus! Kapa çeneni!

Cevap vermeyecek. Üzüleceksin. Gelmeyecek. Bahaneler sunacak.

...

--------------------------------------------------------------------------

Ve Tanrı yarattı.
Adını Müzik ve Alkol koydu.
Biz dinledik, biz içtik.
Biz ağladık, biz bağırdık.
Biz her şeyin değişeceğini sandık.

Ve Tanrı sadece güldü.

23 Temmuz 2015 Perşembe

Şafağa karşı, boylu boyuna uzanmış kurgular


''Lan lavuk, baksana bi' şuraya!''

Aslında Niyazi Abi güzel adamdır. Bakmayın böyle kabadayı jargonuyla konuştuğuna. Mahallenin hala bunamamış yaşlılar anlatır;

''Böyle sakallı sakallı adamların resimlerini asardı evine, ecevitçiydi. Gelir mahallenin kahvesine, tabi biz o zamanlar hamallık yapıyorduk, anlatırdı haklarımızı, zenginlere boyun eğmeyin derdi. Böyle taştan putlar yapardı, büyük büyük. Satardı onları. Ekmeğini kazanamazdı yine gariban ne yapsada. Ne olduysa o Asuman yüzünden oldu.''

Sanatçı ruhlu güzel abimizdi Niyazi Abi. Eh, o vakitlerde nerede sanatçıya kız. Edebiyat öğretmeni Asuman ablayı sevmiş, kaçırmış, yıldırım nikahıyla evlenmişti. Eve tek giren para, Asuman Abla'nın olunca, başta aşktan meşkten olsa gerek iki üç yıl göremedi sefilliği. Aşık adamdı Niyazi abi. Çok aşık adamdı. Sonra zor zamanlar başladı, Asuman Abla'nın tayini çıktı, almadı yanına sevgili heykel traş abimizi. Yarı yolda bırakıp, gitti. Giden bilmez geri de kalanın neler çektiğini derler. Tahmin edemez. Ama geri de kalanlar bilir gidenleri. Düşünür. Yemek yemezler, su içmezler, düşünürler. Bir karamsarlık çöktü taştan heykellere. Sonra Niyazi Abiye. Kah dedi o benim aşkımı kaybetti, kah dedi benden adam olmaz. İntiharı düşündü, urgan alacak parası bile yoktu cebinde. Her sanatçı, delirir kaybedince duygularını. Ama kızgınlık olarak değil. Duygularıdır çünkü tek varlığı, umudu. Çok büyük hata etti güzel abimiz. Tüm duygularını söktü ciğerinden, yükledi çelimsiz bir kadının sırtına. Taşıyamadı kadıncağız, atmadı da sırtından. Aldı gitti. Hızlı gittiği içindir belki de, döküldü sağa sola. Çok uzaklardaki sağlara sollara. Çoğu sağa döküldüğünden herhal gidip toplamadı Niyazi Abi hiçbirini.

İşsizlik kol geziyor o sıralar sokaklarda. Açlıktan ölmeye yakın iş aramaya koyuldu bizim güzel abimiz. Beyne ihtiyacı yoktu memleketin. Kas gerekiyordu, ağır işleri kaldırabilecek. Terini paraya çevirebilecek insanlar arıyorlardı. E taşı sıksan ter akıyordu, kan akıyordu ülke de. Sizin anlayacağınız yapamadı bizim sanatçı ruhlu, sanatçı vücutlu abimiz başka işlerde. Ev sahibi dayandı kapıya, sonra Niyazi Abi dayandı. Koydu başını şöyle, eski(!) evinin soğuk duvarına, bir sigara yaktı. Yanında malzemeleri, bohçası. Zeki Müren yanılıyordu. Hoş değildi yıldızların altında sevişmek. Özellikle Niyazi Abi'nin düşünceleriyle sevişmesinden halliceyse. Oscar Wilde der ki ''Milletler parasızlıktan değil, ahlaksızlıktan çöker.''

Niyazi abimiz ahlaksızlıktan değil, parasızlıktan çöktü. Çökünce de ahlaksızlığa doğru uzattı sağ elini. Sol eliyle dövmezdi kimseyi. Sol eliyle haraç almazdı. Dayak yedi bol bol önce. Ona kızdı, sinirlendi, bağırdı. Asuman'a olan, hayata olan nefretini döktü her yabancıya. Bir bıçak buldu, gezdi lüks evlerin önünde. Ondan para aldı, bundan para aldı. Uzadı sakalları. Sertleşti suratı. Heykel gibi adam oldu sonunda. İçi bomboş, dışı sert mi sert bir adam oldu bizim güzel, yumuşak kalpli abimiz. Kimimiz ağlayarak döker içindekileri, kimimiz anlatarak yabancı vücutlara.O kanla döktü. Kanaya kanaya unuttu Asuman ablayı. Biraz abarttı polisler herhalde, hele ki duyunca eskiden sanatçı olduğunu. Niyazi abi kendini de unuttu. Devir değişmişti. Ecevitçiler yoktu sonuçta artık. Vurdular da vurdular abimize. Bir türlü eğemediler ama boynunu.

Yaşlanınca çekildi mahallesine. Mahallenin deyimiyle ''anarşik''lerdendi. Kültürlü bir caniydi. Ağzı laf yapıyordu elbet. Gençleri topladı, evsiz, yurtsuz tinercileri. Abilik yaptı, bıraktırdı o illetleri. Ah Niyazi Abi, az mı Robin Hoodçuluk oynadı şu sokaklarda. ''Dünyanın adaletini önce sikeceğim, sonra düzelteceğim'' diye az mı bağırdı. Ne olurdu sanki gitmeseydi Asuman Abla? Ki o diyorki ''İyi oldu gittiği. Okumuştuk zaten çoğu kitabı, yapmıştık heykelleri, yakmıştık resimleri. Hayata bir kere geliyorsun 'mınakoyım. Ben bu çocuklara ne öğretiyorum? Yerde gazete parçası bulsanız bile alıp okuyacaksınız!. Sende öyle yapacaksın. Yerde bir fırsat mı var, başka bir hayat mı? Alıp korkmadan yaşayacaksın.''

''Buyur, Niyazi Dayı.''
''Ne oldu lan senin kitap? Ben sana demedim mi geciktirmeyeceksin bu işleri diye!''
''Abi ben daha hazır değilim, o kadar şeyi yaşamaya güç bulamıyorum daha kendimde''
''Sikerim lan senin hazırlığını, gücünü. Ölüp gideceğim zaten şu kodumun kaldırımlarında, bari yastığımın altında senin kitabınla öleyim lan kerata. Az mı yedin içtin bebekken elimizden''
''Eyvallah Dayı. Söz yakında çıkartacağım. Bir toplayayım şu durumla..''
''Sen yazdın değil mi beni o kitaba? O kadar şey yarattık biri kalmadı adımızı hatırlatacak. Bari sende olsun bir şeyler!''
''Yazdım dayı.''
''Şuayip yazdın değil mi?''

Garip adamdı Niyazi Dayı. Hatırlanmak istiyordu. Ama ondan Şuayip diye bahsetmemi istiyordu. Belki Asuman alır okur, acır ona diye korkuyordu. Geri gelir, bir şeyler söylemeden bakar öylece diye korkuyordu. O baktıkça Niyazi Abi, güzel abimiz hortlar mezarından, diri diri yontar bu taştan adamı diye korkuyordu. Ah, Niyazi Dayı. Mahallemizin kabadayısı. Ne de çok korkusu vardı. Ne de çok aşıktı hala.

''Evet dayı, öyle yazdım.''
Paltosunun cebinden sararmış bir kağıt parçası çıkardı, elimi tuttu, avcumun içine sıkıca yerleştirdi ve iki eliyle kapattı yumruğumu.
''Bak bunu al, eve gidince oku. Böyle yazsın Şuayip'in mezarında.''
''Başüstüne dayı, yazarım oraya.''
''Hah şöyle. Hadi şimdi siktir git, dükkanın önünü kapatıyorsun. Eğer onu gösterirsen birine, seni buradan, aşağı camiye kadar döverim anam avradım olsun. Hadi hızlı hızlı.''
Dayanamıyor, gülüyorum. Başımı eğip bir selam verdikten sonra koyuluyorum yoluma.
''Sende dayı, sende kendine iyi bak.''
Bazı insanların seçtiği kelimelerin ne olduğunun bir önemi yoktur. Yazarlar iyi bilir bunu. Aslında kelimelerin ne kadar farklı şeyleri çağrıştırdığını çok güzel algılarlar. Soğuk bir sonbahar hüznü, kıştan hallice bir utangaçlık.
''Helal be, aslan oğlum benim. Hadi, çabuk git yaz onu oraya. Gece rahat uyuyamam yoksa. Lütfen kimse görmesin, beni böyle kabadayı bilirler, rezil oldum olacağım kadar, bir daha yaşatma bana o acıları. Kal sağlıcakla evlat.''

Aslında Niyazi Abi güzel adamdır. Bakmayın böyle kabadayı jargonuyla konuştuğuna. Mahallenin genç Niyazi'si dedikleri bilir aslında, ne yapsa da unutamadığını hala Asuman'ı. Ne kadar korksa da, geri dönmesini istediğini. Ve hala umudunun tükenmediğini.

''Eğer bir gün tutunacak dalın kalmazsa, ben hala kırdığın yerdeyim.''

Neymiş sevgili okurlar, sayın efendiler;
Unutulanlar, unutanları hiçbir zaman unutmazlarmış.

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Son bir şarkı daha



Ve sonra ekran kararır...



En alçantrak sonlardan, sonsuzluğa.
                                                   
                                                             Ölümcek kadına.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

''Saylanmaz''


 ''Ben -en azından- yüz yüze bir elvedayı hak etmeyecek kadar ne yaptım sana?''

Çok şey. Gidiyorsun şimdi, bakıyorum bende. Ardından ama sana değil. Geçmişe. Sırtında bir aynayla, uzaklaşıyorsun kurak topraklarımdan. Barınacak yer olmayan, soğuk rüzgarların estiği bir akşamüstümden uzaklaşıyorsun. Kaç sene oldu? Çok sene. Her kelimenin ya çok, ya da hiç'le başladığı bir gemiydi. Biz az'ları almadık gemimize. Geleceğe taşımadık pişmanlıkları seninle. Güldük. Çok güldük. Ağladık. Çok ayrı, çok uzak yaşadık çoğu şeyi birbirimizden, ama hiç yakınlığımızı kaybetmedik. Hatırlarsın. En son ben ölüyordum, koşuyordum sona doğru. Sonra yoruldum, dinlenmek istedim. Sonra tekrar koşmak için. Hayat dedikleri yol çok uzun. Ve bizler, şarkılara atlayıp, torpido gözündeki üç fişek, bagajında dört şişeyle basıyorduk gaza. Bakıyorum şimdi, şarkılarımın dikiz aynasına. Ve seni görüyorum. Eski birkaç sevgilim hep derdi ki ;

''Düşünme hak edip, hak etmediğini. İlişki bu. Adaletli olmak zorunda değil.''

Ben en azından yüz yüze bir elvedayı hak ediyordum sanki. Belki ben etmesem de, sabahladığımız geceler, içilen onca alkol, atılan kahkahalar ve düşen gözyaşları. Onlar ediyordu. Yalınayak gezdiğimiz kumsal, dostlarla konuşulan anılar. Ulan hiçbiri değilse de, annem bir vedayı hak ediyordu. Belki de haklı eski sevgililerimin anısı.

''Sen hiçbir şeyi hak etmiyorsun artık, Tolga!''

Dört duvarım var benim. Biri hafifçe yeşillenmiş, birinin sıvası dökülmüş. Diğer ikisi senin anın dolu. Geceleri gördüğüm yüzün, sana söyleyemediğim kelimeler, canını yaktığım günler, arsız sevişmelerimiz, tutkulu dokunuşlarımız. Bil ki gidişin değil canımı yakan. Kendini suçlama. Birimizin artık gitmesi, diğerini yeni bir hayata itmesi gerekiyordu. Yaşadık. Son kullanılma tarihimiz vardı. Geldik, geçiyorduk. Geçtik. Bayatladık biraz, kelimelerimiz iyice küflendi. Tutkularımız pas tuttu. İşlemeye çalıştık, yorulduk. Başaramadık eski günleri yakalamayı.

''Hep şu telefonda söyleyemediğimiz akşamüstü mesajları yüzünden hayat böyle.''

Dalgalar yükseliyor boğazımda, sevgili. Sonlar değil, o sonun nasıl gerçekleştiğidir can yakan. Unutacağım ben bunu, sırf zedelenmesin diye. Sarhoş gecelerimde, hatırlamamak için böyle bittiğini. Onca tebessüme bir duvar çekmemek için. Akşamüstü çekilen kısa bir mesajla kaçtığını, anlatmamak için kumsala. Annem bile bir mektup yazmıştı.

''Now that I've lost everything to you
You say you wanna start something new
And it's breakin' my heart you're leavin'
Baby, I'm grievin'
But if you wanna leave, take good care
I hope you have a lot of nice things to wear
But then a lot of nice things turn bad out there''

30 Haziran 2015 Salı

Şair Eşref


Aslında biz böyle adamlar değildik. Üzmezdik kimseyi demeyeceğim. Üzerdik. Ben kadınları, bu kendini, şu sevdiklerini. Aslında şunu sevende pek olmazdı ama yine vardı onun adına üzülen.

Benim sorunum kendimleydi. Kendimden korkar, kaçarken kadınlara çarpardım. Düşerdi ellerinden kitapları, alırdım bir tane koşmaya devam ederdim. Koşarken okudum ben hep. Öyle dalar giderdim ki kitaplara, umrumda olmazdı düşürdüğüm kadınlar. Kah Ferdinand Celine'in şehirleri olurdum, kah Oğuz Atay'ın bozuk toplum yapısına mahkum düşmüş demiryolu hikayecisi. Çöller aşar, dudaklarım çatlar, okyanusla karşılaşınca birkaç kere boğulmaya çalışır alkolde, sonra arkamı döner koşmaya devam ederdim. Başlardım bu sefer. Düşürdüğüm kadınlara selam vermeye. Hayatlarına, dudaklarına uğramaya. Düşürdüklerimi kaldırıp, af dilemeye. Kitaplarını ve kalplerini geri vermeye. Kimisi küfür ediyordu tabi arkamdan, kimisi şiirler okuyordu. Zaten hiçbir zaman tam anlamıyla kötü bir adam olamadım. Kötü oldum, adam oldum. İkisini bir arada olamadım. Kötü olsam, adam değilsin lan sen dediler, adam olsam senin içinde iyi biri var insanlar bunu göremiyor dediler. Oysa içimde olan tek şey Sabahattin Ali'nin şeytanıydı. Belki de dünden kalma yarım simit. Zayıfladım koştukça, elimde hep bir sigara olduğu için hiç sağlıklı olamadım. Sokak çalgıcıları eşlik etti bana, çingeneler takıldı peşime. Koştuk hep beraber. Vazgeçti onlar. Ben durmadım. Ardıma bile bakmamaya başladım. Unutmuştum neyden kaçtığımı. Sadece koşmak istiyordum. Daha fazla. Mutluydum. Kaçarken. Hiçbir yere ait olmadığımı insanlarda biliyordu, büyük sorumluluklar yükleyen gözlerle bakmıyorlardı bana. Biliyorlardı işte. Tolga diyorlardı. Ne bekliyordun ki?

Bak bu adam çok daha farklı. O kendinden kaçmıyor. Kendini bir perdeye kilitlemiş. Kadınlar geliyor, insanlar ölüyor, için için yiyor kendini. Ne zaman uzaklaşmak istese kendinden, kim olduğundan, o perdeye bakıyor. Ne olduğunu görebilmek için. Hatırlamak, uzaklaşmak için ardından. O perde öyle herhangi bir perde değil. En beyazından perde, en yeşilinden çam, en kutsalından tahta. Bütün korkusunu, gerilimini, şüphelerini ve sorularını. İnsanoğlunun tüm mantığını bırakıyor askılığa, üzerinden çıkarıp. Asıyor perdenin yanına. İzliyor kendini. Neler yaptığını, yapacağını. Kafamıza taktığımız o ufak dertler var ya, ayıplarımız, günahlarımız, olur mu lan öyle şeylerimiz. Bırak bu ayakları diyor, kesiyor bileklerinden. Bırakıyor bir kutuya. İçinde halat olan bir kutuya. Oyuncular çıkıyor ortaya. Düşünmüyor o. Yeteri kadar sarhoş olabilmek için alkol bulmaktan başka. Ne için yeteri? Daha fazla unutmak için. Bilirsiniz çocuklar. Her zaman daha fazlası vardır. O daha fazla insan olduğunu unutmak için içiyor. Bir arkadaşım vardı, ne zaman hap atsak kendini panther sanardı. Bir ayağını duvara dayar, içine kapanırdı. Korkardı. Kadınlardan, toplumdan ve gelecek günlerden. Ama aynı zamanda, ayağı hep duvardaydı. Atlamak için, parçalamak için. Beklemedikleri anda, kaçıp gitmek için belki de. Neyse, neden bunu anlattım bilmiyorum ama.. Bu adam öyle değildi. Bu adam sadece insan olduğunu unutmak istiyordu. Ne olduğu, nasıl olduğu önemli değildi. İnsani dertlerden, yalnızlıktan, soğukluktan. Kurtulmak istiyordu. Bazen şişelerce şarapla, bazen alayla, bazen halayla. Yapacak gücü olduğu sürece, her yol mübahtı. Bu yüzden sevilmezdi belki de bu adam. Her yol mübahtı. İnandığı, istediği şey için. Ela gözlü dilberi, bu yüzden sevmezdi belki de onu. Belli sıfatlar sunmayacağım size. Korkusuzdu demeyeceğim. Çok fazlaydı. Her şeyden çok fazla vardı bu adamda. Daha fazlasını isteyemeyeceğiniz kadar. Sanki bir sonraki gün daha fazla sevemeyecekmiş gibi sever, bir sonraki gün daha fazla içemeyecekmiş gibi içerdi. Çok fazlaydı. Başkasına yer yoktu belki de ufak beyaz perdesinde. Çok fazlaydı. O kadar çok kişiye yer varken, kimse cesaret edemezdi göğsündeki mezara girmeye. Bir şeyler yapardı çünkü o. Kimsenin inanmayacağı şeyler. Ama alışmıştı artık iğrendiği insanlık ona. Biliyorlardı onu da. Berkin diyorlardı. Ne bekliyordun ki?

Şu adam peki? Görüyor musun? Orada bak? Bardayız seninle. Gülüyoruz. Gözlerine bakıyorum, konuşuyorum. Alıntı yapıyorum aslında, ama sen bilmiyorsun. Etkileniyorsun. Şimdi, ayır anksiyetik gözlerini benden. Bak arkana. Şu köşede, kolona yakın kısımda. Önünde birası, çerez yerine bir paket sigara bir de. Etrafına bakıyor, kafasını öne eğip bira şişesinin ambalajını yoluyor. Şu adam kim biliyor musun? Hiç kimse. Şimdi bana bak. Konuşuyorum hala. Bu sefer sevdiğin bir yazardan alıntı yapıyorum. Baktım çünkü. Paylaştığın kitap fotoğraflarına baktım. Okuduğunu umarak alıntı yapıyorum. Çalıştım hepsine. Anlıyorsun, gülümsüyorsun. Etkileniyorsun. Şimdi bak arkana tekrardan. Aynı köşeye. Aynı adama. Adamlar ve kadınlar var yanında. Bir sürü. Nasılda konuşuyor hepsiyle? Gülüyorlar. Etkileniyorlar. Şu adam kim biliyor musun? Herkes. Gelecek kaygısı için ağlayan ergin, bizi sistem böyle yaptı dedikten sonra bira şişesinin taş masaya vuran anarşist. Şu adam kim biliyor musun? Kurt Cobain'in sesi o adam. Çatallaşmış, zorlamış kendini ama sonunda rahatlamış. Salmış. Her şeyi. İplerini değil sadece. Sakalını değil. Kendini. Bir boşluktan aşağı. Ve o hepimizin kaybolduğu hissizlik, yalnızlık, kabus dolu uzayda o adam huzuru bulmuş. Özlediği zamansa dertleri dinlemiş, hak vermiş. Sonra geri çekilmiş boşluğuna. Esrar, alkol. Adını sen söyle. Arabası, atıymış o adamın. Boşluğundan, dünyaya. Dünyadan, boşluğuna. Bak bana şimdi. Konuşuyorum biraz, ama çoğunlukla susuyorum. Güzel bir müzik çalıyor sokakta, onu dinliyorum. Sende duyuyorsun. Sözlerini bildiğim bir şarkı bu. Gözlerine bakıyorum. Bir.. iki.. üç.. Beklediğim nakarat geliyor.. Gülümsüyorum. Daha ne kadar etkilenebilirsin? Şimdi dur. Bak arkana. Bu sefer şu adama değil. Yanında olan kadınlara. Nasıl bakıyorlar dikkat ettin mi? Vücuduna, gözlerine. Konuşmasına. Masanın çevresine doluşmuş onlarca esmer adamdan daha anlamlı kelimelerine ve sarı saçlarına. Rahatlığına. Umursamazlığına. Sevmeye başlıyorlar yavaş yavaş. Rahatlığını, gözlerini, umursamazlığını. Sevdikten sonra onları üzecek şeyin bunlar olduklarını bilmiyorlar. O gözler, o rahatlık, o umursamazlık. Eh işte. Kadınlar böyle. Onu suçlayacaklar sonra. Bakma öyle, evet. Kabullenemezler çünkü. Umursanmadıklarını kabullenemezler. Kim kabullenir? Ama biliyor insanlar onu.. Aslında.. Bilmiyorlar. Benden ve bu adamdan başkası bilmiyor şu adamı. Furkan diyorlar. Furkan işte. Çok iyi çocuk. Bakma bana öyle. Böyle diyorlar tabi ki. Herkesle yeteri kadar konuştuğu, yanında durduğu için. Dünya'ya pek fazla uğramadığı için. Furkan işte. Ne bekliyordun ki?

19 Haziran 2015 Cuma

Varoluşsal Savaşlar



 İnsanlık. Adı buydu aradığımız kıyametin. Kitaplarda, tanrılarda, göğün derinliğinde.. En büyük kıyamet bizdik. Sadece sessizce kopuyordu fırtınalarımız. Yıkmak yerine, inşa ediyordu. Yakmak yerine, tüketiyordu. Yavaş yavaş kopuyordu kıyametimiz. Virüstük biz. Alkol, uyuşturucu ve müzik birer antibiyotikti. Hem dünyaya, hemde birbirlerinin hayatlarına kıyameti getiren insanlık. Kendinden başka düşmanı olmayan, yalnız, asabi ve yeterince sevişmemiş insanlık. Kötü bir ayrılıktan sonra gittiği kuaförde istediği saça sahip olamayan bir kadın gibi, neye üzüleceğini, neye saldıracağını, ne yapacağını bilmeden etrafa bağırıp çağıran ve geceleri ağlayan insanlık. Balkonumun altındaki yoldan geçen travestiden, uzaklarda bir yerlerde bulmayı umut ettiğim hayatımın kadınına. Çok uzaklarda. Benim gördüklerimden farklı. Buralara yakışmayan. Belki de bana.

--------------------------------------------------

-Bir de kim var biliyor musun? Varamadıklarımız. Bizim için derman olacakların elimizden kayıp gitmesinden bahsetmiyorum ben. Bir türlü varamadıklarımız. Gecenin sonu diyor Celine, haklı da. O kadar inandım ki bir hikayenin seyahatsiz yaşayamayacağına. Dolandı kalbim hep, ruhumda öyle. Dudaklar, tenler, ölümler, kalımlar, bölümler, dönümler. Ve hep gittiğim ama asla varamadığım gecenin sonu. Öldüm, çok öldüm. Doğamıyorum.

---------------------------------------------------

Onlardan değilsen sana, zalim derler.

----------------------------------------------------

Cemal Süreya kitabı görüyorum. Etraf böyle flu. Önceden böyle druglar yoktu moruk. Bu boklar yeni geldi.

Kanatlarım var lan! Görebiliyor musun? Çırpabiliyorum! Uça.. Uçamıyorum ama.. niye?

Taşın belleği anlatılamaz. Taş, taştır. Koyduğun zaman başını, anlarsın taşlığını.

Ben sana yaşama demiyorum ki. Yaşa. Her şeyi. Yap. Tüm hataları. Kendini kaybet. Kaybettikçe bulursun zaten.

Senin belanı sikerim, ne boklar yiyon lan böyle? Bu ne hal? Siktirtme tribini, topla artık kendini Tolga!

-Bende bir delilik mi görüyorsun?
-Sen kendini öldürmekten zevk alıyorsun Tolga, bende buna dayanamıyorum.
-Bırak lan o zaman beni.
-Nereye bırakıcam gerizekalı?
-İlla çıldırmam mı lazım, bunu mu bekliyorsun?
-Çıldırsan ne yapacaksın? Bizi mi öldürmeye başlayacaksın? Gördüğün her insana bir bıçak mı saplayacaksın? Ha söyle bana? Ne olacak çıldırınca?

Varoluşsal bir karakterim ben.

Ben ölüyorum burada. Sen git başka bir yiğit bul Xece. Atma kendini dağdan aşağı.

-------------------------------------------------

Söyliyim mi? Bak.. Ben geldim işte buraya. Tiner içtim, sokakta yattım, para istedim, dilencilik yaptım. İşte böyle.. Böyle olmasını istemezdim. (Gülümser)
Ne olmasını isterdin?
Böyle evimde yatıp, sütümü içip, televizyonumu seyredip okuluma gitmek, büyüyünce çalışmak.. Bu kadar. İyi mi? (Güler yeniden, masumdur..)
iyi... (röportajı yapan kadının hüzünlü sesi neredeyse duyulmaz.)
okey! tamam (Güler.. Yeniden ve yeniden.)

Bu ne biliyor musun lan? Bu yaşama olan sevgi işte göt! Mermer bu. Çiçek bu da! Bak ulan it! Bak!

---------------------------------------------------

Ne karmakarışık bir sene oldu benim için. Dur bir saniye. Yeni yıl daha gelmedi. Bir şeyler bitmiş gibi hissediyorum ama. Limanlarım boşalmış sanki. Dalgalar daha bir sert vuruyor yüreğime. Gündüz birası içemiyorum artık. İnsanların gündelik akışını kaçırıyorum. Tek dostum apartman boşluğunda uçuşan yarasalar ve de. Bir kapak çekmek için nasılda uçuyorlar kafamın üstünde. Çığlıkları yankılanıyor. Küfrediyor onlarda. Neyse ya. Artık yazmak istemiyorum. Çok yoruldum. Kaburgaların var ya? Oralarım acıyor işte. Kim bilir yine ne haltlar yedim. Yarın sabah kendime hesap vermek üzere.

16 Nisan 2015 Perşembe

Parçalanmış romanlar ve yaşanmamışlık dolu cesetler



 Buradayım. Hala. Bir başıma gün batımını izliyorum Dikili'de. Ağladığım, büyüdüğüm ve her gecesinde öldüğüm sokaklardan, kumsalına kadar yalnızlık içinde. Anılarım geliyor aklıma her kum tanesinde. Yapışıyorlar avuç içlerime. Elleri hatırlıyorum. Tutuşan eller, öpüşen dudaklar ve ardından bakılan o uzun, anlamsız, peşini tebessümün takip ettiği bakışlar. 

 Bembeyaz eller buluşuyor göklerle. Gözlerimin önünde kara mı kara bir perde. 16:9 formatında izliyorum geçmişimi. Yüzler geçiyor, olaylar, olgular, gözyaşları, tebessümler. Daha çok gülüşler ve öpüşler. Tokuşturulan kadehler. Hepsine bir özür borçlusun diyor filmimin üçüncül kişisi. Bense sadece gülüyorum. Bazense sesli bir şekilde. ''İyi ki yaşamışım be hepsini'' diyorum. Aptallıklarım, kendimi düşürdüğüm gülünç durumlar, söylediğim kelimeler ve aldığım tepkiler. Eğlendiğim zamanlardan kalma sokakların gölgesi kadınlar. Ve mahçup bakışları. Kalbimden hiç silinmeyecek ruj izleri. Hepsini çok seviyorum. Tüm kadınlarımı. Onlarca, yüzlerce. Hepsini ayrı ayrı değil, bir bütün olarak. Harika zamanlar yaşadık. En çıkarcısı, en edepsizi, en tutucusu, en romatiği, en doğrusu ve en yanlışıyla.. Harikaydı. Sevdim. Söyledim. Yalanlar kadar, sevdiğimi de. Mutlu ettim. Sonu mutsuzluk olsa da. Ama biliyorum beni suçlamadıklarını. Hayatın sonu bile mutsuzlukken, on dört yaşında girdiği depresyonu hala atlatamamış bir adamdan sonsuzluk nasıl beklersiniz? Beklemezsiniz. Biliyorum da. Sadece benden nefret ettiğinizi düşünmek ikincil egomu besliyor. Belki üçüncül. Herneyse. 


''Koşsana''
''Yavaşlasana yetişemiyorum''. Kahkahaları nefes alış verişine engel oluyordu.
''Sen dememiş miydin? Geldik işte. Az kaldı!''
''Tolga delirdin mi dur biraz!'' Hala koşuyor ve gülüyordu. Nefesi daralmaya başlamış, topuklarındaki nasırlar patlıyor ve kanıyordu.
''Delirdim! Deliydim! Koş hadi. Yağmur başlayacak birazdan, görmen gerek. Evet! Bak göğe doğru yükselen bir yer gördüm, oradan izleyebiliriz!''
''Çok uzak ama orası! Bari yavaşla biraz salak şey!'' Yağmur çiselemeye başlamıştı. Kadın göreceği şeyin uğruna metrelerce koşmuş, sırf ayağındaki bir kaç yara ve dalağındaki ağrı yüzünden bırakmak istemiyordu. Aslında bir nedeni daha vardı. Daha önce adamı hiç bu kadar mutlu görmemişti. Merak ediyordu ne olacağını ve onu böyle mutlu görmek hoşuna gidiyordu.
''Elini uzat. Şimdi diğer ayağını oraya koy. Bak. Gördün mü demiştim sana. Çocukluğumdan beri yaparım bunu. Ne zaman hava böyle olsa. Huzur dolu değil mi sence de? Ne kadar da özlemişim. Köşelerinden tutup alıp götürsem bu manzarayı keşke evime.''
''Tolga'' Kadının mimikleri söndü. Ipıslak saçları yapışmıştı yüzüne. Gözleri yaşlıydı. Yağmur damlası gibi yağmaya başladı dudaklarından aşağı gözyaşları sonra. Ama belli etmeden. Kıpırdamadan. Dudaklarını bile büzmeden.
''Efendim?''
''Burası..'' Boğazındaki düğümden konuşmakta zorlanır.
''Evet, biliyorum.''
''Neden yapıyorsun bunu kendine?''Döner kadın adama doğru. Sesini yükseltir. Bağırır. Göğsüne yumruklar savurur yağmurlu tepenin doruğunda. Ağlar bağıra bağıra. ''Neden gerizekalı? Neden?'' Güçten düşer kadın. Dizleri üstüne çöker. Adamın bacaklarına koyar kafasını. Manzaraya bakar.
''Bilmiyorum. Sanırım böyle olduğum için. Yani.. Ben buyum. Bir nedeni yok. Özür dilerim, sadece paylaşmak istemiştim.''
''Aptal herif.. Aptal.''
''Biliyorum.''



Bazı hayaller çok geç kalıyor. Ben mi erken geldim acaba dedirtiyor adama. Ömürler bu kadar hızlı yitip giderken, zaman neden hiç geçmek bilmiyor? Zaman hiç geçmek bilmiyorsa, neden hep geç kalıyorlar? Çok soru sordum. Hepsini cevabını vereceğim. Ne zaman mı? Zamanı geldiğinde. Şimdilik susuyorum bende. Çünkü ne zaman ''Şu sıralar tam böyle bir şeyin olma sırası!'' desem, olmadı.
Hayır ben gecelerce uykusuz kalıp ağlamaya çalıştığım yastıklarda, yataklarda ve kadınlarla beraberken uyuyamam. Uyumam. Gözyaşları ve ruj izleri asla silinmez. İlk aşklar değil, son aşklar unutulmaz. Son zamanlarda eski sevgililerim pek bir vurdumduymaz. Neyse ne diyorduk. Evet uyku. Hayır. Duvarım bile hıçkırıklara boğulmuşken, hayır. Güneş gömüldüğü mezardan kalkana, tavanım galaksiye açılana, kalbimin kapısı tekrardan çalana dek. Uyuyamam. Uyumam. Kusura bakma, ama güneş benim evrenimde gökyüzünde değil, gözlerimde doğuyor. Gözlerinde doğuyor gözlerim dediğimin. Benim için gökyüzü duvar, deniz ise tablo. Hep lacivertten işler bunlar anlayacağın. Salgın gibidir dikkat et. Bulaşma siyahıma, lacivertime. Kapıverir yoksa seni de. Çeker içine. Çıkartır zirveye, çakar zemine. Sonra ağzında bir sigara, kafanda bin dert görürsün kendini. Yardım istersin. Yardım istemezsin. Neistediğinibilmez'lerden olursun sonra bak. Söylemesi benden. Yine de seneniyisinibilirsin.

Bu gece de güneşi bekliyor muyuz?
.
.
İyi geceler o zaman.