18 Ağustos 2013 Pazar

Pedicabo


 Kaçmanın, kaçıp gitmenin hayaliyle uyuduk senelerce. Dünyanın amına koyma rüyalarımız yarıda kesilirdi bazen. Uyanırdık. Tekrar uyumaya çalışanlar olduk biz, sonu görmek için. Geceleri konuştuk. Gündüzleri yapamayacaklarımızı. Özledik, nefret ettik. Hormonlu duygularımız vardı. Bilemedik farkı. Aşk ve Seks kavramlarını ayırt edemeyecek kadar körleştik.

 Belki diyorum, belki parmak uçlarım kadınların tenleri yerine, gitarımın tellerini tercih etseydik dolanmak için; şu an bir Satriani olabilirdim. Bir Hendrix belki. Ama olmadı. Harcamaya çalıştım her şeyimi. Geri kalanlarıysa buraya yazıyorum. Mektup yazacak kadın kalmadığında, yine buraya yazacağım.

Bir arkadaşım vardı. En fazla ne kadar acı çekebileceğini görebilmek için kaşlarını tek tek yolan. Kitabın sonuna bakmıştı. Fakat anlatamıyordu kimseye, nasıl bir his olduğunu yahut kitabın sonunda ne yazdığını. Anlatamıyordu. '' Daha geçenlerde.. '' diye başlayan cümleleri '' Çok acı çektim be bilader ''le son buluyordu. İnsanların aksine o kendini yaldızlı yalanlarla süslemiyordu, ya da ruhunu üç boyutlu bir piramit gibi pazarlamaya çalışmıyordu. Onun toplumda bir işi vardı. Her gece becerme hayaliyle uyuduğu kızların, nefret ettikleri babalarının dahil olduğu sisteme o da dahildi. O anlatamayan adamdı. O anlatmak değil, bağırmak isteyen bir adamdı. Nasılsın sorusuna cevap vermeyi bilmeyen, iki bira içmek için bile arkadaş bulamayan, Hakan Günday romanlarından fırlamışcasına hayatı becerme isteğiyle dolu olan bir adamdı.
 Kadınlar tek mutluluğu olmuştu. Kendini, ne bok olduğunu ona unutturan kadınlar tercihiydi. Çok konuşmayan kadınlarsa daha öncelikliydi onun için. Unutamadığı biri de vardı. O da herkes gibi unutmak için sevmezdi, unutamamak için severdi. Pişmandı. Onu bırakan sevgilisini daha sert beceremediği için pişmandı ! O nefret dolu bir adamdı ! Eğer ona son isteğin ne diye sorarsanız '' Son kez çay içmek ve Chet Baker '' dinlemek derdi. O romantik bir adamdı. Exantrique !
 Pek yazı yazmayı bilmezdi o, fakat güzel ağlardı. Ağlayabilen, döktüğü her göz yaşından nefret eden bir adamdı. Aynaya kaç senedir bakmıyordu kim bilir? İlgisizlikten ölecekti belki de Oğuz Atay gibi. Aynada ki yansıması bile kanser olmuştu ilgisizlikten.
 Kimdi bu adam? İyi biri miydi? Duygusal mıydı? Vergilerini, faturalarını öder miydi? Uykusuz muydu o da bizim gibi?

O hikayede ki yalnız adamdı. Yalnız kalmaktan nefret eden, fakat yalnızlığa kendini adamış adam.

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Kim bu yazıların torbacısı?




 Kendi kahvaltıma geç kalıyorum.

 Haftalar geçti, hala hiçbir şey değişmedi.

 2 senedir devam eden düzenli bir ilişki var. Her ikimizde birbirimizi aldatıyoruz

 La Grange dinliyorum, karşımda iki çingene ve üç oğlu. Duymuyorum. Çocuk ağlıyor. Huzursuzluk var içimde.

 Tanrıya dava açacağım.

 Bitmeyecek geceler beni bekliyor. İçimi yakıp kavuracak bir özlem.

 Nedense, aynı anda özlüyoruz, aynı anda seviyoruz. Ve aynı anda birbirimizden nefret ediyoruz

 Bir şey olacak. Kötü bir şeyler. Bilmiyorum.

 Melancholy Man.

 İşin en üzücü yanı, hayatım boyunca aradığım kadını geçmişimde bulmam oldu. Hayatımı sürdürebileceğim tek insanın beni artık geçmişi olarak görmesi.

 Saygı derdim, saygı sevgiden daha önemli.. Değilmiş ! Ben sadece egoist birisiymişim meğerse. Doğru, öyleyim. Fakat sadece egoist değilim, aynı zamanda sevginin bağlama gücünden korkan biriyim.

 Sevgi bağlamadı beni iki yıldır sevdiğim, bağlı kaldığım kadına. Biz suç işledik. Bizi suç bağladı. Herkesi kandırdık. Herkesten sebepsizce nefret ettik. Öldürmek istedik aramızda olanlar. Birbirimize kavuşmak için değil, daha fazla bağlanabilmek için.

 Yine döndük başa. Müzik tekrar çalmaya başladı. İki sene önce nasılsam öyleyim. Bir çığlık atsam keşke. Sağır olsa yedi milyar insan. Kör olsa Tanrı. Film bitse.. Kopsa film. Düşsek bir boşluğa. Ve Tanrı evreni tekrar yaratsa.. Yine döndük başa.

 Son. Her şeye değer katan tek sıfat. Son. Son kadeh, son sigara, son gün.

 İlk. Her şeye heyecan katan tek sıfat. İlk. İlk kadeh, ilk sigara, ilk gün.

 Her şey batıyor. Batıyoruz. En dibe. Yavaş yavaş.

 Neredeyiz Juliet?
 Neden hergün daha kötü hissediyoruz, Hannibal?
 Nasıl bu kadar güçlü kalabiliyorsun, Beatrice?
 Çok karanlık, sensizlik çok karanlık, Lenore!
 Fakat biliyorsun ki ben aydınlığı sevmem, hikayedeki kötü kadın.
 Kötü görünen kadın, kötü hissettirilen kadın. Özlediğim kadın.
 Ruhunu şeytana satmış meleğim.

 Zaman geçiyor. Her saniye sana yaklaşıyorum. Şu anda senin bulunduğun yerden saatte altmış kilometre hızla uzaklaşmama rağmen, geleceğimi biliyorum. Sana geleceğimi değil, seninle geleceğimizi.

 Hikayede ki kötü adamın blogu değil bu okuduğunuz, canı sıkkın bir adamın yazıları. Aşık ve özlemiş bir adamın. Radyo yayını yapmak isteyen bir adamın. Anarşizan, umursamaz kalan, içi ölü olan, bir kadına tapan bir adam. Olmayan, var olmayan bir adam.

 Women seem wicked, when you are unwanted.

 Kim okur lan acaba bu yazıları çok merak ediyorum?

 Ölüyoğz kardoğlarr.

 Ölmedik.. Ölmeyi de başaramadık ya ölünüzüsikiyimkardoğlar.

 Evleneceğim. Yemin ederim inandığım ne kaldıysa, ne varsa hepsinin üstüne. Çünkü buldum. Tüm kadınların, tek beden olduğu kadını buldum. İki kişiliğim de aşık onun iki kişiliğine. Ben hikayede ki kötü adam, ben otobüsü kaçırdığı için aşık olduğu kadından vazgeçen adam. Ben mutluluğu çiğneyip tüküren adam. Aşığım. Doğduğumdan beri aşıktım. Ben her kadın için temiz bir sayfa açtım. Geçmişi gömdüm. Yanılmışım. Meğerse temiz sayfa açtığım her defter, geçmişimi gömdüğüm her mezar ona aitmiş. Kaçtığım kadınlar, kovaladığım suratlar, yeni açtığım her şişe, söndürdüğüm her izmarit ona aitmiş meğerse.

 Sabah uyandığımda onun gözlerini görmek değil, uykusuz kaldığım her gece de onun göz altlarını izlemek istiyorum.

 Ben onunla yatmak değil, her gece uykusuz kalmak istiyorum.

 İyi geceler.

4 Temmuz 2013 Perşembe

Ölü Yapraklar Parkı

  
 Bir park. Soğuk sokak lambalarının aydınlattığı, sarhoş insanlar. Dilenciler, evi olmayanlar, evi olupta gidemeyenler, gitmek istemeyenler. Kısaca sokaktakiler. Gecenin uzun, soğuk, tehlikeli zamanında dışarıda avuçlarını birbirine sürterek ateşi tekrar icat etmeye çalışanlar. Mızıka çalan yaşlı bir adam. Sakallları anlatıyor kaç senedir dışarıda yaşadığını. Surat kırışıklıkları ise neden dışarıda yaşadığını. Kesik eldivenleri, çatlamış dudakları, soğuk mızıkanın deliklerinden çıkan eşsiz ses hayat katıyor ölü yapraklar parkına. Ölü yapraklar parkı ise bekliyor, henüz gelmemiş misafirlerini ağırlamayı bekliyor.

  Gecenin ilk misafirleri geliyor. Erkek ve kadın. Sarmaş dolaş. Ağızlarından gelen bira kokusu, parmaklarında ki sigaranın dumanına karışıp göğe ulaşıyor. Kadın adamın omuzlarına sarılmış, kahkahalarla adım atıyor. Adam ise biraz daha ciddi. Gülümsüyor sadece, etrafa bakınıyor. Belli ki o yeni buralarda. Bilmiyor ölü yapraklar parkını. Ama kadın oranın yerlisi. Kim bilir kaçıncı sevgilisi buraya geldiği. Hepsine bu parkla ilgili farklı bir hikaye anlatıyor belkide. Anneannesinin kalp krizi geçirip öldüğü park, ilk sigarasını içtiği park, kimisine tecavüz etmeye çalıştıklarını ellerinden zor kaçtığını bile anlatıyor. Kadın deniyor herşeyi, ölü yapraklar parkı ise dinliyor hepsini. Adam kadının beline sarılmış, çekiştiriyor. Hadi diyor gidelim. Gece bu saatte parklar pek güvenilir değil. Kadın daha da kahkaha atıyor, sen bana güven diyor dişlerinin arasından. Adam kızıyor. İyice çekiyor. Bir anda sessiz ve durgun havada rüzgar esiyor, yapraklar havalanmaya başlıyor. Park kadını koruyor. Çünkü o biliyor bir tek kadının gerçek hikayesini. Tüm yalanların arkasında saklanan gerçeği. Kadının daha ufacık bir çocukken, babasıyla buraya geldiğini, oyunlar oynadığını biliyor. O ufacık çocuğun babasının, bu parkta öldüğünü biliyor. Park koruyor kadını, tıpkı babası gibi. Adam iyice korkmaya başlıyor. Parkın içinden çıkıp asfalta yürüyor kadını çekiştirerek. Kadın bir anda asfalta diz çöküyor. Ağlamaya başlıyor. Adam taksi çağırıyor, artık neredeyse duymak bile istemiyor kadını, umursamıyor. Taksi tam önlerinde duruyor. Ölü yapraklar parkının taksicileri herşeyi gördüğü için aldırış etmiyor pek ağlayan kadına. Sormuyor nedenini. Adam yavaşça kadının kolundan tutmak için hamle yapıyor. Kadın adama elinin tersiyle tokat atıyor. Ağlamayı bırakıp hızlıca ayağa kalkıyor. Taksiye biniyor ve kapıyı kapatıyor. Taksiciye parayı uzatıp hadi diyor, bas gaza. Adam geride kalıyor. Tüm olanlara inanamayan, ve hala yediği tokadın etkisi süren adam koşuyor biraz, sonra yoruluyor. Diz çöküyor, kalkıyor. Yavaşça parka yürüyüp oturuyor. Park onu da kabul ediyor.


  Gecenin ikinci misafiri çok alışıldık biri oluyor. Elinde şarap şişesi, ağzında sigarasıyla parka giren Afgan adında uzun boylu, sıska bir çocuk. Sanki tüm dünya kendisininmiş gibi ilerliyor. Mutlu, gülüyor, arada yere tükürüyor. Sokaklar onun, tüm şehir onun. Çünkü sokağın ve şehrin sahipleri şu an uyuyor. Nereye baksa başka bir anısı canlanıyor. Şu ağacın altında ilk defa bir kadını öptüğü, parkın tuvaletinde ilk kez bir kadınla seviştiği. Birazdan üstünden geçeceği köprünün altında ilk sigarasını içtiği. Düşünmüyor Afgan. Eve gidince ne yapacağını, tüm geceyi nasıl geçireceğini. Dinliyor, mızıka çalan adamı dinliyor. Oturuyor adamın karşısında duran banka. Şarabını oturmadan önce yaşlı adamın önüne koyuyor. '' Param yok, ama bunu paylaşabiliriz '' der misali bakıyor sadece. Yaşlı adam mızıkanın altında gülümsüyor.

 En son ne zaman sevmişti birini? Ne zaman aşık olmuş, ne ara nefret etmişti? Hatırlamıyordu. Sigarayı nereden aldığını bile bilmiyordu. Umursamadı. En büyük yeteneğide buydu. Umursamazdı. Bir rüzgar esti tekrardan ölü yapraklar parkında. Afgan'ın saçları havalandı. Şarkıya eşlik etmeye başladı. Nefret ediyordu, hatırladı. Aşık olmuştu, hatırladı. İçi acıdı. Mızıkanın sesi daha da açtı tüm yaralarını. Bir sigara daha. Son bir şarkı daha dedi yaşlı adama. Yaşlı adam dudaklarını şarapla ıslattı. Ve devam etti. Genç adamı kırmadı, ölü yapraklar parkı sessizliğini korudu. Kız arkadaşı taksiyi kaçırdıktan sonra bankta bekleyen adamsa yaklaştı ve yaşlı adamın yanına çöktü. Şarabı aldı eline. Afgan bir sigara yuvalardı yerden adama doğru, daha sonra çakmağı.

 Çok insan geldi o saatten sonra parka. Ama üç kişi durdu. Biri evi olmadığı için, diğeri eve gidemediği için, diğeri ise eve gitmek istemediği için kaldı parkta.  Sabahın ilk ışıklarına kadar sürdü bu bekleyiş. İlk önce adam kalktı ayağa. İlk dolmuşa bindi. Hoşçakal bile demeden parka, ufukta kayboldu. Daha sonra yaşlı adam kalktı. Afgan kapalı gözlerinin arasında, yattığı bankta izledi adamın gidişini. Yaşlı adam önce yeni teazgah açmış simitçiye uğradı. Orada durdu. Simitçiye mızıkasını uzattı. Afgan'ın gözlerini daha fazla dayanmadı. Kapandı. Karnı açtı. En son ne zaman yemek yediğini hatırlamıyordu bile.

 Sabahın ilk ışıkları Afgan'ın suratına vurduğunda, gözleri açıldı. Tam gözlerinin ucunda, burnunun bittiği yerde yarım simit duruyordu. Afgan önce şaşırdı, fakat tepki veremeyeceği kadar yorgundu. O yarım simit '' Param yok, ama bunu paylaşabiliriz '' der misali bakıyordu sadece. Yaşlı adam bankın karşı tarafında oturmuyordu. Ölü yapraklar parkı uykuya dalmıştı. Emekli olmuşlar, emekli olmuşlara birşeyler satmak için sıraya girenlerle doluydu park. Afgan duymadı, görmedi. Gülümsedi. Yaşlı adamın mızıkasını verip simit aldığını anladı. Ve yarısını onunla paylaştığını. Gülümserken bir damla gözyaşı düştü yere, Afgan'ın sol gözünden. Gözyaşı ölü bir yaprağın üstüne düştükten sonra çıkardığı sesi kimse duymadı. Hayat devam etti, Afgan elinde ki simiti bitirip evine doğru yürümeye başladı. Ölü yapraklar parkı ise geceyi beklemeye devam etti.

2 Temmuz 2013 Salı

Hiç dolmayan birkaç kadeh boşluk




Yine klavyenin başında. Tekrar uykusuz bir gece.

Sinirleniyorum. Tanımadığım, tanımayacağım, tanımak istemediğim insanlara.

Yakmak istiyorum hepsini. Nasıl bu kadar aptal olurlar?

Sonra duruluyorum. Sırf benimle aynı şeyi düşünmediği için, bir insanı yakamam.

Ne farkım kalır o zaman diğerlerinden.

Hayallerimde.. Rüyalarımda yakmalıyım onları. Gündüzleri ise hayatıma devam etmeliyim.

İnsanoğlu bu değil midir zaten? Gece söylediklerini, gece rüyalarında gördüklerini gündüz unutanlardan ibaret değil midir insanoğlu?

Herkes konuşur geceleri. En büyük sözler geceleri verilir belki de. Asla yerine getirilmeyecek sözler..

Kaçımız bir kadına onu ölene kadar seveceğini söylemedi ki ay ışığının altında?

Çocukluktan beri yıldızların altında sevişmiyor muyuz zaten?

Kimse görmüyor rüyalarınızı, kimse duymuyor savaş naralarınızı!

Bağırın sizi orospu çocukları, konuşamadığınız kadınlara evlenme teklifi edin, gökdelenlerin tepesinden paraşütsüz atlayın.

Fakat sabah uyanıp hayatınıza devam edeceksiniz.

Bugün çok garip bir rüya gördüm diyeceksiniz, ve unutacaksınız...

Ben hatırlayacağım.

Siz uyuyun. Ben hepiniz için uykusuz kalırım.

İstemesemde kalıyorum zaten.

Sabaha kadar Chet Baker dinleyip, çay içiyorum.

Boş duvarları izliyorum.

Sokağın başında ki kedilerin miyavlamasını dinlerken gizlice sigara içiyorum.

Kimse inanmıyor bana. Çünkü kimse görmüyor beni.

Düşünüyorum..

Bir sonra ki yatacağım kadının kim olacağını.

Yanlış anlamayın.

Beraber yatıp uyuyacağım kadını düşünüyorum.

Ne zaman olacak, ne zaman gelecek o kadın?

O zamana kadar uyuyabilecek miyim?

Çok geç kalmasın.

----------------------------------------------

Bedenimde ki huzursuzluğun, uykusuzluğun, yalnızlığın dozu arttıkça, kişisel hale gelmeye başlıyor tüm yazılarım. Sürekli kendimden bahsetmek, kendime küfretmek yahut halimden yakınmakla geçiyor düşüncelerim. Devletten ve çocuklarından istediği yardımı göremeyen yaşlı ve huysuz bir adam gibiyim. Eski tüfeğimle sokağa çıkıp birini vurmak istiyorum. Birinin beni görmesini belki de. Evet, tüm çaba bu aslında. Birinin beni görmesi. Burada, uykusuz bir şekilde bu geceyi geçirdiğimi görmesi. Come as you are şarkısını çalmayı öğrenmem ve gecenin bu saatlerinde sokağa çıkıp bağıra bağıra söylemem gerek. Eğer polisi, birkaç serseriyi, ve huysuz insanları atlatabilirsem aradığım kişinin bana gelebileceğini düşünüyorum. Bir sene kadar bir süredir bu blogta yazıyorum. Ve şimdiye kadar gelen kimse olmadı. Ben ileride iyi bir yazar olabilmek, yahut birşeyler kazanmak için yazmıyorum. Kendi hikayemi kendim yazmak istemiyorum. Hikayemi yazacak, ve beni o hikayede ki kötü adam yapacak kadını arıyorum. Şimdilik bu kadar yeter.  Herkese uykusuz geceler.

--------------------------------------------------------

27 Haziran 2013 Perşembe

Insomnia



Soğuk bir kasım akşamı. Hayır, ayaz var. Çok soğuk. Ve gündüz. Güneş doğmaya üşeniyor. Sokakta evinin yolunu unutan sarhoşlar, iyi yolun ne olduğunu unutan fahişeler. Gecenin son sigaraları yanıyor, yahut gündüzün ilk. Büyük bir senfoni var. Dinliyorum. Gözlerim kapalı, geceyi dinliyorum. Uykusuzluğumu dinliyorum. Parmaklarım oynuyor istemsizce, ritim tutuyorum. Uzun, sarı saçlı transexüelin sigarasını yakışı, hala seksenlerden kurtulamamış üç punktan en iri olanının sarhoş adama attığı yumruğu, baykuşların sesini. Boş şarap şişelerinden yansıyan güneş ışıkları anlatıyor, güneşin doğduğunu. Kimse bakmıyor güneşe doğru belki, yada kimse farketmiyor ama gece insanlarının iç güdüleri kuvvetlidir. Bilirler. Güneşin nerde olduğunu bilmeksizin tahmin eder onlar gündüzün geldiğini. Bir fahişe, sekiz yaşında ki bir çocuğun okula hangi saatte gideceğini bilmez, fakat asla karşısına çıkmaz. Sakalları birbirine karışmış sarhoş, punktan yediği yumruk nedeniyle hiçbir şey hatırlamasa bile, gidip bir bankta uyuması gerektiğini bilir. Son sigara hep gecenin sonuna saklanır. Gecenin sonunda herkesin yakacağı bir sigarası vardı. Büyük göğüslerin arasındaki paketlerde, kulak arkasında. Ve hep biri vardır. Geceyi izleyen. Bir uykusuz hep vardır. Orkestra şefi gibidir. Parmakları durmaz. İzler, dinler, sever, aşık olur. İnsanlık o saatte rüyalar görürken, o gerçekleri görür. İnsanlık kabuslarından şikayet ederken, o yaşlı sarhoşu döven punka küfür eder. İnsanlık hayallerinde, konuşmaya bile cesaret edemediği kadınlarla sevişirken, o pencerenin altından geçen fahişeye para teklif eder. Tanrının melekleri o saatte uyur, ve yerini şeytanlara bırakır. Öldürülen insan, sevişen çift, işlenilen suç, yakılan kilise ve Tanrı'ya edilen küfür sayısı geceleri hep daha fazladır.

---------------------------------------------

Uykusuzum.
Yaklaşık bir milyon gündür. Hayır 5 gündür.
Hiç uyumuyorum. Uyuyamıyorum.
Duvarı izliyorum. Boş, karanlık ve korkutucu duvarı.
Saatlerce bekliyorum. Uykum gelmiyor.
Fakat duvar
Duvar canlanıyor.
Renkli gözler beliriyor duvarda.
Senin gözlerin.
Kırmızıya çalan bir dudak.
Senin dudakların.
Bakıyor bana.
Tıpkı seni ilk gördüğüm günkü gibi.
Gülümsüyor.
Tıpkı seni ilk öptüğüm günkü gibi.
Aşık oluyorum sana.
Aşık oluyorum uykusuzluğuma.
Her gece
İzliyorum seni boş, karanlık ve korkutucu duvarda.
Gizlice sigara yakıyorum sonra.
Beliriyorsun.
Aydınlanıyor oda.
Gözlerim açık rüya görüyorum.
Seni görüyorum.
Elimde ki sigara parmaklarımı yakana kadar,
Aşık oluyorum sana.
Aşık oluyorum uykusuzluğuma.

23 Haziran 2013 Pazar

Aylak Kadın


 Sokağın başındayım. Burası sokağın sonu da olabilir. Yolun başı da olabilir. Elimde son tütünleri de yanmak üzere olan bir sigara var. Göğe bakıyorum, başım dönüyor. Yıldızları izliyorum. Hepsini, hepsini yutmak istiyorum. Tüm yıldızları yemek. Güzeller. Çok güzel duruyorlar oldukları yerde. Fakat hayat bana tek birşey öğrettiyse de, güzel olan hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor. Kalabilirdi. Yanımda kalabilirdi. Güzeldi. Çok güzel bir kadındı. Yanımda kalmalıydı. Olmadı. Belki de olduramadı. Acaba beni mi, yoksa benimle yaşamayı mı sevmemişti? Kime aşık olmuştu acaba, bana mı kurgularıma mı? Aşık olmuş muydu peki? Bilmiyorum. Sokağın başındayım. Gecenin sonunda son kalan sigaramıda yere atıyorum. Basmıyorum üstüne bu sefer, ardımda bıraktığım izmarit geceyi biraz olsun aydınlatmasını istiyorum. Uyuyamıyorum zaten kaç gündür. Yanlış anlaşılmasın uykusuz hissetmiyorum ya da başım ağrımıyor. Fakat, biliyorum çok garip ama, ait değilmişim gibi hissediyorum. Çevreme, dünyaya, odama, gözlerime, anlamsız bakan yüzüme, ince ve uzun parmaklarıma. Kilo veriyorum, çok hızlı. Sol gözüm acıyor nedense. Hakim olamıyorum bazen kendime. Neden terk etmiş olabilir ki? Belki korkmuştur. Belki sona gitmekten, sonu görmekten korkmuştur.

 Yazılarımın, şiirlerimin, hayallerimin baş kahramanı o aylak kadın; tüm bunları onun için yazdığımı söyledikten sonra siktir olup gitti. Söylemeseydim, yazılarıma, kurgularıma, yalanlarıma değil bana aşık olsaydı belki gitmezdi. Belki de şartlar uygun değildi değil mi? Belki.. Hani sayıyoruz ya sürekli, doğru zaman, doğru yer, doğru.. Hatırlamıyorum, ama belki de o doğru şeyler yoktu. Belki.. Belki de ben doğru adam değildim. Hayatta bundan ibaret değil midir zaten? Şartlar var deriz, her suçu o şartlara atarız. Sormayız hiç. Yere, zamana, kişiye suç atarız hep. İçimizde ki şeytanı görmeyiz. Ona dokunmayız. Onun hakkında konuşmayız. Doğru olup olmayan şey, şartlar değil insanın içinde ki şeytandır. O yoksa, o şeytan yoksa, geceler sabahlanamayacak kadar uzun, kadınlar aşık olunamayacak kadar anlamsız, ve şaraplar içilemeyecek kadar acıdır.

--------------------

 Buradan, bana tüm bunları yazdıran Aylak Kadın'ıma teşekkür ederim. Kaldırımlardan taşan kalabalıkta, dört duvarla çevrili odanda, iki kulaklığın arasında, yahut sokağın başında beni beklediğini biliyorum.

Ve söz veriyorum, seni bulacağım.

12 Haziran 2013 Çarşamba

Aylak Adam


 Bittiği yerde başlayan iki insan. Ne demekti bittiği yerde başlamak? Sıfır noktasından tekrar yükselmek miydi? Ölümden dönmek yahut başarısız geçen intihar denemelerinden sonra gözlerini açmak mıydı? İçinde boğulmaya çalıştığı suyu içip bitirmek miydi yoksa okyanusun dibinde bayılıp, kumsalda ayılmak mıydı? Belki de hiçbiri değildi bitiş çizgisinde başlangıç vuruşu yapmak.

 İki insan. Farklı dünyalarda, farklı rüyalarda. Farklı bedenlerde, farklı bedenlere aşık iki insan. Henüz birbirini tanımayan, hayatın zirvesinde, yaşamın şarabını kadeh kadeh içen, ne zaman o şarabı işeyeceğini umursamayan iki ruh. Zıtlığın dışında olan bir farklılık içindeler. Aynı gibiler, bir o kadar da farklılar. Kadın ve adam. Birbirlerini arıyor aslında ikisi de. Kendilerini bulmaktan bıktıkları aynalarında, el izlerinin artık silinemediği bira bardaklarında.

 Onlar ki bulacak kendilerini, o zaman ulaşacaklar gerçek mutluluğa. Fakat birbirlerini buldukları zaman mutluluğa ihtiyaçları kalmayacak. Onlar ihtiyacı oldukları her duyguyu yıllanmış kalplerinde ve sarhoş gözlerinde bulacaklar. Onlar önce bitecek, tükenecek. Daha sonra başlamak dahi istemeyecekler. Çünkü onların birlikte olduğu bir son, her zaman ayrı oldukları başlangıçlardan iyi olacak. İşte o vakitten sonra kadının gözleri değil, elleri adamın parmakları sayesinde dolacak. Hayatın şarabı değil, birbirlerine söyledikleri sarhoş edecek onları. Bir daha asla son yaşamayacaklar, çünkü onlar sondan sonra yaşıyor olacaklar. Biten hiçbir şeyin tekrar başlamadığı, kısır döngünün bittiği yerde. Bir bardaklarının hiç boşalmadığı, kül tablalarının hiç dolmadığı, sol iç cepte duran tek sigaranın asla sönmediği yer.

------------------------

 Yazı yazıyorum. Bazen. Ne çok ne de az. Yazacak pek kimsemde kalmadı zaten.

Yalnızım. Oturduğum evin soğuk duvarlarına çıplak tenle yaslanıp düşünüyorum. Parmak uçlarımda duran sigaranın külleri parmaklarımı yakmaya başlayana kadar. Durmuyorum.

Keşke düşüncelerimde sigaralarım kadar çabuk sönse.

 Düşünüyorum. Ne çok ne de az. Çevremde ki insanlar çok boş geliyor. Beklentilerle dolu kalpleri, 3 boyutlu bir piramit gibi gösterip pazarlamaya çalıştıkları ruhlarıyla.

Sarı bir duvar düşünün. O duvarda asılı bir resim. O resim kaldırıldığında duvarın eski beyazlığı görünür tüm o sarılıkta. İşte o kadar farklı hissediyorum kendimi.

Uzun zamandır aynaya bakmıyorum.
 

 Kendimi yalnız başıma görmekten bıktım tüm aynalarda. Yalnızlığımı, neden yalnız kaldığımı, her şeyi yüzüme vuruyor ayna. Kendime söyleyemediklerimi sol gözümün kısıklığı, köprücük kemiklerimin çıkıntıları, kollarımda ki yara izleri söylüyor bana.

Keşke çevremdekiler de şu an yanımda duran kül tablam kadar dolu olsa.

 Özlediğim bir sevgilim, yahut eski sevgilim bile yok.

Birkaç gün önce, dünde olabilir, bir turistten aldığım bir dolara tütün sarıp içtim. On dolarda olabilir. Ne fark eder. Bugünlerde paradan daha önemli tek şey inanç.

 Kitap okuyamıyorum. Sürekli eski yahut hala yazılmamış kitaplarda aklım

Bir kitap okumuştum. Bir adamı anlatıyor. Hiçbir şey hakkında, hiçbir şey bilmeyen bir adam. Kendini tanımaya üşenen biri. Umutsuz bir adam. Sürekli aynı şarkıyı dinliyor, aynı sokaklarda yürüyor, oturuyor. Hep aynı yalnızlığın soğuk duvarına sırtını veriyor. Hep birini arıyor. Sürekli. Hiç durmuyor. Ondan bahsediyor kendine. Sanki tek bildiği oymuş edasında. Ruh eşini olabilir. Bir fahişede olabilir. Pek hatırlamıyorum. Sonra pes ediyor. Ansızın sokağın ortasına çöküyor ve bekliyor. Bulunmayı, birileri tarafından fark edilmeyi bekliyor. Aynı şarkı çalmaya devam ediyor. Bu bir kitap olmayabilir. Fakat çok tanıdık.

 Neyse

Saatlerdir kafamda dolanan bir şarkı, bir türlü aklıma gelmiyor sözleri. O şarkı şu an çalıyor da olabilir. Pek dikkat etmiyorum. Günlerdir çalıyordur belki de.

 Dışarı çıkmalıyım. Aramam gereken biri var.

Ruh eşim var. Bulmam gereken. Bir fahişe de olabilir. Bilmiyorum.

---------------------------
Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kim zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine; sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutmağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi , pırıl pırıldı. Herkesin, “- Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur, ” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!
—Aylak Adam/Yusuf Atılgan

29 Mart 2013 Cuma

Ötekileşme


Yalnızlığın ortasında, hayatın altında, çakıl taşlarının üstünde. Ağzında sigara, elinde bir parça kağıt. Bekliyor, dünya denilen bokluğun en dip noktasında. Kül tablasında kaybolan sigara izmaritleri gibi, ait olduğu yerde kaybediyor kendisini. Dünya dönüyor, o gülüyor. Gecenin karanlığında ışıldayan yıldızlar gibi parlıyor elinde ki kağıt ateşle buluştuğunda. Bir ses duyuluyor gecenin ortasında. Bir şarkı dinliyor gökyüzü, yeryüzü, anılarında ki kadının yüzü. Basıyor kağıdın üzerine ilk adımını atarken. İkinci adımında ise anılarını ezip geçiyor. Gömüyor cehennemin dibine anılarını. Bir gün döneceğim diyor. Bir gün yaptıklarımla karşılaşacağım. O benim cehennemim olacak, oradan da kaçacağım elbet. Orayıda gömeceğim daha dibe belki. Dip kalmadığında ise kundaklayacağım cehennemi. Kendine aptalca sözler verirken, ağlıyor. Gülüyor. Daha fazla gözyaşı dökülüyor her kahkasında. Daha fazla unutuyor, her adımında.

 İlk önce anıları yakmak gerekir. Çünkü yaşanılan anılar kadar değerlidir insanlar. İyi yahut kötü. Kimisi gözyaşlarıyla yakar anılarını, kimi izmaritin ucuyla. Kimisi çakırkeyf kahkahalarıyla, kimi aynanın karşısında elinde makasla.

20 Mart 2013 Çarşamba

Akmayan nehirler, uçmayan kuşlar


 Açtı gözlerini. Sızladı her yeri. Artık istemiyordu. Parmaklarının arasında süzülen saçları hatırladı. Uzun siyah saçlar. Kendi saçlarından daha çok sevdiği saçları. Daha önce adına sarhoş olduğu o güzel kadını. Çok güzeldi. Siyah saçları, uzun ve ince beli. Akmayan nehirler, uçmayan kuşlar kadar gibiydi. Sönemeyen sigaraların söndürüldüğü kül tablaları içine gömmüştü adamı gülümsemesiyle. Göz yaşı ise bir çöle baharı yaşatırdı. Çok severdi adamı. Belki de bundan terk etmişti saat 3 ila 5 arası aşık olduğu tek kadını.

 Fakat zaman özlemenin değil, siktir etmenin zamanıydı. Zaman elinde ki bira şişesi ve karnında ki alkolle sokaklarda dolaşma zamanıydı. Dayak yiyebilirdi, yumruk yedikten sonra gözüne ne olduğunu soracak kimsesi yoktu sonuçta. Hayatın amına koyabilirdi, öldükten sonra sorgulanacak bir ruhu yoktu nasıl olsa !. Durdu olduğu yerde. Sokak boştu, elinde ki bira şişesi sokaktan bile boştu. İntihar edebilirdi, halat alacak parası bile yoktu oysa. Son parasını sigaraya vermişti. Düşündü. Yavaş yavaş ölecekti. Mutlu oldu. Gülümsedi. Tıpkı yıllar önce yaptığı gibi gizli gizli sigara içmeye çalıştı. Hayattan gizleniyordu. Hayat görmeden kendini öldürmek istiyordu. Hayatın engel olmasından korkuyordu. Elinde ki sigarayı söndürmesinden, halatı koparmasından. Kırdığı kalpler, ayaklarının altına serilip onu yürütüyordu adeta. Binlerce, milyonlarca kırık kalp parçası kesiyordu ayaklarını her adımda, her duruşunda. Her nefesinde bıraktığı kadınları özlüyor, dünyayı daha hızlı döndürmeye çalışıyordu. Fakat sadece başını daha hızlı döndürüyordu. Bilmediği kaldırım taşına kafasını vurmadan önce düşündü.

 Hiç hatırlamadığı bir yılın eylül ayı, hiç hatırlamadığı bir günün gecesiydi. Hala unutamadığı bir sokağın başında, adını hatırlayamadığı bir kızla öpüşüyordu. Kız kafasını yavaşça çektikten sonra parmak uçlarından aşağı attı kendini. Gözleri adamın dudaklarına indi. Kaldırdı kafasını. Gülümsedi. Adam tebessümüyle cevap verdi. Kız bayıldı. Kız öldü. Kız yok oldu. Ay ışığında ki uyuşuk gece, bir lambanın aydınlattığı gündüze döndü. Ağaçlar, duvarlar oldu. Yol, halıya büründü. Adam yatağında uzanırken buldu kendini. Gülümsüyordu. Başı dönüyor, dönen başından terler damlıyordu. Vücudunu örten şey beyaz bir battaniye ve de yanında uzanan kadının sol koluydu. Beli sızlıyor, o umursamıyordu. Sırada dünya vardı, onu da becerecekti. Bir anda adamın tebessümüyle yok oldu yanında yatan dünyanın en çıplak kadını. Yatak kumsala, tavan yıldızlı geceye büründü. Lambası ay, karşıda ki duvarda uyuyan nirvana posteri ege denizine dönüştü. Yavaşça doğruldu yattığı kumların üstünde. Sıra ona gelmişti. Yeteri kadar yıldız izlemiş, sıra kafasını şişeye gömmeye gelmişti. O 4. kişiydi sırada ki. Bu bir çemberdi. Yani ilk de olabilirdi son da. Umursamadı. Aldı şişeyi, eğdi kafasını. Uzun saçları önüne döküldü. Tek nefes çekti. Boğuldu. Karşısında ki denizin dibinde değil de, elinde ki şişenin içinde boğuldu. Öksürürken ağzından ve burnundan çıkan dumanlar yavaş yavaş çekilirken kendini elinde sigarasıyla kaldırımda otururken buldu. Gülümsedi. Kapadı gözlerini. Dinlemek istedi İstanbul'u. Gözlerini bir daha açamadı. Çünkü burası İstanbul değil, hayat denen cehennemin kör noktasıydı.

9 Mart 2013 Cumartesi

Melancholy Man


Yağmur damlaları, kızını döven bir baba misali vuruyordu cama rüzgarla birlikte. Sıcak bir nescafe ile camın önünde oturduğunu hayal etti, oturduğu köşeden. Nescafe yerine elinde saydamlığını yitirmekte olan bir bardağın içinde dolanan konyak vardı. Uzun zamandır konyak içmemişti. Terletiyordu. Fakat ne terlemeyi ne de uzun zamandır içmediğini önemsiyordu. Elinde ki bardağın boşaldığını görünce, eli şişeye gitti. Fakat düşünceler içinde ölüm kalım mücadelesi veren zihni, elinden hızlı davranıp hatırladı şişenin boş olduğunu. Gülümsedi hafifçe. Bir şeyin daha sonu gelmişti. Ardından yağmur da bitti. Adam tekrar gülümsedi. Kulaklığına gelen müziğin durduğunu fark edince şarjında bittiğini anladı. İyice büyük ve geniş bir tebessüm kapladı yüzünü. Sonu düşündü uzun uzun. Ve o da bitti...

O gece hava aslında hep dövdü yağmur damlalarıyla o camı. Adam sadece görmek istemedi.
O gece yere yarım şişe konyak döküldü bir tekmenin yardımıyla. Adam sadece içmek istemedi.
O gece kulaklıktan duyulan şarkı hiç durmadan tekrar etti. Adam sadece duymak istemedi

O sabah, gece boyunca ıslanan cam bir cesedin ambulansa taşındığını izledi.
Adam sadece yaşamak istemedi

7 Mart 2013 Perşembe

Hayatın kör noktası


Bir çöl bulutu dolaşıyordu odanın içinde. Beden bulmak isteyen ruhlar gibi sağa sola çarpıyordu beyaz toz parçaları. Gözlerin önünden geçen renkler gök kuşağından farksızdı. Birbirine anlamsızca sürtünen bedenler vardı. Gülenler, kahkaha atanlar, içki içenler, burnundan çekenler, ağzından üfleyenler vardı. Ve bir de adam vardı. Duvara dayanmış bir biçimde izliyordu. Dans eden kalçaları, halıya dökülen içkileri, tuvaletten burnu kızarık çıkan kadınları. Düşünüyordu. Daha önce izlediği kalçaları, boğazından döktüğü içkileri, sabaha karşı terk ettiği kadınları ve bir de annesini. Nerededir şimdi hiçbir fikri yoktu. Aslına bakacak olursak, hiçbir şey hakkında bir fikri yoktu. Hayat ve çektiği acılar onu ve geçmişini yok etmişti. Düşündü. Havada dolanan beyaz bir toz tanesi olmayı. Güzel bir kadının burnundan girip, beynine yapışmayı. Orada tümör olmayı ve kadınla beraber ölmeyi. Yalnız ölmemeliydi. Ölmemeliydi. Kimse görmüyor, kimse duymuyordu. İnsanoğlu kör, insanoğlu sağırdı. Disko topundan çıkan renkleri kimse umursamıyor, çalan şarkının ne olduğunu kimse önemsemiyordu. Adam sırtını yasladığı duvarda yavaş yavaş kaydı. Yere çöktüğünde ellerini de zemine yapıştırdı. Ağladı. Siyah saçları ve uzun suratı ıslanana kadar. Gözleri çıkana kadar. Bağıra bağıra ağladı. Kimse görmedi, kimse duymadı. Kapamadı yüzünü bu sefer. Karşısında hayatı olmayan insanlar vardı. Burası hayatın uğrayacağı en son yerdi. Burası hayatın kör noktasıydı.

--------

 '' Varlığı inkar edilen kalp, enkaz altında kalmış aşk kitapları, denize atılmış yüzük.. ''

Yazamıyordu bu gece. Yoğun müzik altında kalan kulaklarında farklı şarkılar çalıyordu. '' It's been a long time '' dedi istemsizce. Çalan şarkının sözleri değildi belki o kelimeler, fakat çok zaman olmuştu. Neye çok zaman olmuştu bilmiyordu fakat bunu söylemek hoşuna gidiyordu. Gözleri yazı yazmaya çalıştığı peçeteden kalktı, iki kızın sallanan kalçalarının arasından geçti bakışları, kravatını yeni çıkartan iş adamına dokunmadan bara ulaştı. Barmenin arkasında duran şişeye dokundu gözleri. Bir şişe kırmızı şarap. Ayağa kalktı. Dans eden bir kız buldu. Belinden tuttu. Şarkı yavaşladı. Çok sık olmazdı bu yavaşlamalar ucuz diskolarda. Ve ara sıra gerçekleşen şeyler kadınları etkilerdi. Daha önce okul kıyafetleriyle denize atlamıştı sevdiği kız mutlu olsun diye. Güldü. Kadının gözleri onun gözlerinde, adamın gözleriyse şarap şişesindeydi. Kadın konuştu

- '' Tanışıyor muyuz? ''

Kadın gülüyordu. Kendi bile inanmamıştı kurduğu cümleye. Hayatın kör noktasında dans eden iki insan elbette tanışıyordu.

- '' Sana bakarak şarap tatmak istiyorum. Umurumda değil ismin, kıyafetlerinin altında ne olduğu. Tek istediğim güzel bir kadını izleyerek şarap içmek. Sen güzel kadın oluyorsun, bende şarap içmek isteyen bir adam. Tanıştığımıza memnun oldum ''

Kadın son cümleyi bile zar zor duyabilmişti. Adamın ağzını takip ediyordu. Uzun bir sis dumanı vardı aralarında. Kadın adamın kalın ve tutkulu dudaklarını izliyor ve konuşmak için konuştuğu dilini üç odalı evinin en üst katında ki queen size yatağın içinde de bu kadar hızlı kullanıp kullanamayacağını düşünüyor, haz alıyordu. Dinlediğini belli etmek için kafasını salladı. Yalan söylemek burada serbestti. Dışarıda diliyle, burada bedeniyle yalan söylerdi Adem oğlu ve Havva kızı.

---------------

Adam iki üç adımda çıktı kapıdan. Yanağında bir kırmızılık, diğer yanağının hemen üstündeyse morluk vardı. Planları yine tutmamıştı. Şarap içmek isterken, iradesine yenik düşmüş ve kendini tuvalette kokain sindirirken bulmuştu. Daha sonra bir kaç saat önce tanıştığı kadına tecavüz etmeye çalışmış ardından barmen sevgilisinden dayak yemişti. Kadın '' Ben konsomatrisim '' diye bağırmış, o '' hepimiz öyle değil miyiz? '' demişti. İki üç adımda başladığı yere geri dönmüştü. Hiç parası yoktu ve sokaklar cebi kadar boştu. Boşluktan istifade edip ellerini cebine attı. Omzularını düşürdü. Kafasını öne eğdi. Artık hazırdı. Kaybetmiş ve yatacak yeri olmayan adam yürüyüşünü yapabilirdi. Ve onu izleyen binlerce yalnızlık vardı. Hepsi ayakta alkışlayacaktı belki de yürüyüş bittiğinde. Beyaz bir zencinin moonwalk'ı kadar ünlü olabilirdi. Bunları düşünürken, gerçeği hatırladı. Yol uzundu, adımları kısaydı. Gece karanlığında kaybolmaya yüz tuttu. Diskodan sesler geliyordu. Aldırmadı. Kulaklığı taktı. Son bir şarkı çalacak kadar şarjı vardı ufak aletin. Johnny Cash söyledi, o dinledi. Hayatın ve soğuğun altında kalmıştı. Kendi cesedini sırtında taşıyor, kim olduğunu bilmiyordu. Arıyordu o sadece. Ait olmayı bekliyordu. O bekledikçe, dünya dönüyordu. O kaybettikçe, dünya gülüyordu. Kendini asmak istedi, fakat bir halat alacak parası bile yoktu.

Eyvallah dedi. Eyvallah. Ölüme, intihara. Ne kaldıysa siktir çekerdi, şimdiyse gücü yoktu. Eyvallah dedi. Yürümeye, kaybolmaya ve kaybetmeye devam etti.


1 Mart 2013 Cuma

Ben aşıktım, o kumraldı




 Günler geçiriyorsun. Üstünde durduğun dünya devam ediyor dönmeye. Altında yürüdüğün gökyüzü doluyor ciğerlerine. Alkol alıyorsun her gün, dünyayla aynı hızda dönebilmek için. Sigara içiyorsun her saat başı, ciğerlerine gökyüzünden başka şeylerde gönderebilmek için. Aynı insanlara farklı cümleler kuruyor, farklı kıyafetleri aynı bedenine giyiyorsun. Aynı tırnaklara farklı ojeler, farklı morluklara aynı fondöteni sürüyorsun. Uzun zaman oldu, gülüşünü görmeyeli. Uzun zaman oldu, güneşi görmeyeli. Hissedebiliyorum cümlelerini, nasıl kalbinden çıktıklarını. Dudaklarına sığmayan duygularını kalbinde sakladığını yahut hayatı rimelli gözlerinden nasıl süzüp yaşadığını. Ben hissedebiliyorum. Kurduğun kelimelerin gözlerinin altında ki morlukları görüyorum. Uykusuz kalmış paragrafların var. Evcilleştiremediğin düşünceler, hala dökemediğin gözyaşların var. Saat 3 ila 5 arası uyanıp kesmek istediğin güzel saçların var.

 Günler geçiriyorum. Üstünde düşündüğüm dünya devam ediyor dönmeye. Altında uyuduğum gökyüzü dolmak istemiyor ciğerlerime. Alkol alamıyorum, koşmak zorunda kalıyorum dünyayla beraber. Yapamıyorum. Sigara içmiyorum, zorla tıkıyorum gökyüzünü ciğerlerime. Farklı insanlara aynı cümleleri kuruyor, farklı kıyafetleri aynı bedenimden çıkartıyorum. Aynı tırnakları kemiriyor, farklı yerlere tükürüyorum. Farklı müzikler dinliyor, aynı gitarı çalıyorum. Aynı kitapları okuyor, farklı sonlar yazmaya çalışıyorum. Yazamıyorum. Uykusuz kalmış noktalarım var. Hala yazılmamış paragrafları bekleyen. Evcilleştiremediğim duygularım, hala göremediğim gözyaşlarım var. Saat 3 ila 5 arası uyanıp dibini seyretmek istediğim şarap şişeleri var.


13 Şubat 2013 Çarşamba

Natus Diligere Vol. 3


Adam yavaş ve uyuşuk hareketlerle gömleğini giydi. Sol göğüs kafesinin üzerindeki morluklar hala görünüyordu. Parmaklarını kullanmayı tekrardan öğrenen eski bir felçli gibi geçirdi düğmeleri. Hafifçe ayağa kalktı, kırık aynaya yöneldi. Parmaklarının yardımıyla saçlarını geriye doğru taradı. Suratını gördü. Gülümsedi. Hala çirkinim diye iç geçirdi. Çantasını buldu, daha sonra da kitaplarını. Uysal hareketlerle yerleştirdi altı delik çantaya kitapları. Dünya'ya benzetirdi çantasını. Ne koyarsa koysun, dökülüyordu altından. Altında ki delik ise ölümdü. Alıp götürürdü her şeyi. Umursamadı. Huzurluydu. Belki de ilk defa aldığı nefes batmıyordu ciğerlerine. Belki de geceden kalma alkolün etkisiyle hissetmiyordu bir şey. Ve belki de arkasında ki dağınık yatakta çırılçıplak yatan kadının esmer vücudundan süzülen elleri izin vermiyordu başka bir şey hissetmesine. Adam biraz sesli düşünmüştü gene. Kadın yavaşça araladı gözünü. Doğruldu yatakta. Yabancı gözlerle baktı etrafına. Hatırladı geceyi. Sabaha kadar karşısında ki adamla yaptıkları dansı. Geceyle ilgili anıları azaldıkça, karşısında ki adamı gördü. Yatağın karşısında ki tabureye oturmuş iri gözleriyle avını izleyen bir vaşak misali kadını izliyordu. İncitmeden izlemeye çalışıyordu.

 Kadının eli önce yatağın üstünde duran siyah saten kıyafete gitti. Giydi. Adam ağzını araladı.

 '' Dün gece sen uyurken dışarı çıktım. İzledim tüm şehri en alt noktadan. Birkaç sokak ismi ezberledim. Birkaç kişiyle kavga ettim. Birkaç barda, birkaç farklı alkol aldım. Fakat en güzeli bir parka gittim. Adı Kurtuluş'tu. Koşarak geri geldim otele. Buldum diye fısıldadım kulağına, çıkışı buldum. Kurtuluş'u buldum, çıkışı buldum. O sırada üstünde ki battaniye açıldı. Baktım sana. Her şeyine. Üstünü örttüm yavaşça. Aptalca dedim sonra tekrardan kulağına. Hepsi aptalca. Hayatımda yaptığım tek doğru seninle dibe batmak. Kurtulmak istemiyorum. Dün gece ben sana hayatımı adadım. ''

Kadın biliyordu bunların yaşanmadığını. Çünkü sabaha kadar sevişip, dans etmişlerdi. Çünkü Ankara'da değildi nefes aldıkları yer. İstanbul'du. Çünkü adam uyuyakaldıktan sonra sayıklamıştı sabaha dek. '' Seviyorum '' demişti. Belli etmedi kadın. Gülümsedi. Giydiği siyah sateni, geri çıkardı. Adam gülümsedi. Gömleğinin düğümlerini açmadan, kafasının üzerinden geri çıkardı. Kadın belli etmedi tüm olan biteni, çünkü aşıktı. Çünkü hiçbir şeyin bir anlamı yoktu. Kayboldular. Şafağın ortasında, gecenin sonunu yaşadılar. Yatağın ortasında, hayatın sonunu yaşadılar.

Doğru zaman diye birşey yoktur. Zamanı doğru yapan doğru kişi vardır.
Doğru yer diye birşey yoktur. Yeri doğru yapan doğru kişi vardır.
Bir tek doğru kişi vardır. Önemli olan onu bulmaktır. Önemli olan onu bulmak için her engeli aşmaktır. Her fedakarlığı yapıp ona ulaşmaktır. Önemli olan özlerken kavuşmak değil, kavuştuktan sonra da özlemektir.

Natus Diligere Vol.2


 İki yıldızlı bir binanın, üç pencereli odasında iki yatağı birleştirip üç saat boyunca sevişen iki insan. Odanın duvarlarının rengi kan kırmızısı. Kalbin duvarlarını andırıyor. Bir kalbin içinde sevişmekten yorgun düşmüş bir kadın ve yatağın önünde ki masanın üzerinde duran kağıtları karalamaya çalışan bir adam. Oda beyaz bir kasvetle soluyor. Duman girdiği ciğerlerden, çıkmak bilmiyor. Adamın elinde ki sigara sönmek bilmiyor. Kadının yatağın yanında ki dolaptan çıkardığı kırmızı şarap şişesi açılmak bilmiyor. Pat sesi duyuluyor önce, daha sonra sarı saçlı bir adamın sözleri çınlıyor kulaklarda;

 '' Hayalin hep yanımda olsa bile, eksilmişim yine ''

 Adam cümlenin sonunda ki noktadan sonra gelen nakarat eşliğinde başlıyor yazmaya. Kömürün kağıt üzerinde çıkardığı fısıltı ve kadının gırtlağından damla damla akan şarabın gürültüsü eşlik ediyor şarkıya. Dağınık bir yatak. Havaya hakim beyaz bir kasvet. Elinde şarap kadehiyle hayatının adamını izleyen bir kadın. Gülümsüyor. Önünde duran adam bırakıyor kalemini. Odada ki yoğun dumanı rahatsız etmeden çeviriyor kafasını kadına doğru. O da gülümsüyor suratının görünür tarafıyla. Şarkı kapatılıyor. '' Son bir şarkı '' diyor adam, eli play tuşuna giderken. Kadınla konuşmuyor aslında. Hayatla konuşuyor. Dünya'yla konuşuyor. Son bir şarkı daha istiyor. Play tuşu şarkıyı başlatıp, hayatı durduruyor. Dünyayı durduruyor.

'' Is this love? ''

 Adam yavaşça eğiliyor. İngiliz asilleri kadar kadar asil, bir Afrika'lı kadar çıplak. Kadın yataktan kalkıyor yavaşça. Hayatı boyunca bu anı bekler gibi. Adamın elleri, kadının belindeki yerini buluyor. Kadının elleri ise adamın düşük fakat asil omuzlarında ki yerini. Sallanmaya başlıyorlar yavaş yavaş. Dünya duruyor, onları başı dönüyor. Yüksek alkol ve yüksek aşkın verdiği körlükle birbirlerinin ayaklarına basıyorlar. Aldırış etmeden gülümsüyorlar. Kahkahalar takip ediyor gülümsemeleri. Yatağa atıyorlar sonra kendilerini. Bob Marley bu sefer kurtuluş diye bağırmıyor.


'' I wanna love you every day and every night ''

Adam ve kadın uyuyakalıyor. Gecenin sonundan, şafağın başına dek. Gecenin başında adamın yazdığı kağıtlar ise yakılıyor sabahın ilk ışıklarında. Tek bir kelime kalıyor geriye. Bittiği yerde başlayan iki sevgiliyi en iyi anlatan. 

SON

12 Şubat 2013 Salı

Natus Diligere


Sustu. Susması gerekiyordu çünkü. Dünya'da milyarlarca insan yeterince konuşuyordu. Karşısında dimdik duran, keskin gözler, ince bel ve güzel dudaklarla konuşan bir kadın vardı. Çekiciliği yüzünden düşünemiyordu diğer altı milyar insanı. Şeytandan almıştı kadın, çalmıştı güzelliği. Kadın konuşuyor, ama anlatmıyordu. Adam dinliyor, ama duymuyordu. Bir din yaratmak istedi, sadece o an için. Sonra vazgeçip Gauss'u düşündü, sonra da astronotları. Uzaydan dünyayı izleyenleri. İzlemek istedi dünyayı. Yanarak, kül olmasını. Sonra vazgeçip kadının dudaklarına odaklandı. Dinliyormuş gibi görünse de, o aşık oluyordu. Gülümsedi yavaşça adam. Kadın sustu ve sordu

 '' Ee cevabın ne? ''

 Çocukluğundan beri düşünürdü adam bu sorunun cevabını. Sabah uyandıktan sonra, gece rüya aralarından önce. Hep düşünürdü cevabın ne olduğunu. Normal bir sorunun cevabı değildi bu. Hatta herhangi bir sorununda cevabı değildi. Sorusuz bir cevabı arıyordu adam. Duymamıştı kadının ne sorduğunu, bilmiyordu soruyu. Duymamıştı dünya onun düşüncelerini, bilmiyordu kendini. Cevap benim diyordu içinden. Ağzını hafifçe araladı, ve döktü tüm kelimelerini;

 '' Her insan şu hayata soru sormak için geldi. Sordular, Tanrı'yı buldular. Sordular, kendilerini buldular. Sordular, neden nefes aldıklarını buldular. Fakat ben sövmeye geldim dünyaya. Sövdüm, Tanrı'yı unuttum. Sövdüm, kendimi unuttum. Sövdüm, neden nefes aldığımı unuttum. Ben hayata bir şeyleri bulmaya değil, kaybetmeye geldim. Yaşamadığım, yaşayamayacağım her şeyi kağıtlara yazıp, onları yakmak için geldim. Dünyanın en güzel kadınını resmedip, onu kadınla beraber yakmak için geldim. Ben unutmaya geldim. Kaldırım taşlarında yürüyenlerin aksine, ben o kaldırım taşlarını sökmeye geldim ''

 Kadın dinliyordu adamı. Sorduğu soruyla hiçbir alakası yoktu adamın anlattıklarının. Fakat kadın bu yüzden seviyordu adamı belki de. Farklı olması. Aralarında farklı bir ilişki vardı. Birbiriyle yıllardır sevgili olan iki insan gibiydiler. Evlenmeyi unutan sevgililer. Ve bazen de birbirinden bıkmış iki karı koca gibiydiler. Sevgili olmayı unutan evliler. Birbirlerine bağlıydılar, zorundaydılar. Kadın adamı dinlemeyi seviyordu. Ama dinlemek zorunda olduğunu da iyi biliyordu. Hafifçe gülümsedi, kalın dudakları daha çekici bir hal aldı. Kapattı adamın dudaklarını, kendi dudaklarıyla. Adamın konuşmasını seviyordu ama sessizliğine aşık olmuştu gün geçtikçe. Tüm dünya izledi iki sevgiliyi. Afrika'da ki çocuğun kafasına giden mermi havada asılı kaldı, kendini köprüden atanlar havada asılı kaldı, yumruklar havada asılı kaldı. Hayatın ta kendisi havada asılı kaldı. Sonra adam ayırdı dudaklarını istemeyerek. Biliyordu, ölmesi gerekenler ölecekti. Tüm hayat onu bekliyordu yeri öpmek için. Kadından aldığı dudaklarını araladı. Adamın aşık olması gerekiyordu. Oldu.

'' Seni seviyorum ''

 Cevap buydu. Belki de Dünya'da sorulan her sorunun cevabı buydu. Belki de diğer dünyalar da sorulan sorunun da cevabı buydu. O dünyaya sormak için gelmemişti. O gün fark etti, sövmek içinde gelmemişti. O sevmek için gelmişti. Dünya'ya yeri öptürmek için. Ölmek üzere olan zihni son nidasını bastı uzun cümlelerle..

'' Born to die.. Peh, herkes dünyaya ölmek için geldi. Ölmeye zaten mecbursun. Sıkıyorsa sev. Sıkıyorsa aşık ol. Sıkıyorsa hayata alış. Natus Diligere, amına koyayım ! ''

9 Şubat 2013 Cumartesi

Kaçacak yerim yok, ama evimdeyim.



 Adam ve kadın odanın en zenci köşesinde oturuyordu. Kadının gözleri odanın ve hayatının karanlığına rağmen parlıyordu. Geceyi fark etmeden aydınlatan yıldızlardan daha parlak, daha masumdu gözleri. Belki de biçimsiz vücudunda en beğendiği yerleri gözleriydi, belki de en nefret ettiği. Büyük ihtimalle o da nefret ediyordu gözlerinden. Parlamalarını istemiyordu, fark edilmek istemiyordu. İnsanlar ne zaman karanlıkta kaybolsa onun gözlerine yürürdü. Ölenler aslında tünelin sonunda ki beyaz ışığı değil, onun gözlerini görürdü.

 Kadın ve adam odanın en zenci köşesinde oturuyordu. Adamın parmaklarının arasında mutluluk vardı. Ateş vardı o mutluluğun ucunda. Duman çıkıyordu o mutluluktan. Odayı buluta çevirmişti o duman. Mutluluk dumanı ile dolmuştu adamın ciğerleri. Ama ona yetmiyordu artık. Ne kadar mutsuzluk o kadar mutluluk diyordu. Dolce Vita diyordu içinden sonra da. '' Tatlı hayat ''. Sonra bir kere nefes daha çekiyordu elinde ki mutluluktan. '' Daha tatlı hayat '' diye fısıldıyordu. Önceleri nasılsın diye sorulduğunda, bokun içinde yüzüyorum derdi. Şimdi biliyordu ki artık insanlar onun içinde yüzüyordu. Onun zihni dibi olmayan olmayan bataklıktı, onun kalbi bir belediye tuvaleti kadar değerliydi. Bazen sevgililer orada sevişir, bazen tutunamayanlar orada altın vuruşu yapar, bazense ihtiyacı olanlar kullanırdı onun kalbini. Önemsemiyordu o da artık. Beyaz ışığını bulmuştu o. Yürümesi gerekmiyordu o tünelde, kullanması gerekmiyordu belediye tuvaletini de. Mutluluğa da ihtiyacı yoktu belki, ama o hayatını zirvede bitirmek istiyordu. Bu yüzden son nefesiyle İstanbul'a adım atmıştı. Bu yüzden son parasıyla 2. sınıf bir fahişe bulmuştu. Ve bu yüzden son gücüyle kendini Boğaz'a bakan bir otel odasına atmıştı. Zirvede bitirmek istiyordu o sadece. Adını bile bilmediği bir kadın başını, onun omzuna koymuştu daha demin. Önemsemedi. Hatırladığı üç beş türkçe kelimeyle anlatmıştı sevişmeyeceklerini. Çünkü adam sevişerek başlamıştı hayata. Hergün hayat düzenli olarak beceriyordu adamı. Son gününde kimse kimseyi sikmeyecekti. Tekrar fısıldadı, Dolce Vita..

 Kadın başını adamın omzuna dayamıştı. Gözleri pencereyi izliyordu, pencere ise İstanbul boğazını. Her gece kendini atmak istediği o boğazı izliyordu. Hiçbir zaman kendine ait olmayacağı için yakmak istediği onlarca arabayı izliyordu. Hiçbir zaman yaşayamayacağı hayatlara sahip olan insanların amına koymayı istiyordu. İşte bu diyordu içinden, hayatın amacı, hayatın amına koymak. Herşeyi patlatmak. Hayatta hiçbir zaman sahip olamayacağı yağmur ormanlarını yakmak, yemeye parası olmadığı her balığı öldürmek, asla göremeyeceği fransız kumsallarını kirletmek istiyordu. Söyleyemediği her kelimeyi unutmayı, sadece öpüşmek için kullandığı dudaklarını dikmek istiyordu. Sadece gözleriyle gördüğü dünyayı sikmek istiyordu. Sağırdı, dilsizdi. 14 yaşında Rusya'dan, Türkiye'ye gelmişti. Öz babası tarafından tecavüze uğradıktan sonra, kalın bıyıklı bir adama satılmıştı. 17 yaşına kadar hayatı öğrenmişti. Saçlarını taramayı unutmuştu. Nefreti öğrenmişti. Sevgiyi unutmuştu. Ölümü öğrenmişti. Çocukluğu unutmuştu. Bir gece bir adam gelip elini tutana kadar hiçbir şeyi öğrenip her şeyi unutmuştu. Adam karşısına geçti, ağzını hareket ettirdi. Sonra tekrar elinden tutup bir otele götürdü onu. Yere bir minder atıp, duvara sırtını yaslayarak oturdu, içinde tütünden başka şeylerde olduğu anlaşılan sigarasını yakıp pencereyi izlemeye başladı adam. O soyundu, yere bir minder attı, tam adamın yanına. Başını onun omzuna koydu. Pencereyi izlemeye başladı.

 Adamın omzuna ağır geliyordu kadının başı. Çok ağırdı. Adam gülümsedi. Dertlisin değil mi sende dedi. Cevap gelmedi. Adam gülümsemeye ve kendi kendine konuşmaya devam etti. 17 yaşındaydı ikiside. Sevgililer gibi el ele tutuştular, dışarıyı izlediler. Yıllardır birbirine sahip çıkan iki sevgili gibi. Kadın düşünmüyordu yarın sevişeceği adamların yüzünü. Adam düşünmüyordu yarın bitireceği şişelerin dibini. Kadın ve adam düşünmüyordu artık kurtuluşu. Adam biliyordu Kurt Cobain'in Where did you sleep last night şarkısı. Belki kadın duyabilse severdi. Fakat her ikisi de dün gece nerede yattığını umursamıyor, her ikisi de yarın nerede yatacaklarını önemsemiyordu. Onlar bugün nerede kalacaklarını biliyordu bir tek. '' Mayın tarlasının tam ortasında '' dedi adam. Kadın duymadı ama anladı. '' Buradan kalktığımızda geri döneceğiz siperlerimize. Burası hayatın kırmızı ışığı. Burası asansörde elektriklerin kesildiği an. Burası senin ve benim hikayemin bittiği, bizim hikayemizin başladığı an. '' Kadın yine duymadı, bu sefer aşık oldu. Kafasını kaldırıp öptü adamın çatlak dudaklarından. Para karşılığı değildi bu öpücük, hislerdi ödenilen miktar. Sadece gerçek aşkı yanında hissetmenin verdiği hisler. Sesler ve kelimeler olmadan. Sadece bir omuzdu bu hisleri veren.

Onlar birbirlerine ait olabilmek için acı çekmişti. Konuşmadan aşık olmak için acı çekmişlerdi. Kelimelere, yüzlere, gözlere, isimlere, cisimlere, bedenlere, gelenlere, gidenlere, bitenlere ve ölenlere ihtiyaçları yoktu. Onların acıları vardı, onların geçmişi vardı. Acılar ve geçmişler birleşti, gelecek ortaya çıktı. Geleceğe sarıldılar. Onların geleceğine.

 Onların olmayan her geleceğin gırtlağını kestiler. Biz kelimesi geçmeyen cümleleri unuttular. 

5 Şubat 2013 Salı

La Follia


  Adam ve kadın yolun ortasında. Elleri birbirine kenetlenmiş, gelecekleri gibi. Adam kadına bakıyor. Kadın ise adamın gözünün altındaki morluklara. Hatırlamıyor en son ne içtiklerini ikisi de. Kadın sormuyor kavga mı ettin yoksa bir şey mi çektin diye. Çünkü bugün o da bir şey çekti. Ucu söndükten sonra bademciği yakan bir sigara değil, bedeni uyuşturan içi dolu bir kağıt değil ve burnunun kaşınmasına neden olacak bir toz hiç değil. O siktir çekti bugün. Bademciği değil, ruhu yanıyordu. Bedeni değil, zihni uyuşuyordu. Burnu değil, kalbi kaşınıyordu. Aşk gelecekti. Gelecek aşktı. Gelecek yanında duran göz altları mor olan adamdı. Aşk elini kenetleyen adamın damarlarında akan kandı. Ve belki de aşk karşıdan gelen otobüsün içinde yaşanacaklardı. Dudaklarına gülümsemesini sürdü ustalıkla. Gözleri dimdik, göğün ve yerin kavgasını izliyordu ufukta. Sonra dikkati adamın yavaş yavaş kıpırdanan dudaklarına gidiyor. Daha önce binlerce kez öptüğü dudaklar, daha önce binlerce kez aşık olduğu dudaklar yine bir şeyler söylemeye çalışıyor.

 '' Kameranı bana ver, mutluluğun resmini çekeceğim ''

 Kadın çantasından, babasının dolabından çaldığı fotoğraf makinesini çıkartıyor. Düşünmüyor kamerayı uzatırken, babasının şu an nerede, nasıl onu aradığını. Belki de babası yine ağrımamasına rağmen şakaklarını ovuyordur.  Belki de annesi üzülmemesine rağmen göz yaşı döküyordur. Belki de şu an bir turist daha tacize uğruyor, bir sanatçı daha intihar ediyor, bir çocuk daha son nefesini veriyordur. Hiçbir şeyi bilemeyeceğini bildiği için düşünmüyordu hiçbirini.

 Adam yavaşça alıyor kamerayı. Gecenin bir yarısı uyanan uykusuz bir çocuk misali, uykusuzluğunu yalnız yaşayabilmek için ailesini uyandırmamaya çalışıyor. Kameranın önüne elini koyuyor ve fotoğrafı çekiyor. Biraz bekledikten sonra kamerayı kadına geri uzatıyor. Bilmiyor çektiği fotoğrafı nasıl açacağını. Aç diyor eliyle, en büyük şaheserime bak. Kadın dikkatli bir şekilde simsiyah fotoğrafı izliyor, adam ise ufkun derinliklerinde kaybolmaya başlarken ağzını açıyor;

'' Mutluluk mükemmel olmaksa, elindeki fotoğraf mutluluk. Hiçbir hata yok, hiçbir çirkinlik yok, hiçbir insan yok. Eğer mutlu bir dünya istiyorsak, önce insanları kaldırmalıyız şu kaldırımlardan. ''

 Kadın anlamıyor başta. Fakat sormuyordu da neden böyle bir şey yaptığını adamın. O deli zihninden neler geçtiğini düşünmek bile kadını korkutuyordu. Adam son kez daha açtı ağzını, kadın düşünmedi bu sefer ne diyeceğini. Duydu ama dinlemedi. Adam yine gitmişti çünkü. Bedeni yanındaydı, kalbi elindeydi. Fakat zihni.. Belki İsrail yapımı silahları nasıl Müslümanlara satabileceğini düşünüyordu, belki de alman silahlarını nasıl Yahudilere. Zihni nerede, ne yapıyor bilinmezdi ama, sözleri her telden çalıyordu gene.

'' İnsanlar eşit yaratıldı. Herkes yemeyi, üremeyi ve sıçmayı biliyordu. Herkes aşkı kendi kafasında yarattı, adaleti, parayı, haksızlığı. Her zaman, her şeyi insan yarattı. İnsanlar yarattı sistemi. Sonra '' FUCK THE SYSTEM '' sloganlarıyla dolaştı sokaklarda. Kendi yaptığı kaldırım taşlarını söküp polise fırlattı. İnsanlık her şeyi kendi yarattı. Yemek, üremek ve sıçmak az geldi çünkü. Düşünmekte istediler. ''
 Adam cümlesine noktayı koydu dudaklarıyla. Kadın gülümsemesini silmedi yüzünden. Bekledikleri otobüs geldi. Kalkış noktasında Dikili, varış noktasına ise diğer yerler yazıyordu. Onlar diğer yerleri seçtiler. Diğer yerlerin son durağına gittiler. Taksim'de ayrıldılar, Kurtuluş'ta buluştular. Çünkü Taksim ayırmak demekti, onlar kuralları bozmamak istedi. Yeterince bozduklarını biliyorlardı. Ve Kurtuluş'ta aralarında ki ilişkiye verdikleri isimdi.

 Kurtulmak için birbirine sarılan iki insandan ibarettik biz. Birbirimizi tanıdıkça daha çok inandık kurtulacağımıza. İnandıkça sevdik birbirimizi. Sevdikçe daha çok sarıldık. Ve bir gün ansızın aşık olduk. Yukarı çıkmamız gerekirken aşağı düşmeye başladık. Mutluyduk sarmaş dolaş aşağı düşerken. Bilmiyorduk son durağın nerede olduğunu, ne kadar süre sonra yeri öpeceğimizi. Biz çok güvendik birbirimize, sarılırken bile kapadık gözlerimizi. Görmedik kopan ruhlarımızı, kırılan kalplerimizi yere çakılırken. En yukarı çıkmak için, Kurtulmak için sarılmıştık oysa biz, şimdi ise en dipteyiz. Ve en kötüsü, artık birbirimizi dahi göremiyoruz. Çünkü en dip çok karanlık. Ama sana söz veriyorum. Seni bulacağım. Tüm bu cehennemi arayacağım kör gözlerle. Eğer yaşamdan sonra bir hayat yoksa, senin için onu da yaratacağım. Seni bulup, sana tekrardan sarılacağım.
Çünkü sana aşığım.

29 Ocak 2013 Salı

Prima mea Poema



Ritmini kaybetmiş bir akorum ben,
Son notalarını başa koyan
Kendini kaybetmiş bir adamım ben,
Son dakikalarını boşa koyan

Leyla'sını kaybetmiş bir Mecnun'um ben,
Son inancını aynı kadına koyan
Hayatını kaybetmiş bir kumarbazım ben,
Son umudunu kumara koyan.

Kendi ülkesini kaybetmiş bir kralım ben,
Son adamını tanımadığı mezara koyan.
Düşüncelerinin suikastine uğramış bir yazarım ben,
Son kitabını mezarının kenarına koyan.

Aklını kaybetmiş bir şehit babasıyım ben,
Son gücüyle tabutu omzuma koyan.
İdam ağacına giderken ıslık çalanım ben,
Son gururuyla başını halata ağlamadan koyan.

Maçı başından kaybetmiş bir boksörüm ben,
Son yumruğunu hakemin suratına koyan.
Yarışı çoktan kaybetmiş bir atım ben,
Son çizgiden sonraya hayallerini koyan.

Kim olduğunu kaybetmiş biriyim ben,
Son sözünü son nefesine koyan,
Hikayedeki kötü adamım ben,
Son göründüğünde hayatın amına koyan.

Mali principii malus finis


Günlerdir gözüme uyku girmiyor. Düşünüyorum sürekli. Sebepleri, sonuçları, nedenleri, neredenleri, kimleri, seni, beni, gözlerini, sigaramı yakışını, sigaranı söndürüşünü, benim için atan kalbini, buharlaşan gözyaşlarını, nasıl olduğunu, nasıl olduğumuzu, nasıl olacağımızı.. Ben hep düşünüyorum. Çünkü biliyorum ki beni mutlu eden tek şey seninle aynı anda seni düşünebilmek. Biliyorum beni düşünmeyeceksin hiçbir zaman sen. Bende seni düşünüyorum. Birlikte seni düşüneceğiz. Birlikte. İşte aradığım kelime bu. Birlikte.

 Güneş göz kamaştırdığı günlerden, gözyaşlarının intihar ettiği gecelere kadar uzanan bir sevgi. Asla yok olmayacağı düşünülen bir aşk. Aşka inanmayan iki insanın, ilahi bir bağlılık yaratması. İki insanın, asla bitmeyecek bir aşk yaratarak kendini Tanrı sanması. Tanrının bu iki Aşık Tanrıyı kıskanıp onları ayırması. Bitmeyecek denen ve biten şeyler. Can çekişen iki insan. Birbirinden uzak ve karanlıkta. Özleyen iki insan. Özleyen iki eski Tanrı. Tüm yaşanılanlara yakışmayan bir son. Son bile olmayan bir son. Sevgi devam etse de, bitti artık denilerek bitirilen geceler. Güneşli günlerde kahkahalar. Ay'ın altında içilen sigaralar.

27 Ocak 2013 Pazar

Özgürlük


 Yetti artık. Buraya kadar. Dayanamıyorum. Hayatın, insanların ve dakikaların akıp gitmesinden, sigaraların sönmesinden, şişelerin bitmesinden, her hikayenin sonunda kötü adamların kaybetmesinden bıktım. Keman sesiyle gelen özlemden, rüzgarla gelen duygulardan ve de zihnimin bulutlarından yağmur gibi boşalan düşüncelerden nefret ediyorum. Parayı öldürmek, adalete tecavüz etmek istiyorum. Nefes alan altı milyar insanı karşıma alıp bağırmak istiyorum;

'' Hepinizin amına koyayım ''

 Tanrıya inanmıyorum. Hayata inanmıyorum. Aşka da inanmıyorum. Bir tek ölüme inanıyorum. Kurtulmak istemiyorum. 70 yaşına gelmiş bir mahkum misali '' Kurtulsam da gidecek bir yerim yok! ''. Ölmek istiyorum dünya denen mapushanenin tam ortasında. Eski haritalarda adı Dikili diye geçen hücremde. Deniz kıyısında oturup son bira şişesini de denize salladıktan sonra sormak istiyorum;

'' Hani özgürlüktü deniz? ''

 Özgürlüğe dokunup, özgürlüğü görüp, gidememektir, terk edememektir deniz kenarında oturmak. Birilerinin, bir şeylerin seni metal bağladığını hissedersin gün aşırı. Asla özgür kalamayacaklarını bilenler beklerler yazı. Denizi serinlemek için kullanırlar. Daha hala kaçacaklarını düşünenler ise mevsime aldırmadan, kravatlarını çıkarmadan atlar denize. Geceleri hayatın amına koymayı düşlerken uyuyakalan insanlarsa sadece izler özgürlüğü. Rüyalarını bekler onlar. Tekrar uyumayı ve dünya denen illeti tekrar yakmayı beklerler. Benim için hiçbiri bir anlam ifade etmiyor artık. Özgürlüğü ben öldürdüm, kendi kafamda. Ve son şişeyi de denize fırlatıp bağırdım;

'' Özgürlük sadece bir heykeldir! Amerika'da yıkılmayı, hediyelik eşya satanların raflarında ise satılmayı bekler ! ''

11 Ocak 2013 Cuma

Caminito comenzado, es medio andado.


 İhtiyacım olan tek şey derin bir çukur. İçinde etimi parçalayacak böcekler ister olsun, ister olmasın. Ne fark eder ki benim bile değer vermediğim bedenimi delik deşik edecekse solucanlar? Belki daha yakışıklı bile olabilirim ! Dünyanın bana yaptıkları hiç yakışmadı. Dünya güzeldi elbet, dünya hep güzeldi fakat çirkin olan biri vardı o da bendim. Baktığı her aynayı kırıp yaralı eliyle kaçan, gözlerine baktığı her kızı ağlatan, gündüzleri değil sadece geceleri kendini izleyen hep bendim. Sevdiğim bir yazar vardı, derdi ki '' baktığınız benim, gördüğünüz kendiniz ! '' . İşte bu yüzden çirkinim. Beni iğrenç ve aşağılık yapan suratım veya kırdığım aynalar değil. Bana bakanlar, kendini görüyor. Beni arayanlar, kendini buluyor. Altı milyar insan için yaşıyorum ben !

 Afrika'da eti kaburgasına yapışmış çocukta benim, Mcdonalds'ta '' Dikkat kaygan zemin '' tabelasından korktuğu için yavaş yavaş ilerleyen, happy meal satın alan çocukta. Greenpeace için kendini santral kapılarına zincirleyen ekolojik anarşistte benim, çocuklar üstünde deneyler yapanda, üçüncü dünya ülkelerinde ufak çingene kızları satan da. Çin'de üçüncü çocuğunu aldırmak için doktora yalvaran kadın da, sevgilisinden ayrıldığı için halatta sallanmaya devam eden adam da benim. Geceleri ağlamaktan uyuyamayan ruhu yırtık kadınlar da, çok fazla votkadan travestiyi, Ukraynalı fahişe sanan adam da. Para için sokakta dilenen yaşlı kadın da benim, ısınmak için dolar yakan da. Yerin altında yatan milyonlarca huzursuz kemikte benim, yerin üstünde sevişen, savaşan, spor yapan et parçaları da. Altı milyar insan da benim. Ve her gece kendimi dinliyorum. Herkes konuşuyor zihnimde. Herkes sevişiyor kalbimde. Herkes bir şeylerden şikayet ediyor. Her gün tanrısına şükreden 6 yaşındaki bir çocuğa karşı, 6 zengin adam kendini dünyadan ve hayattan aşağı atıyor. Ve ben hep izliyorum. İzledikçe kendimi ve insanları, nefret ediyorum. Kırıyorum aynayı, dönüyorum arkamı. Çirkin olan ben değilim. DÜNYA !

Sonra devam ediyorum dünyayla aynı hızda dönmeye. Gün ağrıdıkça, başım ağrıyor. Gün bittikçe, izmarit yanıyor. Ama ben durmuyorum, eğer durursam 6 milyar insan aynı anda duracak. İşlerine yetişemeyecekler, sevdiklerine kavuşamayacaklar, ölmek için atladıkları binalardan yere ulaşamayacaklar. Ve ben ölmüyorum. Çünkü ölürsem, 6 milyar insanda ölür.

 İhtiyacım olan tek şey dudaklarımın arasında. Ama biri gerekiyor bana. Ölüm gerekiyor. Ölüme '' Eyvallah '' demem gerekiyor. Fakat ben yürüyorum hala. Kendi isteğimle atladım arabadan. Zaten eğer ben terk etmezsem bir şeyi, vazgeçtim diyemem. Sadece biri beni terk etsin istiyorum, vazgeçmek istemiyorum artık. Doğamda var benim vazgeçmek. Sakat doğan, ufak ve fakir bir ailenin, ufak ve fakir oğlu gibi ;

'' Allah baba beni böyle yaratmış ''

 O çocuk, o ufak zihin, 70 yaşında ölüm döşeğinde yatan bir adamın çaresizliğini dile getirir. '' Allah baba beni böyle yaratmış ''. Allah baba hepimizi bir gün ölüme diz çökmemiz için yaratmış. Kimisi saygıyla şapka çıkarır, kimisi koşturarak sarılır boynuna, kimisi saklanır, kimisi de dar ağacına giderken son kez, son gücüyle bir hamle yapıp kollarını tutanlar kurtulduktan sonra dik ve asil bir biçimde gider ölümüne. Nasıl olursa olsun.

ÖLÜM BULUR, ÖLÜM ALIR İSTEDİĞİ CANI !

                                                                                                 
                                                                                                 Mira'ya..
                                                                                                     Sonsuzluğa..

4 Ocak 2013 Cuma

Ægroto dum anima est, spes est

   Bende severdim bir zamanlar. İnsanları olmasa da sistemi severdim. Düzeni severdim. Her şeyin mükemmel  planlara uygun çalışmasını severdim. Bir saatin içini açıp izlerdim, onca çarkın nasıl uyum içinde dans ettiğini. Sonra bir gün bir kadın geldi. Hayatımın en mükemmel planlarının onun üstüne kurdum. Kadın gitti, planlar bitti. Kağıttan yarattığım plan dağlarımı tek bir kibritle yaktım. Aslında ben hiç kibrit kullanamazdım, ama hayat bana tüm anılarımın ve planlarımın ufak bir kibritle yanabileceğini göstermek için görevini tamamlamıştı. Binlerce ağaçtan yapılan kağıtlarımı, bir ağaçtan binlerce çıkan bir kibrit yakmıştı. Doğa intikamını alıyordu. Benim duygularım yine kimsenin umrunda değildi.
 Bende özlerdim bir zamanlar. İnsanları olmasa da çocukluğumu özlerdim. Kalbimi özlerdim. Sevgilimin kalbini özlerdim. Ben hep olmayan şeyleri özledim. Hayatı, tebessümü ve mutluluğu özlemeyi vazgeçtiğim yıllarda kendime '' Ne fark eder ki? '' sorusunu yöneltmiş 12 yaşında ihtiyar bir ruhtum. Elimi daha belirginleşmemiş yüz hatlarımda gezdirip ne kadar çirkin olduğumu düşünürdüm. O sıralarda güzelliğin sadece Tanrıya mahsus olduğunu öğrendim. Ardından din kitaplarında Tanrının bir şeklinin olmadığını. O halde dedim. Eğer gerçek güzellik şekilsizlikse ben bir sanat eseri olmalıyım. 13 yaşıma geldiğimde elimi sıkı sıkı tutan görünmez güce olan inancım kaybolmuştu. Ben Tanrıyı özledim.
 Beni terk edenleride özlerdim. Sonra bir gece omzuma yetişen boyuyla çekici bir kadın yolun ortasında bana tokat atıp, arkasını döndü ve yürümeye başladı. Ben özlemedim, sadece bir kaç nefeslik zaman için son kez kızın kalçalarına bakmakla yetindim. Bunu fark ettiğimde ileri düzeyde bir sapık olduğumu kendimi yakmam gerektiğini düşündüm. Sonra cevabım 20 metre önümde ki ince belli kızın saçlarına çarpan rüzgarla geldi

 '' Ne fark eder ki? ''

 Aşık Veysel'i düşündüm bende. Islık çalarken buldum kendimi, uzun ince bir yoldayım diye avaz avaz fısıldıyordu ıslıklarım. Önümde ilerleyen ince belli kız durdu ve arkasını döndü, bense ellerim ceplerimde ıslık çalıp büyük üstadı düşünüyordum. Toprak derdi üstad, ekmeğini yediğimiz toprağa gömülüyoruz. Sonra torunlarımız gömüldüğümüz topraktan ekmek yiyor.
 Ben düşünürken, bir anda iki kol omzumu ve boyunumu bir dudak ise ağzımı sardı. İnce belli kız pişman olmuştu gitmekten. Kızı ittirdim istemeden. Ve yine istemeden '' Git '' dedim. '' Benim tek yarim kara topraktır ''. Bilmiyordum ne dediğimi, sadece düşünüyordum ben.
 Aslında istemiyordum kızın gitmesini, seviyordum ufak omuzlarına ağır gelen hayatını, seviyordum beni öpmek için üstünde durduğu ayak parmaklarını, seviyordum benim gözlerimde kurtuluşu aramasını. Ama ne yazık ki kimse bu dünyaya kurtulmak için gelmemişti. Hepimiz daha da dibe batmak için buradaydık. Kurtuluş sadece Ankara'da bir mahallenin adıydı ya da Bob Marley'in en iyi şarkısı. Ama bilmek gerekirdi ki ne ben Bob Marley dinlerdim, ne de Ankara'da son durak kurtuluştu.
 Kız gözyaşlarını döktü bu sefer, sert bir şekilde arkasını dönerken saçıldı gözlerinden akan sıvı elmaslar. Hızlı ve sinirli adımlar atıyordu. Onun dudaklarından kurtulan dudaklarım son bir gayretle açıldı. '' DUR '' diyebildim. Bağırarak fakat onun mutsuzluğunu rahatsız etmeden. Aramızda en fazla 10 metre vardı. Durdu ince belli kız ve nazlı bir şekilde arkasını dönüp bana baktı. Ağzım tekrar oynadı

'' Daha yavaş yürü giderken, son kez kalçalarını izlemek istiyorum ''

 Kız arkasını dönüp daha da hızlandı. Sadece adımları değil, kalp atışları ve gözyaşları da hızlanmaya başlamıştı. O da istiyordu aslında. Benimle son kez ucuz alkollerle sarhoş olmaya çalışıp, seviştikten sonra sızmayı. Ama ben ne sarhoş olmayı ne de sızmayı istiyordum. Kızın kalçaları da güzel sayılmazdı, fakat o giden kişiydi. Ve gidenlerin arkasından yapılacak iki şey vardı. Ya sırtından bıçaklayacaktım onu, ya da o anın zevkini çıkartacaktım. Ben istemeden ikisini de yapmıştım. Bana asla arkasını dönmemeliydi. Çünkü hayat benim için o yıllarda koca bir kavgadan ibaretti. Ve sen asla düşmanına arkanı dönemezdin.
 Aptal dedi annem. Adam olmaz dedi babam. Çok özelsin demişti daha eşini bulamadığım ablam. Manik depresif dedi psikolog. Ben bağırdım sarı saçlı ruh doktoruna.

'' Jimi Hendrix'in en sevdiğim şarkısı o ! ''